Yaşadığımız şehre ihanet ediyoruz

EVDEN eve taşınan sepetteki kedi gibiyiz.

Sabahleyin otomobilimize biniyoruz, akşam gene otomobilimize binip eve dönüyoruz.

Ne şehri tanıyoruz ne şehrin insanlarını. Sömürge valisi gibiyiz. Yaşadığımız şehre yabancılaşmışız.

İstiklál Caddesi-Taksim-Nişantaşı-Etiler hattında dolanıp duruyoruz.

Ben öyle değilim. Cağaloğlu’nu, Sultanahmet’i, Kapalıçarşı’yı, Mısır Çarşısı’nı sıkça gezerim.

Gazetelerde o mekánlara dair tek satıra rastlamazsınız...

Müzik festivali zamanında, Aya İrini’de bir konser verilirse ya da Arkeoloji Müzesi’nin bahçesinde bir davet varsa, bu semtler ancak o zaman gazetelere girer.

Názım Hikmet dışında kimse o güzelim Gülhane Parkı’nın farkında değil artık. Ne güzel yürünüyor içinde, birden Sarayburnu’nun insanı canlandıran rüzgárıyla karşılaşıyorsunuz.

İş hayatı, çalışma koşulları deyip beni de, kendinizi de aldatmayın, bir Beyoğlu cafe’sine uğramayın bir gün.

* * *

BEN bu semti severim diyenlere, hemen bir soru yöneltirim: Hangi mevsimde, hangi saatte?..

Gece yaşantısının izlerinin henüz silinmediği Beyoğlu sabahlarını severim. Üç rejimi görmüş İstanbul’un gerçek yüzünü binalardan okumaya çalışırım. Kitapçıların erkenci müşterisi olmak hoşuma gder. Yazları elbette. Terk edilmiş şehirler ve insanlar benim ilgimi çeker.

Sultanahmet öğleden sonrası tutkumdur, Yeşil Ev’de havuzun başında bir beş çayından sonra Ayasofya’nın, Üçüncü Ahmet Çeşmesi’nin önünden geçip, İshak Paşa Caddesi’den kıyıya vururum kendimi.

Caddeler de, semtler de zaman içinde itibardan düşer, kimlik değiştirir.

Laleli, 1940’lı, 1950’li yıllarda üniversite öğretim üyelerinin evlerinin bulunduğu semtti. Şimdi dericilerin, küçük otellerin yeri... vesaire... vesaire...

Edebiyatçıların oturduğu kahveler, içtikleri meyhaneler... Onların yerinde yeller esiyor bugün. Kitaplardan öğrenseniz ne çıkar. Mimari barbarlık da hasletlerimizden (!) biri.

Yenikapı’da Kemal Bey’in kahvesini, Baylan’ı, Narlıkapı’yı genç kuşak duydu mu? Duysanız da fark etmez.

Eminönü, bizim Cağaloğlu’ndan, Báb-ı Áli (Ankara Caddesi) yokuşundan inerek ulaştığımız yerdi. Bugün de Mısır Çarşısı’na girdiğinizde, Kurukahveci Mehmet Efendi’nin Tahmis Sokak’taki yerinden öylesine bir kahve kokusu gelir ki, o sokağı kokuyla teslim alır. Oktay Rifat’ın, "köşeyi tutan leylak kokusu" yerine, köşeyi mis gibi kavrulan kahve kokusu tutar.

Eminönü’nün arka sokaklarında da başka güzellikler bulmuşumdur. Murat Belge, kitabında, oradaki Kostarika Fahri Konsolosluğu’ndan söz ediyordu.

Onur Baştürk, geçenlerde okuduğum bir yazısında, çok sevdiğim, Yaşar Kemal’in ödül töreni için gittiğim Barcelona’dan söz ediyordu. Değişmeyen mimarisinden, binalarından...

İşte İstanbul’un hazin tarihi bu değişimde gizli.

* * *

DÜN gene kitapçılara uğradım. Gözden kaçırdığım birkaç kitabı bulmanın sevincini yaşadım.

Kilometrelerce uzakta yaşayan, ya da sonsuz uykularına dalmış dostlar kazandım.

Bugün onları ağırlayacağım, anacağım.
Yazarın Tüm Yazıları