SEVGİLİ okurlarım,
Ülke olarak gündemimiz ne kadar yoğun olursa olsun, “kadın ve kadına şiddet” konusu televizyon haberlerinde, gazete manşetlerinde, sosyal medyada, sokakta, çarşıda, pazarda sürekli karşımıza çıkan, güncelliğini hiçbir zaman kaybetmeyen en önemli konularımızdan biri oldu. Yaşadığımız büyük deprem bile kadınları acımasızca katleden erkekleri durduramadı.
Bizler içimizi acıtan bu haberleri görmekten çok yorulsak da bunlara her gün bir yenisi eklenmeye devam ediyor. Son on yılda tam 3585 kadınımız erkekler tarafından öldürüldü. Dile kolay... Üstelik son yıllarda bu sayı git gide daha da artıyor. Peki kaybettiklerimiz sadece kadınlarımız mı? Onların gidişiyle yarım kalanların sayısını biliyor muyuz? Annesiz kalan yüreği yaralı çocuklarımızın sayısını, evlatsız kalan bağrı yanık anne babalarımızın sayısını, ablasız, kardeşsiz kalan insanlarımızın sayısını biliyor muyuz? Kuzenini, yeğenini, teyzesini, halasını, komşusunu, arkadaşını, dostunu kaybedenlerin sayısını biliyor muyuz? Onların seneler boyunca içlerinde sürüp gidecek bu sızıyı hissedebiliyor muyuz?
SORUN BAKIŞ AÇISINDA
Böyle haberlerin ardı arkası kesilmezken, ülke olarak çok önemli bir seçimin arifesinde olduğumuz bugünlerde kadınlarımızın temel hak ve özgürlüklerini koruyan yasaların siyasi çıkarlar uğruna tartışmaya açıldığını, kadınlarımızın olmadığı masalarda konuşulduğunu üzülerek öğrendik.
Sevgili Okurlarım,
Hayatın yarın ne getireceğini hiçbirimiz bilmesek de çoğu zaman bugünkü yaşam şeklimizin pek fazla değişmeden hep böyle devam edeceğini sanırız çünkü zihnimiz değişikliği sevmez. Alışkanlıklarından ve bildiklerinden şaşmak istemez. Zihnimiz her zaman daha önce bildiği, tanıdığı ortamlarda kendini daha güvende hisseder.
Belki de bu nedenle, imkânlarımız el verse bile kendimize daha iyi bir hayat kurmaz, sonra da buna binbir bahane uydururuz. Özellikle yaş aldıkça değişikliğe karşı direncimiz daha da artar, bizi çok daha rahat ettirecek koşullardan uzak dururuz. Kısaca söylemek gerekirse, iyi bile olsa, hayatımızdaki her değişiklik korkutur bizi.
Oysa hayat hiç düz gitmez. Biz değişikliklere dirensek de o bizi ne yapar eder, buna zorlar. Her biriniz gözlerinizi kapatıp geçmişten bugüne hayatınızda nelerin değiştiğini düşünecek olursanız, buna siz bile şaşar kalırsınız.
GELECEĞİ GÖREBİLSEYDİK NE HİSSEDERDİK
On yaşınızdayken, on yıl sonra nerede ve nasıl yaşayacağınızı bilseydiniz, biri size on yıl sonrasını gösterebilseydi, ya da yirmi yaşınızdayken, otuz, kırk, elli, altmış yaşınızdayken biri size on yıl sonrasını gösteriverseydi... Bambaşka evler, değişik bir iklim, pencereden baktığınızda gördüğünüz değişik manzara, kapı çalındığında eve gelip size sarılan farklı kişiler... Ya da çalınmayan kapılar, bir türlü gelmeyen o insanlar... Mutfaktaki size hiç tanıdık gelmeyen tabaklar, bardaklar, tencereler, çaydanlıklar... Hep yattığınız yatağa hiç benzemeyen yataklar, yorganlar, penceredeki perdeler, o evin kendine has olmayan kokusu...
Ve şimdiki size çok yabancı gelen o evde, belki de yüzü gülen, çok mutlu on yıl sonraki siz...
SEVGİLİ okurlarım,
Bu büyük depremde pek çok çocuğumuz tüm ailesini kaybetti ve sahipsiz kaldı. Pek çok çocuğumuzun da ona sahip çıkacak bir yakını olup olmadığı henüz bilinmiyor. Kiminin adı bile yok... Her biri devlet korumasına alınsa da, bu çocuklar bir aileleri olmadan büyüyecekler. Bu çocukların en iyi şekilde yetişebilmeleri, topluma faydalı, mutlu, huzurlu birer yetişkin haline gelebilmeleri için önce o çocukları anlamamız, nasıl hissettikleri konusunda onlarla iyi empati yapabilmemiz gerekir. Onların tam olarak neye ihtiyacı olduğunu ancak bu yolla anlayabiliriz.
Hepinizin bildiği gibi insan yavrusu kendi başına hayatta kalamaz, ona bakıp büyütecek bir sahip gerekir. İşte bu nedenle bebek doğduğu anda sahibini arar, ona bağlanır ve sadece onun yanındayken kendini güvende hisseder. Doğduğu anda onu kucağına alan, ihtiyaçlarını karşılayan, onu sevgiyle sarıp sarmalayan kişi kimse, onu sahibi kabul eder ve bir daha ondan ayrı kalmak istemez. Sahibi ondan uzaklaştığı anda bebekte huzursuzluk ve huysuzluk başlar. Kendini en çok, annesinin memesini emerken, anne kokusunu içine çekerken güvende hisseder.
Zamanla, annesi ondan uzaklaşsa bile onun geri geleceğini öğrenir ve hasretle onu bekler. Anne, alışkın olduğu zamanda gelmezse bebekte yine bir huzursuzluk başlar ve anne geri gelene kadar bu huzursuzluk ve güven kaybı devam eder.
SEVGİLİ okurlarım,
Yaklaşık bir ay önce yaşadığımız iki büyük depremde kaybettiğimiz canlarımızın yasını hâlâ tutarken; içinde tarihin en eski kültürel miraslarını barındıran şehirlerimizin de adeta yok olduğunu görmek içimizi sızlatıyor.
UNUTMAMALI UNUTTURMAMALIYIZ
Ölenleri geri getirme şansımız yok ancak bu ülke, böyle büyük acıları bir daha yaşamamalı. Vatanımızın hemen hemen tamamının deprem bölgesi olduğunu artık biliyor ve bu korkuyu iliklerimize kadar hissediyoruz. Bunca canı bizden alanın sadece depremler olmadığını, konuya gereken önemin, gereken hassasiyetin gösterilmediğini de geç de olsa öğrendik. Canlarımızı bizden alan gerçekleri unutmamalı ve unutturmamalıyız. Bizler de birey olarak bu sorumluluğu üstlenmeli, deprem gerçeğiyle sonuna kadar mücadele etmeliyiz.Bütün bu acı gerçeklerin altından kalkabilmemiz için zamana, çabaya ve emeğe ihtiyacımız var. Umuyorum ki toplum olarak bu gayreti gösterecek olgunluğa sahibiz ve inanıyorum ki elbirliğiyle, dayanışma içinde yaralarımızı saracağız.
Biz vicdanlı, özellikle kötü günde “bir” olmasını bilen, dayanışmadan beslenen bir milletin evlatları olarak; depremin ilk gününden itibaren genci yaşlısı, çoluğu çocuğu elimizden gelen her şeyi yaptık. Depremde yaşanan acı dolu hikâyeleri duydukça içimiz parçalandı ama öyle günler de oldu ki gördüklerimiz kararmış ruhlarımıza ışık oldu.
Mutlaka görmüşsünüzdür; Kahramanmaraş’ta Abdülhamid Han Camisi’nin eski imamı Ömer Faruk Hoca’yı... Cami hoparlöründen sadece çocukların yüzü biraz gülsün diye “Ali Baba’nın bir çiftliği var”ı ne de güzel söyledi... Askerlerimiz çocuklarla oyunlar oynadı... Bir çiftçimiz yıllardır traktör alabilmek için biriktirdiği parayı depremzedelere dağıttı. Çocuklarımız kumbaralarını kırıp içindekileri o bölgeye yolladı.
Futbol maçlarında çocuklarımız gülsün diye sahaya atılan oyuncakları seyretmeye doyamadık. Toplum olarak içimiz bir ve beraber olmanın coşkusuyla doldu.
Kimi enkazda bulduğu kilolarca altını kimi kendisine verilen yastıktan çıkan altınları sahiplerine geri verdi, kimi çocuk oyuncağın fazlasını kabul etmedi, öteki çocuklar da oynasın diye...
Sevgili okurlarım,
Yine millet olarak çok zor süreçlerden geçtik ve geçmeye de devam ediyoruz. Günlerdir her birimizin hayatında birinci sırayı yaşanan bu felaket aldı. Yaşanan bu büyük yıkımın iç dünyamızda oluşturduğu etkileri, yani “travma sonrası stres bozukluğunu” az çok hepimiz yaşıyoruz.
“Bu süreçte neler yaşadık” diye şöyle bir dönüp bakarsak, önceleri ne büyüklükte bir felaket yaşadığımızı hiçbirimiz anlayamadık, tam bir şok yaşadık ve bir süre bunu kabul edemedik. Durumu gördükçe, enkaz altında kurtarılmayı bekleyen binlerce insanımızın haberlerini aldıkça, yıkıntıların önünde sevdiklerini kurtarmaya çalışan vatandaşlarımızın çaresizliğini hissettikçe, oradakilerle empati yaptıkça bu sefer de kendimizi suçlu ve yetersiz hissettik. Onlar deprem bölgesinde perişanken biz burada nasıl sıcak evlerde oturur, yer içeriz diyerek adeta yaşıyor olmaktan utandık. Olayın vahametini anladıkça korku ve kaygılarımız giderek arttı. Her birimizin yüreğine taşıyabildiğimizden daha ağır bir acı çöktü.
Çaresizlik duygularımızla birlikte bu sefer bir öfke patlaması yaşadık. O güne kadar sormadığımız soruları ardı ardına sormaya başladık. “Neden biz” dedik, “Bunlar neden hep bizim başımıza geliyor” dedik, sonra da öfkemizi birbirimize yönelttik.
MORALİMİZ BOZUK KAYGIMIZ ÇOK
Bu arada her birimizde farklı boyutlarda korkular, kaygılar başladı. Ya bizim de başımıza gelirse diyerek kendi yaşadığımız yerlere döndü dikkatimiz. Kafamızın içinde türlü deprem senaryoları oluşturduk, kaçış planları yaptık. Bizimle birlikte çocuklarımız da korktu, onlarda da çeşitli sorunlar başladı. Alışageldiğimiz yaşam tarzlarımız bozuldu. Çocuklar okula, yetişkinlerin bir kısmı işe gidemedi. Moraller çöktü, uykular bozuldu, yeme içme alışkanlıklarımız bile değişti.
Hepimiz üzgünüz, moralimiz bozuk, içimizden bir şey yapmak gelmiyor, bir yerlere sığamıyoruz, geceleri eskisi gibi uyuyamıyoruz.
Sevgili okurlarım,
Öncelikle milletimizin başı sağ olsun, ölenlere rahmet, yakınlarına sabırlar, yaralı kardeşlerime acil şifalar diliyorum. Ülkemiz, tarihte eşine az rastlanır çok büyük bir felaket yaşadı, adeta haritalar değişti. Allah milletimize güç kuvvet versin.
Anadolu’da ünlü bir söz vardır. Bir aile, büyük bir acı yaşadığı zaman insanlar onlara baş sağlığı diledikten sonra genelde “Allah bu acıyı unutturmasın” derler. Yani bu söz “size bu acıyı unutturacak başka acılar vermesin” anlamına gelir.
1999 GÖLCÜK
ÇİLELİ BİR MİLLETİZ
Bizler, millet olarak yaşadığımız pek çok acıyı, travmayı unuttuk, belki de unutmak zorunda kaldık. Geçmişe dönüp şöyle baktığımda, başımıza gelmeyen hiçbir şey kalmamış. Bu ülkede hep birlikte pek çok acı gördük ve yaşadık. Terör olaylarından tutun da ihtilaller, devrimler mi dersiniz, asılan kesilenler mi dersiniz, verdiğimiz bunca şehitler mi?
Hükumetler devrildi, yenileri kuruldu, ekonomik krizlerin biri bitmeden diğeri başladı. Bankerler furyasında herkes payına düşeni kaybetti, bankalar battı.
DEPREM insanları en çok korkutan doğa olaylarının başında gelir ve psikolojik etkisi uzun sürer çünkü sarsıntı dursa da kimi kaçabilir kimi enkazın altında kalır. Hemen, şu kadar kişiyi kaybettik, şu kadar kişi yaralandı diyemez, yaralarımızı çabucak saramaz, olay sonrasına bir türlü geçemeyiz. Yani kriz, uzun süre devam eder. Kimimiz enkazın başında kimimiz de televizyonların başında, enkaz altında kalanları merak eder ve üzülerek endişeyle kurtarılmalarını bekleriz.
Millet olarak başkalarının acılarıyla empati yapma yeteneğimiz yüksek olduğundan, gördüklerimiz, duyduklarımız, tanık olduklarımız bu endişelerimizi ve üzüntülerimizi arttırır ve bizler de depremi bizzat yaşayanlar gibi olaydan etkileniriz.
Enkazdan kurtarılanların yüz ifadeleri bize çok şey söylüyor aslında. O yüzlerde ne acı, ne de kurtulmanın sevinci var çünkü her biri tam bir şok yaşıyor. Sadece onlar değil, hepimiz şoktayız çünkü hiçbirimiz daha önce böylesi bir felaketi ne gördük ne de duyduk...
ÜLKEMİZ YASTA
Şu anda bütün Türkiye yasta, üzgün ve endişeli... Üstelik son yıllarda önce pandemi, sonra ekonomik sıkıntılar, İstanbul’da patlayan bomba, üst üste gelen şiddet haberleri derken, uzun süredir halkımız farklı korkular, kaygılar yaşadı. Moraller bozuldu, ruhsal sorunlarımız giderek arttı. İşte bu büyük deprem felaketi tam da böyle bir zamanda geldi.
SEVGİLİ okurlarım,
Bedensel hastalıklar konusunda halkımız az çok bir şeyler biliyor, okuyor, dinliyor ancak sıra ruhsal hastalıklara gelince, bunlardan sanki uzak duruyor. Bu konuyu zihinlerimizde tabu haline getirmiş olabilir miyiz?
Grip, sinüzit, mide ülseri, diyabet, zatürre, kalp krizi, tansiyon gibi sık görülen hastalıklar hiçbirimize yabancı değil. Bu terimlerin ne anlama geldiğini, bedenimizin hangi bölgesini hasta ettiğini biliyor ve bir an önce derdimize çare arıyoruz. Depresyon, bipolar hastalık, panik atak, OKB, şizofreni, paranoid bozukluk, anksiyete bozukluğu, dikkat eksikliği gibi terimlerin ne anlama geldiğini az da olsa bilsek güzel olmaz mı? Bunlarla da ülkemizde çok sık karşılaşıyoruz. En azından kendimizde ya da yakınlarımızda bu tür belirtileri gördüğümüzde bunun bir huy değil hastalık olduğunu anlar ve bir an önce çaresine bakarız.
Belki de biz ruh sağlığı profesyonelleri bunları size iyi anlatmıyoruz.
Özellikle son zamanlarda dehşetle okuduğumuz bazı olayların faillerinin ağır hasta olabileceğini düşünüyorum, yani bu konuda bilgi sahibi olmak, bazen hayati önem taşıyabiliyor.
ÜÇ ÇOCUĞUNU ÖLDÜRDÜ
Bunun son örneği geçen hafta yaşandı. Bir baba 11, 10 ve 4 yaşındaki üç çocuğunu asarak öldürdükten sonra intihar etti.
Bunu İstanbul’da bir sitede teknisyen olarak çalışan 33 yaşında bir erkek yaptı.