’Yeni Dalga’ üstüne bir kitap beni gençlik anılarıma götürdü.
Film adlarının çağrıştırıcı özelliğini bilirsiniz, birden bazı kareler gözünüzün önünde canlanır, anılarınızla örtüşür, sinema beğeninizi de ortaya koyar.
James Monaco’nun yazdığı, Ertan Yılmaz’ın dilimize çevirdiği Yeni Dalga’da; Truffaut, Godard, Chabrol, Rohmer, Rivette yer alıyor.
Monaco, Önöz’de kitabın niteliğini özetliyor:
Ancak bu kitabın amaçları açısından "Yeni Dalga" sadece "Truffaut, Godard, Chabrol, Rohmer ve Rivette"tir. Son yirmi yılda yapmış oldukları yüzden fazla filmde görünen açık farklılıklara rağmen yine de bu beş yönetmenin onları bir grup olarak birleştiren ve kendi öncellerinin çoğundan ayıran sinema sanatına yönelik temel bir tutumu paylaştıklarına inanıyorum. Eleştirmen olarak ortak bir çıraklık deneyimi yaşayan bu beş yönetmen, filmi temel olarak zihinsel bir olgu olarak görür. Bu, onların filmlerinin duygulardan kaçındığını öne sürmek değildir; tam tersine bu filmlere çoğu zaman derin duyğusal anlamlar yüklenir. Ama her zaman temel bir idealar yapısına geri döneriz. Ne kadar tutkuyla geliştirilirse geliştirilsin, her zaman temel bir mantık vardır. Onlara göre film dünyayı keşfetmenin ve onun politikası, psikolojisi, yapısı, diline dair bir anlayış geliştirmenin büyülü bir aracıdır.
Sonuç olarak Yeni Dalga 1960’larda ve 1970’lerde Fransız yaşamının entelektüel yapısının ayrılmaz bir parçası haline geldi. Bu beş sanatçının sergilediği ısrarcı merakın sinemaya çok önemli katkıları olduğunu düşünüyor ve bunu izleyen sayfaların tutumu sadakatle yansıtacağını umuyorum. Amacım Yeni Dalga sinemasını yargılamak değil, ama o filmlerin davet ettiği hayati diyaloğa katılmaktır.
1960’lı ve 1970’li yıllarda seyrettiğim, unutamadığım bazı filmleri sıraladığımda, benim kuşağımdan birçok kişinin de duygularını, düşüncelerini canlandırdığıma inanıyorum.
Hiç kuşkusuz genç kuşak da sinema tarihinin bu önemli, başka kuşakları da etkileyen filmlerini görmüştür.
Seyrettiğim, etkilendiğim, unutamadığım listeden birkaç ad:
İncelenen filmlerin, yönetmenlerin listesi daha kabarık, ben kişisel bir bellek yoklaması sonunda yukarıdakileri yazdım.
*
Fahrenheit 451, despotluğun, yaratma özgürlüğünü kısıtladığı, kitabın yakıldığı her olayda, birçok yazarın dipnotunda yer almıştır. Referans filmlerden biridir.
Fahrenheit 451, bilimkurgu türü fazlasıyla oluşturulmuş olduğu için Truffaut’ya özellikle çekici gelmiş olmalıdır. Auteur ile tür arasındaki karşıtlıklar ve gerilimler çok açık olacaktı. Fahrenheit 451’in Günce’sinde açıkça tanımladığı gibi amacı en eklektik ve en az klişe bilimkurgu filmi yapmaktı. Bu amaç için "kurmacanın bilime" çok daha ağır bastığı bir film tasarladı. Muazzam ahlaki ifadelerle dolu Yasak Gezegen, The Incredible Shrinking Man ya da 2001: Uzay Macerası gibi klasiklerin büyük teknik metaforları Truffaut için söz konusu değildi. Onun ana odak noktası her zaman olduğu gibi insanlardı. "Bu filmi yapmayı istedim, çünkü zor durumdaki kitapları zor durumdaki insanlarmış gibi göstermeyi, izleyicinin sanki yanan hayvanları ya da insanları izliyormuş gibi acı çekmesini istedim."
Bazı önemli açılardan Fahrenheit 451 onun en az başarılı filmidir. Kendisinin de "Günce"de belirttiği gibi, "Filmi parçalar halinde ya da bir defada üç makara olarak izlediğimde çok seviyorum, ama baştan sona izlediğimde çok sıkıcı görünüyor."
*
Neydi Serseri Aşıklar’ın yeri? Neydi bizi çeken? Neydi birden her şeyiyle yaygınlaşan? Bunun yanıtını Monaco’nun renkli incelemesinde bulabilirsiniz:
Godard’ın ilk uzun metrajlı filmi olan Serseri Aşıklar, 1960 yılının Mart ayında gösterime girdiğinde bir dönüm noktası olarak değerlendirildi. Bir eleştirmen olarak hırçınlığıyla ünlenen Truffaut, bir yıl önce daha geniş bir sinema izleyicisi grubu için hemen anlaşılabilir bir filmle sinema kariyerine başlamıştı. 400 Darbe taze ve yeniydi, ama aynı zamanda temel olarak belirli, belli başlı gelenekler içinde yer alan bir film olarak görüldü. Öte yandan Serseri Aşıklar kesinlikle devrimciydi. Öykü, tonunda döneminin ürünü olsa da, kesinlikle beklenmedikti. Jean Pierre Melville önceki on yılda herhangi bir zamanda bu öyküyü filme çekebilirdi; gerçekten de senaryoyu Truffaut hazırlamıştı, ama eğer o çekseydi film asla devrimci olarak görülmezdi. Bu nedenle Serseri Aşıklar’a eşsiz damgasını veren özü değil, daha ziyade filmin sinema tarihinin genel geleneklerine sert bir karşıtlık içinde oluşturulan alt metni, yönetmenin kapalı dünyasında kendisini bir ikon kırıcı olarak kabul ettirdi. Onun filmleri -bazıları için- anlaşılmaz olma noktasına kadar özgün olmayı sürdürecekti.
İronik bir biçimde Serseri Aşıklar’ın en iyi bilinen yeniliği yalnızca bir filmsel noktalama olan atamanın (jump cut) kullanmasıdır. Sanki bir roman yazarı ya da şair noktalı virgülü "devrimci" kullanımı nedeniyle övülüyordu.
Eleştirmenler, bu kitap için Yeni Dalga üzerine en iyi kitap yargısına varmışlar.
Gerçekten de ben filmleri anımsadım, sinema tarihinin önemli adlarını bir kez daha seyretmiş gibi oldum.
HAFIZAMIZDA KALDILAR
Sıksık belirtirim, Türk sinemasının genç kuşaklarca seyredilmesinde, Türk sinemasını küçümseyenlerin bunun önemini ve bize aidiyetini anlamada televizyonların büyük yararı oldu.
Türk sinemasının seçkin filmlerini görerek, bizim sinemamızın tarihini öğrendiler.
Türk sinemacıları üzerine çalışmalarıyla tanınan Feyzan Ersinan Top, yukarıda adı geçen aktörlerle konuşmalarını Asla Unutmadım kitabında topladı.
Konuşmaları okurken, onların dününü, sinemaya çıkışlarını, aile ortamlarını, anılarını, başından geçen ilgi çekici olayları göreceksiniz. Perdede gördüğünüz kişilerin rol dışındaki insan kimlikleri sanırım sizin ilginizi çekecektir.
Kitabın başında Halit Refiğ’in yazdığı Kadın Gözüyle Erkek Yıldızlarımıza Bir Önsöz, sanırım okurların dikkatinin nelere, nerelere odaklanması gerektiğini işaret etmesi bakımından ilgi çekici.
Elinizdeki kitapta bir döneme ışık tutulmasına dikkat edilmiştir. Asla Unutamadım’da altı aktörle çalıştık. Bunlar; Cüneyt Arkın, Göksel Arsoy, İzzet Günay, Fikret Hakan, Ediz Hun ve Kartal Tibet’tir. Bu altı isim de Türk sinemasında farklı yere sahip olmuştur.
Ediz Hun, İzzet Günay ve Kartal Tibet üçlüsü aynı dönemde Türk sinemasına hizmet vermiş, romantik jönlerimizdir. Bu üç isim de zamanla sahneye, sinemaya ve siyasete yönlenmişlerdir.
Yine Fikret Hakan, bu üç isimden önce sinemaya başlamış ve çoğunlukla da toplumsal filmlerde rol almıştır.
Göksel Arsoy, yine Hakan’ın döneminde romantik filmlerde Avrupai havası ile yer almış, üstüne üstlük bir de Altın Çocuk gibi cesur macera filmleri çekmiştir.
Cüneyt Arkın, bugün bile yeni kuşaklarca takip edilen, Halit Refiğ’in de deyimiyle "fenomen" bir oyuncumuz olmuştur. Doktorluktan sinema oyunculuğuna geçerken kendini işine vermesi ve hayatını sinemaya adamasıyla dikkat çekmiştir.