Paylaş
Biliyorum ki bu öyküler tıpkı beni hüzünlendirdiği gibi bazen sizleri de çok hüzünlendiriyor, “Ah güzel Hocam, acılara mı bakacağız hep...” diyorsunuz. Haklısınız, ben de çok seviyorum güzel hikâyeleri ve bu hikâyelerin kahramanlarını. Ama mesleğim gereği her zaman ruhu yaralı insanları gördüm ilk önce. Acıların, sıkıntıların, çözümsüz görünen sorunların altında boğulan, ezilen insanlarımızı...
Derken her seferinde hastalarımla birlikte adeta bir yolculuğa çıktık Kırmızı Oda’mda. Bu yolculuklar sırasında hastalarım bazen ağladılar, üzüldüler bazen de hayret ettiler, gülümsediler ama her ne olursa olsun bu yolculuğun sonunda ferahladılar, güçlendiler, fark ettiler, iyileştiler...
Ben de yıllar yılı hem acıyı gördüm hem tatlıyı, hem yarayı bildim hem de şifayı... Hayat bizlere kötü yüzünü göstermiş, canımızı fazlaca yakmış, kalbimizi kırmış olsa da bizler eğer bu acılardan kaçmayıp onlarla yüzleşebilir, anlayabilirsek kötü giden, bizi mutsuz eden talihimize dur diyebiliriz. İşte bu yüzden, önce kendi karanlığımızı tanıyacağız, anlayacağız sonra yılmadan, usanmadan çabalayıp o karanlığın içinde mumlar yakacağız. Bizler emek verdikçe mumlar çoğalacak ve amansız görünen karanlık yavaş yavaş kaybolacak.
Bugün de kardeşleri doğduktan hemen sonra “abla” olmuş, bir çocuk olarak hak ettiği sahiplenilmeyi tadamamış, o yalnız çocuklardan olan Binnur’un öyküsüne kulak verelim istiyorum... Verelim ki, anne babalarımız istemeden de olsa bu hatalara düşmesinler, yalnız çocuklar büyüyüp yetişkin olduklarında yaralı çocukluklarının öfkesini ve hüznünü beraberlerinde mezara kadar götürmesinler. Verelim ki, onların da “Yaşadım” diyebilecekleri bir hayatları olsun... Bakın Binnur neler yazmış mektubunda...
ÖĞRENCİ OLDUM, GENÇ KIZ OLDUM, ERGEN OLDUM, EN ÇOK DA ABLA OLDUM AMA... BEN EVLAT OLAMADIM
1. Gülseren Hocam merhaba...
Öncelikle sizi severek ve ilgiyle takip ettiğimi söylemek istiyorum. Kitaplarınız ve dizileriniz hayatımda mihenk taşı oldu diyebilirim. Siz olmasanız kendimle ilgili bazı gerçeklerin nasıl farkına varırdım, bu mektubu yazmaya nasıl cesaret edebilirdim bilmiyorum. İyi ki varsınız...
Benim adım Binnur. 22 yaşındayım. Aslında normal bir ailede büyüdüğümü söyleyebilirim. Normallikten kastım annemle babamın ufak tefek tartışmaları dışında bir gün olsun büyük kavga ettiklerine şahit olmadım. İkiz kız kardeşlerim var. Şu anda 16 yaşındalar.
BEN DE ÇOCUKTUM
Benim hayatım da onların doğumuyla değişti... Hatırlıyorum, ev adeta bayram yerine dönmüştü. Konu komşu, memleketten gelen akrabalar günlerce bizim evden çıkmamışlardı. Bu bayram neşesi bir yandan beni mutlu ederken, diğer yandan ilk defa o zamanlar kendimi görünmez gibi hissetmiştim. Ben de çocuktum. En çok anne ve babamın sevgi ve ilgisine ihtiyacım vardı ama onlar kardeşlerimin doğumunda beni tamamen unuttular. “Su getir”, “Misafirlere terlik ver”, “Annene bak uyuyor mu?” gibi cümleler dışında benim nasıl hissettiğimle ilgilenen kimse olmadı. Oysa kardeşlerim doğmadan önce benimle ne kadar da çok ilgilenir, severlerdi. Bir anda sanki altımdaki tahtı çekip aldılar.
İLGİ DE ÇEKEMEDİM
Ben de bu sefer annemle babamdan bulamadığım ilgiyi, eve gelen misafirlerden koparmaya çalıştım. Dikkatlerini çekmek için şakalar mı yapmadım, komik komik dans hareketleri mi, sormayın gitsin. Ama yok. Şakalarım yersiz, dans şovlarım beceriksiz, sohbetlere katılma çabam ise terbiyesizlik oldu. Ne yaptıysam ne ettiysem bir türlü ilgilerini çekemedim, çektiğim zamanda da beğenilmedim. Oysa şimdi dönüp bakıyorum da belki de ihtiyacım olan tek şey beni de orada gördüklerine dair bir işaret, bir bakış, hafiften bir başımın okşanmasıydı. Baktım ki istediğim ilgiyi bulamıyorum ben de içime kapandım. Misafirlerin gidip kardeşlerimin gelişiyle başlayan heyecanın bitip benim yine annemle babamın Binnur’u olabileceğim günleri beklemeye başladım.
ÇOCUKLUĞUMU BİLEMEDİM
Ama olmadı Hocam... Ben o günlerden sonra bir türlü anne babamın kızı Binnur olamadım. Öğrenci oldum, genç kız oldum, ergen oldum, en çok da abla oldum ama ben galiba evlat olmayı beceremedim hocam... Sadece kardeşlerimin ablası oldum. Kendi çocukluğumu bilmedim, bir pamuk şekerim olsa tuttum kardeşlerime verdim. Belki bir parça ilgi ve sevgi görürüm diye. Ama nerede... Ne bilindi değerim ne de görüldü emeklerim. Onlar ne yaptılarsa iyi yaptılar, ben ne yaptıysam yine pek görülmezdi. Onlara ne istediyse verildi, ben ne istediysem lükse kaçtı. Onların hep sevgiye ihtiyacı vardı, benimse bir abla olarak görevim onlara hak ettikleri sevgiyi vermekti. Sakın yanlış anlamayın beni, kimse bana bağırıp çağırmadı, şiddet göstermedi, aşağılamadı... Ama kendimi hep belli görev ve sorumlulukları yerine getirmek, evdeki varlığım ve dünyaya geliş amacım bundan ibaret olan bir varlık gibi hissettim.
İÇİM ÖFKEYLE DOLDU
Normalde kardeşi olan insanlar için paylaşmayı bilir derler ya, ben paylaşmayı çocukluğum boyunca hep çok iyi bildim. Ama ergenlik yıllarımda içimi anlamlandıramadığım bir öfke doldurdu, hiçbir şeyi paylaşmamaya karar verdim. Ne az sayıdaki arkadaşımı ne izlediğim filmi ne yediğim yemeği ne de dinlediğim müziği... Hatta derdimi bile paylaşmayı hiç sevmedim. Bari onlar sadece bana ait olsunlar istedim. Güzel şeyler paylaştıkça çoğalır derler ya hani, ben de hiç öyle olmuyor Hocam. Söyleyecek olsam elimden uçup gidecek, artık benim olmayacak gibi geliyor.
BAŞARIMA ŞAŞIRDILAR
Üniversite sınavında hukuk fakültesini kazandığımda annemle babamın gözlerinde oluşan şaşkınlığı hiç unutmayacağım. Ah hocam, o şaşkınlığın içimi nasıl yaktığını bugün geriye dönüp baktığımda çok daha iyi anlıyorum. İsterdim ki, gözlerinde şaşkınlık yerine gurur olsun. O gurur bana desin ki, bunca zamandır sana hissettiremesek bile biz seni gördük, çalıştığının, çabaladığının farkındayız ve işte şimdi seninle gurur duyuyoruz. Ama onun yerine, bunu nasıl yaptığıma inanamayan iki çift şaşkın göz vardı karşımda.
NASIL HAK SAVUNACAĞIM
O kadar uzun zamandır insanlarla rahatça konuşamıyorum ki; artık bir ortamda kendi fikirlerimi paylaşmam gerektiğinde elim ayağım titremeye başlıyor, zor nefes alıyorum. Bir de hukuk okuyorum düşünün... Benden avukat çıkar mı sizce? Yeni kişilerle tanışmaktan çekinen, sevmekten ve sevilmekten bu kadar korkan, insan içine karışamayan, arkadaşlarının sayısı ikiyi geçmeyen bu Binnur, nasıl avukat olacak da başkalarının hakkını savunacak? İnanın sırf bu yüzden tekrardan sınava girip daha kendimle baş başa kalacağım bir bölüm bile okumayı düşünüyorum. Sevdiğim, hayalini kurduğum meslekten de vazgeçiyorum...
ÖFKE VE PİŞMANLIK
Gün geçtikçe öfkesiyle dolup taşan bir insan haline de dönüştüm. Öfkemi en çok yönelttiğim insanlar annem, babam ve kardeşlerim. Bir yandan onları çok seviyorum, içten içe aslında onlar için yaşıyorum, tüm çabam günü geldiğinde onların gözünde o gurur ışığını görebilmek. Ama gelin görün ki, hâlâ yetemiyorum. Bu yetememezlik ise bende hiç bitmeyecekmiş gibi hissettiren bir öfke, öfkemi dile getirdiğim zaman da yine çok derin bir pişmanlık yaratıyor.
GÖRÜNMEK İSTİYORUM
Ben bu işin içinden çıkamıyorum Hocam... Ben de artık herkes gibi olmak istiyorum. Mutlu olmak, değerli olmak, birileri için bir anlam ifade edebilmek, görünür olmak istiyorum. Birileri de bana sahip çıksın, sarılsın istiyorum.
Çok mu şey istiyorum Hocam?
Umarım yazdıklarımı okursunuz. Okumasanız bile size yazmak, sanki karşımda duruyormuşsunuz gibi içimi dökmek çok iyi geldi. Sağ olun, var olun...
Binnur.
2. EN BÜYÜK CEZA GÖRÜLMEMEK DUYULMAMAK
Binnur’un mektubunu okurken içim cız etti. Sözleri, içten içe haykırdığı ama kimselere duyuramadığı feryadı nasıl da insanın kalbini acıtıyor değil mi... Biraz da benim hikâyeme benzer yanları var Binnur’un hikâyesinin. Ne de olsa ben de bir buçuk yaşımda abla olmuşum.
Bir çocuk için en büyük ceza nedir sizce? Sevilmemek, kabul edilmemek mi? Aşağılanmak, hakaret edilmek ya da fiziksel şiddete maruz kalmak mı? Biliyorum, sık sık tanık olduğumuz için aklımıza bunlar geliyor hemen. Bunların hepsi de birbirinden kötü ve yaralayıcı davranışlar ama bir çocuğun ya da yetişkin bir insanın maruz kalabileceği en kötü muamele yok sayılmak, görülmemek, duyulmamaktır... İnsan o zaman kendi varlığından bile şüpheye düşer, içinde kocaman bir boşluk oluşur ve bırakın kendini değerli hissetmeyi, o da herkes gibi yerer, aşağılar kendini. Çünkü olumsuz duygular olarak ifade ettiğimiz duygular bile insana aslında kendini “var” hissettirir. Varlığı görülmeyen çocuklar ise yetişkinliğinde bile içindeki o boşluktan kurtulamaz. O boşluğu sonradan doldurmak da zordur zaten.
NE KADAR ACI VERİCİ
Hatırlarsınız daha önceki bir yazımda yıllar önce Anadolu’dan gelen, “Kocam beni artık dövmüyor bile Hocam” diyen bir kadın hastamdan bahsetmiştim. Şiddet görmeyi iyi bir durummuş gibi dile getiriyordu çünkü eşinin onu yok saymasını, onu dövmesinden daha büyük bir ceza olarak görüyordu. Siz de aklınıza getirin evinizde, sokağınızda, işyerinizde görülmediğinizde, bir selam bile verilmediğinizde hissettiklerinizi... Yetişkin bir insan için bile böylesine acı veren “yok sayılma” davranışının, annesinin babasının bir bakışında, bir dokunuşunda, bir okşamasında sevgi arayan bir çocuk için ne kadar acı verici ve yıkıcı olduğunu düşünün... Daha da acısı Binnur, ikiz kardeşleri doğana kadar görülen, duyulan bir çocukken kendisinin deyimiyle bir anda “tahtı çekilip alınmış altından.”
‘SENDE BİR SORUN VAR’
Aileye bir bebek geldiğinde bir mutluluk bir heyecan da gelir ama diğer yandan o bebeğin bakımıyla, büyütülmesiyle ilgili kaygılar da gelir. Besbelli ki Binnur’un anne ve babası da ikiz çocuklarının doğmasıyla çok mutlu olmuşlar ama iki bebeğin yarattığı kaygı ve heyecanla Binnur’u görmezden gelmiş, onu hepten unutmuşlar. Hep ortalarda bir yerde olmuş Binnur, ne sevilip kucaklanmış, ne de sövülüp şiddet görmüş. Ama büyürken onun payına da en acısı olan ve şiddetin bir çeşidi kabul edilen duygusal ihmal düşmüş. Bu yüzden hep görülmeye, duyulmaya çalışmış ama bu çabaları “şımarıklık” olarak değerlendirilmiş. Sevgi ve ilgi görmek uğruna elinden geleni yapmaya çalışan Binnur, “Sende bir sorun var” duygusunu en derinlerinde hissetmiş her zaman...
Sevilmek uğruna sevdiği, kıymet verdiği her şeyi de paylaşmış ama yine de yaranamamış kimseye. Ne kendini sevdirebilmiş ne de paylaştıklarını. Sonra farkında olmadan, “İyisi mi kendime saklayayım sevdiklerimi” demiş. Herkesten gizli, korunaklı yerleri olsun istemiş. “En azından elimdekiler değersizleşmesin, yok olmasın.”
HUKUK SÜRPRİZ DEĞİL
Binnur’un hukuk okumasına şaşırdınız mı? Ben hiç şaşırmadım, hatta daha mektubun başını okurken aklıma gelmişti. Biliyor musunuz yaşamda adaletsizliğe uğradığını düşünen insanlar, özellikle de kız çocukları henüz çok küçük yaştan itibaren avukat ya da hâkim olmayı isterler. Büyüdükleri evlerde olmadığına inandıkları adaleti dünyada sağlamanın bir yoludur bu onlar için. Görülmeyene yüz, duyulmayana ses olmayı hayal ederler. Binnur da muhtemelen hem böyle bir duyguyla hem de anne babasının onunla gurur duyacağını umarak hukuk eğitimine başlamış ama ne yazık ki ailesi onun bu başarısını da görmemiş.
3. RUHUN ÇOCUKKEN ÇOK YARA ALMIŞ
Sevgili Binnur,
Biliyorum içindeki çocuk çok yaralı... Doğduğun ev sana kendini değersiz hissettirmekle kalmamış, aynı zamanda kendine olan güvenini ve sevgini de çekip almış senden... Bu nedenle öfkelisin hem kendine hem de ailene... Şimdi ailenle konuşsak bu duyguları yaşadığını anlatsak önce bizi hiç anlamaz sonra da çok üzülürler, içleri parçalanır. Eminim sana böyle hissettirdiklerinin farkında değiller. Sorsak hâlâ senin için canlarını verirler. Ama en çok da bilmeden, farkında olmadan yaptığımız hareketlerle yaralayıp kırıyoruz birbirimizi değil mi? En çok en sevdiklerimizin farkında olmadan yaptığı hareketler incitiyor insanı. Hele ki bir çocuğu...
Senin de ruhun çocukken çok yara almış. Ama şimdi büyümüşsün, üstelik bana sorarsan çok doğru bir tercih yapmış ve hukuk okumuşsun. Senden harika bir avukat olur. Zamanında çocukken kendini savunamamışsın ama şimdi senin gibi haksızlığa uğramış kişilerin haklarını nasıl güzel savunursun kim bilir... İçinde, dışarı akmayı bekleyen o öfke var ya, işte o öfke senin en büyük enerji kaynağın olur ve hayata en güzel haliyle akar. Başkalarının haklarını sahiplerine teslim ettikçe kendini sevecek, kendinle gurur duyacaksın.
Kaderini değiştirmek için ilk adımı aslında sen daha bana yazarken atmışsın. İkinci adım için de hadi bir cesaret... Sevdiğin, hayalini kurduğun meslekten sakın vazgeçme. Aynı cesareti bir daha göster ve kaderinin iplerini eline al Binnur.
Anne babamız bile olsa kaderimizin kontrolünü başkalarının eline bırakmamalıyız.
Bir tek hayatımız var ve bu hayatta kendimizin en yakın dostu yine kendimiziz. Aksi takdirde, kendimizle olduğu kadar hayatla da bir kavgaya tutuşuyoruz ki, bu kavganın kazananını daha en başından belli zaten. Hem hayatla hem kendinle bir an önce barış ki, kaderin güzel olsun.
Binnur’cuğum, umarım söylediklerim biraz olsun iyi gelmiştir sana ve aynı derdi paylaşan tüm okuyucularıma...
HOŞÇA KALIN SEVGİYLE KALIN
Sizler de bana mektuplarınızı drgbudayiciogluiletisim@madalyonklinik.com adresinden gönderebilirsiniz. Haftaya yeni bir hikâyede görüşmek üzere...
Paylaş