Geçtiğimiz perşembe İspanyol yönetmen Iciar Bollain’in, 2003 yapımı ‘Gözlerimi De Al/Te Doy Mis Ojos’ adlı filmini izledik.
Hürriyet, CNN Türk, Çağdaş Eğitim Vakfı ve İstanbul Valiliği işbirliğiyle sürdürülen ‘Aile İçi Şiddete Son’ kampanyası çerçevesinde düzenlenen bir özel gösterimdi. 22 ayrı festivalden 48 ödül toplamış olan film, cuma günü birçok sinemada vizyona girdi.
İzleyecek olanlar için hikáyeyi detaylarıyla anlatıp berbat etmeyelim ama tahmin edeceğiniz üzre, tabii ki bir kompleks yumağı olan kocasının maddi ve manevi şiddetine maruz kalan bir kadının hikáyesini anlatıyor.
Tipik bir hikáye. Hatta hazin bir klişe... Gelin görün ki tam da bu yüzden sınır ve zaman tanımayan, taş gibi bir gerçeklik.
Zira aile içi şiddet, hakikaten de kültür, eğitim düzeyi, milliyet gibi etkenlerden bağımsız olarak devam ediyor.
Durum bu denli acıklı olmasa, insanın hani neredeyse laçka olmuş sinirleriyle gülesi bile geliyor. Trajikomik, dediğiniz, bu değilse nedir? Geçtiğimiz hafta Hürriyet’te çıkan bir haberdi:
Eşine şiddet uyguladığı için 462 YTL para cezasına çarptırılan Şanlıurfalı Mustafa Çiftçi parayı ödeyemediği için Vali’den yardım istedi.
Üstelik Çiftçi Valilik Binası’na, burnunu kırdığı için kendisinden şikáyetçi olan eşi Ökçel Çiftçi ve iki çocuğuyla birlikte geldi, iyi mi...
Kocaların karılarını, anaların çocuklarını dövdüğü, aşağıladığı, ruhunu, kişiliğini iğdiş ettiği hayatlar sürülüyor. Memleket, mübarek, bir açık tımarhane; bir millet çıldırıyor.
Bu arada, haberiniz olsun, bilenler bilmeyenlere anlatsın: ‘Aile İçi Şiddete Son!’ kampanyası, ‘Eşler Arası İlişkiler Destek Programı’ kapsamındaki otobüs eğitimleriyle sürüyor.
Kadınlar haklarından fena hálde habersiz. Bunun yanında, şiddete maruz kalanlar ve uygulayanlar da sadece cahil insanlar değil malûmunuz.
Misál, yine kampanya kapsamında çıkan kitapçıklardan Yanlış İnanışlar’da, şiddete maruz kalmış insanların tecrübelerine de yer veriliyor.
Buyrun burdan yakın:
‘Acaba onurumdan mı sustum, yoksa onursuzluğumdan mı, hálá karar veremiyorum. Evliliğimin ikinci ayından itibaren başlayan dayak ve sözlü şiddet 25 yıl devam etti. İlk doğumumu bir dayak sonrasında yaptım, hamileliklerimde yediğim dayakların haddi hesabı yok. Neden bırakmadım? Üstelik çalışıyordum da. Beni, ayrılırsam çocuklarımı göstermemekle tehdit ediyordu. Babam yoktu, annemin evi ve geliri yoktu, üstelik geleneksel bir anlayış içinde, ayrılırsam başıma kötü şeyler gelebileceği anlayışıyla büyümüştüm. En önemlisi de kendime güvenim yoktu.
Dayak yemek için neden çoktu, bir pijama düğmesinin çapraz dikilmemesi bile şiddeti doğuruyordu, çünkü doğrular onun doğrularıydı. Zamanla şeker hastası oldum, hipertansiyon başladı, iki kez baş bölgemden oldukça önemli operasyon geçirdim. Ameliyatlıyken de dayak yedim. Eşim bir öğretim görevlisi olarak en üst düzeye gelmişti, hiç böyle bir koca bırakılır mıydı?
Yasalar, ayrıldığım zaman eşimin bana nafaka ya da tazminat vermesini, elimde bir mesleğim olduğu için gerekli görmüyor. Sonuç olarak yıllarca yaptığım fedakarlıklar sonucu en üst düzeyde yaşama kavuşturduğuma inandığım eşim neredeyse benden ev kirası isteyecek. Oysa eşim, altındaki makam arabaları, ayrılırken götürdüğü birikimlerimiz, yeni bir yaşam kurma projeleri ile oldukça mutlu görünüyor; sayın bakanların arasında.’
Yapılan anketler neticesinde ortaya çıkan sonuçlar gerçekten dehşet verici.
Konuyla ilgili daha geniş bilgi almak ya da gönüllü olmak isteyenler (212) 361 51 52 numaralı telefona ya da www.aileicisiddeteson.com adresine başvurabilir.
‘Kol kırılır yen içinde kalır’, boktan bir deyiştir.
Bir kelam işçisinin vedası
Bir İzmir-İstanbul arası yataklı gemi yolculuğuydu. TRT’de Aşk Gemisi’nin yayınlandığı yıllar; ablamla bende bir heyecan, bir heyecan...
Akşam yemeğinden sonraki gösteriyi izlememiz için izin de çıkmış ya, coşmaktan öte, kudurmuştu deli gönül. Orhan Boran’ın elinde mendiliyle, bilmem kaç saat boyunca yaptığı şovu izlemiştik. Aralarda sunduğu şarkıcıların kimler olduğunu bugün hatırlamıyorum ama Boran’ın üzerindeki fitilli ceket ve elindeki mendilin rengi, şu an bile gözümün önünde.
Geçen zaman içinde fıkralara gülme yetimi yitirmiş olmama rağmen, bugün bile Orhan Boran bir tane patlatsın, o günkü çocuğun ağzı beş karış açık hevesiyle dinleyebilir ve hakikaten çok içten gülebilirim gibi geliyor.
Fıkra dediğinizi anlatmak zor zanaat zira. Anlatılandan çok kimin anlattığının ve nasıl anlattığının kıymet-i harbiyesi var.
Ve marifet, en kaba konuya bile esprili bir zarafet katabilmekse, türünün son örneği olan Orhan Boran, feriştahını katar.
Bu satırların kaleme alındığı cuma akşamı, jübilesini yapan Orhan Boran, Tempo’dan Arzu Erdoğan’a verdiği röportajda, yine nasıl zarif, nasıl mütevazı. Ömrüne bereket dilemeli, bir ömürlük saygılar sunmalı:
n Ben bu işin akademisyeni, teorisyeni değilim; ben bu işin pratisyeniyim. 25 senedir paralel giden basın hayatıyla birlikte bir kelam işçisiyim.
n(Şimdiki spikerler hakkında:) Bu soru bana çok soruluyor ama net bir yanıt veremiyorum. Zaman değişiyor. Zamanla birlikte beğeniler, değer yargıları da. Bir kere ben şimdiki gençlerin hepsini çok iyi buluyorum. Zaten gençler hakkında ağzımdan kötü bir söz alamazsınız. Belki soruyu tersine çevirip; ‘Ne verdiniz ki ne almak istiyorsunuz?’ diyebiliriz. Yoksa gençleri eleştirmek çok kolay. Türkçe gittikçe yozlaşıyor, davranışlarını yadırgıyorum diyen insanlar var. Kim yadırgıyor? Bir kuşak evveli... Ama kendileri de daha önceki kuşaklar tarafından eleştirilmiyor muydu? Türkçe bozuluyorsa, çocuk Türkçe’yi önce evinde, sonra dışarıda ve okulda öğreniyor.