İyi tanınmış bir cerrah, Evliya Çelebi’ye taş çıkartan bir seyyah, bir mizahçı.
Prof. Dr. Tarık Minkari’nin bir cümlede portresi.
Mizah Zekánın Zekatıdır başlıklı, Figen Şakacı’nın yaptığı nehir söyleşi, eğlenerek okunan bir biyografi. Kitap sadece Tarık Minkari’nin yaşamı değil, tıbbımızın, doktorluk dünyamızın yarım yüzyılı aşkın tarihi.
16 Mart 1925’te doğdu, bu demektir ki, İkinci Dünya Savaşı’nın bütün sıkıntılarını yaşadı, ekmek karnesinden başlayan kısıtlı olanaklarla süren bir yaşam. Yeni kurulmuş bir cumhuriyetin imkansızlıkları içerisinde geçen bir çocukluk...
Asistanlıktan profesörlüğe giden engebeli yoldaki yükselişin, şimdi eğlenceli gelen zorlu yürüyüşü. Çıkartılan engeller, oynanan oyunlar... Bugün anlatırken bunlara gülüp geçiyor. Bütün bunları, zarif bir mizah içinde dile getiriyor.
Tarık Minkari, arkadaşlarını, meslektaşlarını anlatırken, kimseyi kötülemiyor. Satırlarına kinin, ertelenmiş hesapların gölgesi düşmemiş. Mizahın gücünün, yaşama gülerek bakmanın bir örneği bu kitap. Bize anılarını, yaşadıklarını hoşgörü filtresinden geçirerek aktarmış.
Yoksa neler var?
DOKTOR OLDUĞUNA ANNESİNİ İNANDIRAMAMIŞ
Otuz dokuz ay, bir kuruş para almadan, boğaz tokluğuna çalışan bir doktor. Gece nöbetinde her ameliyata öğrenme arzusuyla koşan bir meslek áşığı. Annesini profesör oluncaya kadar doktorluğuna bir türlü inandıramıyor. O anne ki, asistanlığı sırasında telefon edip, yorulmuşsundur gel seni Lunapark’a götüreyim diyor. Beş erkek kardeşin en küçüğü Minkari. "Ben gülmeyi annemden öğrendim," diyor.
Hitler zulmünden, Nazizmden kaçan birçok öğretim üyesi o zaman Türkiye’ye geldi. Onlardan biri de Prof. Frank’tı. Çok ciddi bir hoca, yüzü gülmüyor, bazı hocalar gibi Türkçe öğrenmemiş. Sınıfta ders verirken, salonun kırık penceresinden kuşlar girip çıkıyor, bir gün bir kuş hocanın başına kısmeti boca ediyor -bilirsiniz kuş pisliği kısmettir diye bir anlayış vardır- mendilini cebinden çıkarıyor, saçlarını ve yüzünü siliyor, yanındaki çevirmeni Prof. Dr. Nebil Bilhan’a dönüyor, bir cümle söylüyor. Bilhan da Alman meslektaşı gibi, asık suratlı bir hoca, öğrencilerine cümleyi çeviriyor, tabii ki ciddi bir yüzle: Hoca dedi ki, "İyi ki mandalar uçmuyor."
Neşet Ömer İrdel, ders verirken sık sık şöyle dermiş. Biz her gün cebimizden birkaç "frank" çıkarırız. Hem Fransız Frank’ını kastediyor hem de Prof. Frank’ı. Öğrenciler kıs kıs gülerek bunu dinliyorlar.
Tıpla ilgili anılar, anekdotlar hepimizin hoşuna gider, bir mesleğin içyüzünü öğrenmek, komik yanını okumak. İşte Mizah Zekánın Zekatıdır’da tıp tarihinin, doktorluğun gülünç yanlarını okurken, meşakkatli mesleğe ancak böyle tahammül edilebilir, dedim.
Eski doktorların anılarından seçmeler de kitabın bir başka lezzeti. "Eskiden hamamda kol bacak kesilirdi!" bölümünde eski cerrahların, yaptığı birbirinden inanılmaz ve maceralı ameliyatları anlatıyor Minkari. Eski belediye başkanı Dr. Cemil Topuzlu’nun bir ameliyat olayını aktarıyor.
AMELİYAT SIRASINDA ELEKTRİK KESİLİYOR
Cemil Topuzlu, her zaman, ameliyatları ameliyathanede yapmalarını tavsiye edermiş. Bakırköy’de bir gün bir hastayı masa üzerinde, ilkel koşullarda ameliyat etmek zorunda kalmış, elektrikler sönünce bahçıvan operasyonun devamı için iskemle üstüne çıkıp gaz lambası tutuyor; fakat iç organları, kanı görünce düşüp bayılıyor, gaz lambası düşüyor ve yangın çıkıyor. Ancak ünlü operatör sonucu anlatmıyor.
Tarık Minkari’nin yaşamının birçok yanında mizah var. Eşi Ayseli Hanım’la evlenecek, ama gelin görün ki, doçentlik çalışmaları için Paris’te. Hemen ailesine ve müstakbel eşine haber gönderiyor, siz nişanı yapın diye. Böylece doktorun gıyabında aile bireyleri toplanıp nişanı yapıyorlar, ona da yüzüğü taktık diye haber gönderiyorlar, o da bir kuyumcudan yüzük alıp parmağına takıyor.
İyi güzel de nikáh nasıl kıyılacak?
Ayseli Hanım’a diyor ki, ben İstanbul’a dönünce, doçentlik için hazırlanacağımdan evlenecek vakit bulamayacağım, gel burada nikáh kıyalım. Paris Büyükelçiliği’nde evleniyorlar.
Minkari idari işlerden unvanlardan hep uzak durmuş, pençeleriyle -eşi Ayseli Hanım onun elleri için bu tabiri kullanıyor- şifa dağıtmış.
Bir gün Vehbi Koç hastalanıyor, onu çağırıyorlar. Barsak sıkışması teşhisi koyuyor, aile de o gün Kenan Evren’in açacağı bir Koç Okulu için karşı tarafta, aile fertleri bekleniyor, durum izah edildikten sonra hemen karar veriliyor, Vehbi Bey ameliyata alınıyor. Ertesi gün gittiğinde Vehbi Koç ona, "ekspres doktor" adını takıyor.
Geçmişi yazmak kolaydır, onu okutmak zordur. Bu kitapta Figen Şakacı’nın da rolünü es geçmemek gerek. Kitabı bir solukta okumamızı sağlayan soruları sorarak, bunu başarmış.
VASİYETİMDİR
Bitkisel hayata girersem tedavi etmeyin
Bitkisel hayata girmiş isem bu tarz yaşamak benim için değer taşımadığı için, ölümüme izin verilmesini istiyorum. Bu nedenle; burnumdan beslenmeyi, damarlardan sulandırmayı, yapay alet yardımıyla solumayı reddediyorum. Bakın dikkatinizi çekiyorum. Burada ben destek tedavinin kesilmesini istiyorum. Doktora ilacı iki misli yap demiyorum. Çünkü o öta naziye girer. Ben tedavi etme diyorum. Bitkisel hayata ya da sürekli komaya girersem her türlü destek tedavinin kesilmesini istiyorum. Şuurumun önemli bir kısmını kaybedersem, iletişim kabiliyetimin tamamını ya da tamamına yakınını kaybedersem, insana yakışır şekilde beşeri ilişkiler kuramıyorsam, sevildiğimi anlamıyor ya da sevdiğimi anlatamıyorsam, bu şekilde yaşamak istemiyorum. Tedavinin zararı, yararından çok olursa, şahsi onurum ve mahremiyetim yok olursa, soluk alıp vermem sürse de, kalp atışlarım devam etse de, çevremdekilerle anlamlı ilişkiler kuramıyorsam destek tedavinin kesilmesini istiyorum. Ayrıca gömülmeyi değil, "yakılmayı" istiyorum. Küllerimin yarısının aile kabristanımıza annemin babamın üstüne, öbür yarısının Bodrum Yarımadası’yla Datça Yarımadası’nın arasında açık denize, mavi sulara atılmasını istiyorum.
HİPNOZ
Ameliyat etmek için üçkağıt yaptım
Bir keresinde bir hastayı ameliyat etmem gerekiyor. Ur tespit etmiştim ve onu almak gerekiyor. "Beni uyutmaman şartıyla olur," dedi hasta. "Çünkü, uyuyan hastalar, bazen uyanmıyor. Onun için ben uyutularak ameliyat olmak istemiyorum." Ben de o zaman onun elini tuttum ve "Şeytan Tarık" ı devreye sokarak ona bir yalan söyledim. Hiç sorun değil, kabul ederseniz ben sizi hipnozla ameliyat ederim dedim. "Ama kimseye söylememenizi isteyeceğim sizden" diye ekledim. Kabul etti. Ameliyat günü hazırlıklar yapıldı, ekibe "Hastayı ameliyathanenin kapısına kadar getireceğim. Anestezi uzmanı arkadaşa rica ettim. Ben hastayla konuşurken o manşondan ilacı yapacak. Hasta farkına bile varmadan uyuyacak, sonra içeri alacağız, tamam mı?" dedim.
Sahtekarlığın daniskasını oynuyoruz yani. Resmen üçkağıtçılık. Hastayı ziyaret ettim odasında, bana hipnoz sözümü hatırlatıyor. Asansörle indik beraber, ameliyathanenin kapısına geldik. Seans başlıyor, "Dikkat et. Gözlerime bak ve dediklerimi tekrar et. Bana inanıyorsun değil mi? Şimdi lazerlerimi çalıştırıyorum ve derinlere doğru gidiyorum. Söylediklerimi tekrar etmeni istiyorum. 10...9...8..." dedim. Benim söylediklerimi tekrar ederek 3’e kadar geldi. Bana o kadar konsantre olmuş ki, anestezist arkadaşa işaret ettiğimi fark etmedi bile. Zira o sırada iğne etkisini göstermeye başlamıştı. Başarılı bir ameliyat oldu, odasına çıkardık. Bütün hastaneden rica ettim, kimse nerkoz olduğunu belli etmesin, hastayı uyuttuğumuzu belli etmeyin dedim. Hálá hipnoz yaptığımı sanıyor.
DOĞAN HIZLAN’IN SEÇTİKLERİ
Murathan MunganKáğıt Taş KumaşMetis
Bedri Koraman Bedri Koraman’ın HaftalıklarıDoğan Kitap
John BergerSanat ve DevrimAgora
Zeki SarıhanKurtuluş Savaşı KadınlarıRemzi Kitabevi
Toktamış AteşÜniversitelerimiz ve Demokrasiİstanbul Bilgi Üniversitesi