Paylaş
SEVGİLİ okurlarım,
Yaşamın ne kadar değerli olduğunu insan yaşadıkça daha iyi anlıyor ama bazı insanlar hayatları boyunca yapacak bir şey bulamamaktan, sıkılmaktan şikâyet ediyor. Eğer siz de böyle hissediyorsanız, çok konforlu yaşıyor olsanız bile kendinize iyi bir hayat yaşatamıyorsunuz demektir.
Yıllar önce, belirli aralıklarla bana gelen bir hastam vardı. Adı Oğuz’du. Önemli bir kariyer sahibiydi ve hayatın içinde olan biten her şeyi çok merak eder, hep araştırır, hep yeni şeyler öğrenir, bazen bu öğrendiklerini bana da anlatırdı. Doğanın kanunlarına, fiziğe, dünyamızın nasıl var olduğuna, evrene, evrendeki olağanüstü hareketlere, dünyamızın nereye doğru gittiği gibi konulara giderek daha çok merak sarmış, pek çok şeyi elinden geldiği kadar okumaya, öğrenmeye çalışıyordu.
Benim bu konulara olan ilgimi belki de onun anlattıkları başlatmıştı. Hâlâ da çok farklı konularda okumaya ve araştırmaya devam ediyorum, hatta bilimin, bana çok ilginç gelen yerlerini kitaplarıma da yazıyorum.
Oğuz Bey’in kulakları çınlasın. Bir gün bana şöyle demişti: Merak edilmesi ve öğrenilmesi gereken bu kadar çok şey varken, ben bunlara yetişemezken, insanlar nasıl olur da bu dünyada sıkılmaktan şikâyet edebilir ki... Sıkılmaya nasıl vakit buluyorlar acaba?
HİÇ AKLIMDAN ÇIKMADI
Oğuz Bey’in bu sözünü, aradan yıllar geçse de hiç unutmadım. O zamanlar çok gençtim, hayatın hızına bir türlü yetişemiyordum, bir yandan iş hayatı, bir yandan ailem, çocuklarım, eşim, evim derken, sadece geceleri yatağa yatınca ne kadar yorulduğumu anlıyor ama yine de başucumda beni bekleyen kitapları okumadan uyumuyordum. Şimdi artık yalnızım, hayat eskisi kadar hızlı değil, okumaya, yazmaya, araştırmaya daha çok zamanım var ama yine de merak etmeye, yeni şeyler öğrenmeye gerçekten de zaman yetmiyor. Hele ki elimizin altında internet gibi bir imkân varken...
***
Çocukken, gençken, ölüm bizlere çok uzak geliyor ama dünyada var olunan gün sayısı arttıkça, ölüm sanki daha sık dolaşıyor etrafımızda. Yirmili yaşlarda çocukluğumuza, otuzlu yaşlarda ergenlik günlerimize çoğu zaman özlemle bakıyoruz. Kırklı yaşlarda insan yavaş yavaş bir şeyleri anlamaya başlıyor, o güne kadar pek de anlayamadığı bir şeyleri... Çünkü özellikle bizim gibi örfü, âdeti, keskin kuralları olan ülkelerin çocukları, daha çok da kadınları, belli bir yaşa gelene kadar, hatta bazen bir ömür kendi hayatlarının sahibi olamıyorlar.
Bir yandan da o yaşlarda alınması gereken diplomalar, bulunması gereken işler ve kurulması gereken hayatlar var, evlilikler, çocuklar ve sırtımıza yüklenen pek çok sorumluluklar var. Hayaller var, idealler var, dışardan çokça müdahaleler var.
ELLİLİ YAŞLARIN FARKI
Ellili yaşlarda hayat daha bir önemli, daha bir anlamlı olmaya başlıyor. Bir yandan yolun yarısından çoğu geçilmiş, bir yandan iyi kötü daha sakin bir döneme girilmiş, kaderimiz neyse onu görmüş, çoğunu yaşamışız, dünü, bugünü, yarınları düşünmeye vakit kalmış. Sağlığımız da yerindeyse hayat sanki o yaşlarda yeniden başlıyor. Kendi kararlarımızı ancak o zaman alabiliyor, ancak o zaman hayat neymiş ne değilmiş, biz ne yaşamış ne yaşamamışız, görmeye, anlamaya başlıyoruz. Hayatın güzellikleri, olağanüstü zenginlikleri daha görünür hale geliyor. Ölüm uzaktan göz kırpmaya başladıkça, insan dört elle sarılıyor hayata. Belki de hayatın, hayatta olmanın bir tadı olduğunu ilk kez o zaman fark ediyor insan. Bir ben var ama o ben ne yapmış, başka ne yapabilir, ne yaşayabilir diye sormaya, hayatı daha anlamlı kılmaya çalışıyoruz.
Önce bol bol seyahat etmek, görmediği yerleri görmek, yemediği yemekleri yemek geliyor insanın aklına. Bir süre sonra bu da yetmiyor. Önce geçmişi, sonra da geleceği daha çok düşünüyor. Sadece varlığın, zenginliğin, statünün tek başına pek de bir şey ifade etmediğini, karnını doyursa da ruhunu doyurmadığını, dostların, onlarla yapılan muhabbetin, sevilmenin, paylaşmanın, üretmenin, hayata daha çok katkı yapabilmenin, aranmanın, sorulmanın, hayatla ilgili yeni şeyler öğrenmenin, daha hoşgörülü olabilmenin ne kadar anlamlı olduğunu ta yüreğinden hissediyor.
ŞİMDİKİ AKLIM OLSA...
Bu arada altmışlı yaşlar kapıyı çalıveriyor. O dönemde kendiyle bir muhasebe yapmaya girişiyor insan, içten içe biraz da sitem etmeye başlıyor kendine, gençliğin değerini yeteri kadar bildim mi, diye... Hani bir söz var ya, “Gençler bilse, yaşlılar yapabilse” diye. Genç olmanın değeri nasıl bilinir ki, o da ayrı bir konu. İnsan gençken, genç olmaktan daha doğal bir şey yokmuş gibi hissediyor. Ancak yaş kemale erince bedeni elverdiğince hayatın içinde daha hızlı yürüyebilmek, hatta mümkünse koşmak istiyor. Eskisi kadar korkmuyor düşmekten çünkü biliyor ki hayat yürüdükçe, koştukça yaşanıyor ve güzelleşiyor.
Bu yaşlara kadar hayatta kalabilen insanların pek çoğu, “Şimdiki aklım olsa...” diye başlayan cümleleri pek seviyorlar. Bir yandan da haklılar ama insan iyi yaşamayı, güzel yaşamayı, anlamlı yaşamayı, yaşadıkça öğreniyor. Tıpkı sevmeyi, sevildikçe öğrendiği gibi...
Aslında insan zekâsının en üst seviyeye geldiği yaşlar, on beşli, on altılı yaşlardır. Ondan sonra beyindeki hücreler yavaş yavaş ölmeye, azalmaya başlıyor. Ancak insan aklını kullanmayı, beyinde var olan hücreleri geliştirmeyi, daha marifetli kılmayı yani “tekamülü” de zamanla öğrenebilir. Bu değişim ve gelişim, beynimizin “nöroplastisite” dediğimiz özelliğiyle oluşuyor. Yani bizler kendimizi ve hayatı keşfettikçe, daha çok şey öğrenmeye, kendimizi geliştirmeye, değiştirmeye, yeni değerler katmaya çalıştıkça, beynin plastisite, yani elastik olabilme yeteneği sayesinde, ölen hücrelerimizi yeniden diriltemesek de, diğer hücreler onun bıraktığı yeri doldurmaya çalışır. Yani beyin kişinin gelişebilme gayretlerine cevap verir ve yapısal ve fizyolojik değişikliklere uğrar.
Sonuç olarak gençken daha zeki insanlarız ancak bu zekâyı nasıl kullanacağımızı, bunu hayata nasıl geçireceğimizi pek bilmiyoruz. İnsan kendini geliştirmek isterse beynimiz onu sonuna kadar destekliyor. Yaş aldıkça insanların zihinsel kapasiteleri, eğer zihinsel aktiviteler hızla devam ediyorsa azalmak yerine artabiliyor. Sinir ağları artarak, birbirini destekleyerek bunu sağlıyor.
Ancak böyle bir çabamız yoksa beyin hücrelerimiz öldükçe zekâmız ve yeteneklerimiz de azalıyor. Böyle pek kullanılmadan bir köşede saklanan akıl maalesef giderek küflenmeye başlıyor ve insanı diğer canlılardan ayıran en önemli hazinesi olan zekâ seviyesi giderek düşüyor.
İYİ BİR HAYATIN SIRRI
Biz insanların en önemli görevi, hayata kenarından köşesinden de olsa az çok bir katkı yapmak kadar, kendimize iyi bir hayat yaşatabilmek olmalıdır. Bunun için yeteri kadar çaba sarf ediyor, hayatımızı ciddiye alıyor muyuz?
“İyi bir hayat nasıl yaşanır?” sorusuna herkes çok farklı cevaplar verebilir. Herkesin hayattan beklentileri farklıdır ancak içinde yaşadığımız hayatın zorlukları bazen bizlere kısıtlı bir süreyle hayatta olduğumuzu unutturuyor. Dertlerin, sorunların arasında kısılıp kalıyoruz. Unutmayalım ki dünyanın derdi, sorunu hiç bitmez ama bizim hayatımız bir gün biter.
Hangi koşullarda yaşıyor olursak olalım, aldığımız nefesi fark etmek, güneşi, ayı, çiçeği, böceği, kediyi köpeği, havada uçan kuşları, evde pişen yemeğin kokusunu, bir çocuğun gülüşünü görmek ve hayata gülümseyerek bakabilmek bedava. Sadece gülümsemek bile beynimize çok iyi geliyor, bunu biliyor muydunuz? Çünkü siz gülerseniz, beyniniz “Demek ki korkacak bir şey yok, her şey yolunda” mesajını alıyor sizden. Beyin korkmaktan vazgeçerse bedeninizdeki gerginlik de daha kolay gevşeyebiliyor. Bu durum bedensel hastalıklara bile iyi geliyor.
Yaşadığınız hayat, o hayata yüklediğiniz anlam sizi mutlu edebiliyorsa, ölürken, hayatınıza dönüp baktığınızda, kendinizi onaylayabiliyor, “İyi-kötü ben de bir şeyler yaşayabildim” diyebiliyorsanız gerçekten iyi yaşadınız demektir.
Yapılan araştırmalar, insanların ölürken yaptıklarından çok yapmadıklarından pişmanlık duyduğunu söylüyor. Yani insan son anında bile, merak duygusunun peşinden gitmediğine, keşfedemediklerine, acısıyla tatlısıyla yaşayıp göremediklerine üzülüyor. Diğer taraftan, hiç kimse fevkalade bir hayat yaşadım da demiyor çünkü her ölüm, erken ölümdür. Bazı şeyler hep yarım kalır...
Bu yazıyı okuyan sevgili okuyucum, yaşın kaç olursa olsun, kendine sor bakalım, imkânların çerçevesinde kendine iyi bir hayat yaşatabiliyor musun? Biz insanlar duygularımızla yaşarız. Arada bir de olsa sevinebiliyor, kendini mutlu ve huzurlu hissedebiliyor, iyi ki yaşıyorum diye uyanabiliyor musun? Seni en çok mutlu eden durumlar neler?
HOBİNİZ VAR MI
Severek yaptığın hobilerin var mı? Bir hobiye sahip olmak ve arada bir onu yapabilmek için zaman ayırmak, yeni şeyler öğrenmek kendimize verebileceğimiz en büyük armağanlardan biridir. Boş oturmak ise bizi çok yorar çünkü beynimiz sürekli çalışmaya, bir şeyler düşünmeye programlıdır. Beyin, eğer ona işleyeceği, üzerine çalışacağı bir şeyler vermezseniz, kendini yiyip bitirmeye başlar. O büyük potansiyel beslenmezse dönüp kendine zarar verir. Akşama kadar aralıksız çalışan insanlar, inanın sizden çok daha az yorulur ve kendilerini çok daha iyi hissederler.
Bir hobiye sahip olmak aslında hiç de zor değildir, yeter ki buna heves edip kendimizi imkânsızlıklara hapsetmeyelim. Hem bedenimiz hem de ruhumuz hareket ister, böyle bir motivasyonun ihtiyaç duyduğu şey ise her zaman umuttur. Umut ettiğimiz sürece yaşar ve yaşadığımızı hissederiz. Toprağın altına henüz girmemişken, ayaklarınız yere basabiliyorken, dünyanın bize sunduğu güzellikleri görebiliyorken bunu hissedebiliyorsanız yaşıyorsunuz demektir.
Sakın bu soruya hayatın imkânsızlıklarıyla, sizi düşürdüğü çaresizliklerle cevap vermeyin. Biliyorum, herkesin ciddi sorunları var ama o sorunlar bazen büyüyüp bazen küçülerek hep devam edecek. Ölmeden önce inanın size iyi gelecek çok şey var dünyamızda. Hiçbir şey için, hiçbir zaman geç değildir.
SEVGİYLE KALIN
Haftaya görüşmek üzere hoşça kalın, sevgiyle kalın. Sizler de bana gb@madalyonklinik.com adresinden ulaşabilirsiniz.
Paylaş