CUMARTESİ sabahı yazar arkadaşlarımla birlikte Diyarbakır’a gelen Hürriyet Treni’ndeydik. Oya Baydar, Melek Ulagay, Murathan Mungan, Deniz Kavukçuoğlu ve Adnan Binyazar’la birlikte.
Murathan Mungan ile Adnan Binyazar’da, Diyarbakır tren garının acı anıları var. Bir çağrışım selini içinde buluyorlar kendilerini. Diyarbakır‘da garın içinde ve önünde o anılarını aktarıyorlar. Murathan Mungan’ın ‘Elli Parça’ kitabındaki ‘Tren’ bölümünden bazı satırları okumanızı isterim: “Diyarbakır Garı’nda iki süngülü er, bir astsubay eşliğinde, annem, ben ve elleri kelepçeli babam trene bindiriliyor, sonunu bilmediğimiz uzun ve karanlık bir yolculuğa çıkarılıyoruz. Gözümü alamıyorum babamın bileklerindeki kelepçeden, delice bir önseziyle, o kelepçenin yalnızca babamın bileklerini değil, gölgesi bundan böyle bütün yaşamımızın üzerine düşecek bilinmez bir yerine de ağır bir kilit gibi vurulduğunu hissediyorum. Nitekim yıllar sonra bu kitaba, bu kelepçelenmiş bileklerin anısıyla başlamak isteyişim, belki bu nedenledir; onları çözmek için. Artık çözmek için. Gözlerimi alan o metal parıltının bakışlarımı ve zihnimi uyuşturan etkisi, benimle o kelepçeli bilekler arasında yıllarca süren büyülü bir çekim alanı yarattı; belki de bu yüzden her zaman kendimi suçlulara daha yakın hissettim. Onları anlamaya çalışmak, hayatın gerçeklerini anlamak konusunda hep daha kestirme bir yol olarak göründü bana. Hayat, bize görünen yüzünden kaçırdıklarını, suçluların dünyasına saklıyordu sanki. Babamın üzerinde açık renk bir keten takım elbise hatırlıyorum. Çoğu kez İngiliz kumaşından iyi kesimli, şık dikimli elbiseler giyer, giysilerine özen gösterirdi ?o günlerden kalma bazı fotoğrafları belleğimi doğruluyor- ve kelepçeyi bile taşıyışındaki o erkeksi zarafet, hala gözlerimin önünde. Kendine acımıyordu, vakurdu, bir haksızlığa uğradığını biliyordu, bu haksızlığın giderileceğini umuyordu, kim bilir belki de yalnızca canı sıkılıyordu bu duruma.” Bir çocuğun tanıklığının yıllar sonra ustaca yazıya dökülüşünün bir örneği.
ADNAN BİNYAZAR da yıllar önce, çocukluğunun sisli yıllarından bir ayrılışın öyküsüne anlatıyor. Adnan Binyazar, Diyarbakır Garı’nın önünde bir fayton içinde oturuyor. Babası trene binecek, küçük çocuğun içinde bir duygu, babasını bir daha göremeyeceğini söylüyor ona. Adnan Binyazar da bu anı, ‘Masalını Yitiren Dev’de yazmış: “Babam mahkeme başkatipliğinden ayrılmış, Diyarbakır’da dava vekilliği yapıyordu. Sivas’a gidecek, bir davayı izleyip bir hafta sonra dönecekti. Ya bahardı, ya güzdü. Faytonla tren istasyonuna gidiyoruz. Arkada anamla babam oturuyor. Kardeşim kucaklarında. Sessiz oturuyor. Olacaklarını sezmişçesine durmadan ağlıyorum. Hıçkırıklar boğazımı tıkıyor, ağlamaktan boğulacak gibi oluyorum. Sanki ağlayan ben değilim, içimde ağıt yakan kapkara bir umutsuzluk var. Anam, depremi ya da bir felaketi önceden sezen bir köpek gibi ulumama dayanamıyor, arkamdan uzanıp ‘Sus!’ diye bağırarak çimdikliyor beni. Trenler geceleri kalkardı istasyonlardan. Babamın treni de kuralı değiştirmedi, gece kalktı. Çuf çuf öksürdü, tekerleklerini raylar üstünde hızla döndürdü, kara dumanını salarak karanlıkların içinde yitip gitti. Pencereden bakan babamın beyaz yüzü küçüldü, küçüldü, geride bir nokta bile bırakmadan yok oldu. İçime doğmuştu. Gidecek ve bir daha dönmeyecekti. Öyle de oldu; babam gitti ve bir daha dönmedi. O yolculuktan sonra sonra babamla anam hiçbir zaman bir araya gelmediler. Hiçbir zaman!..” Bütün garlar çağrışım mekanlarıdır. Buluşmanın ve ayrılmanın...
DİYARBAKIR büyülü bir kent. Acıları yaşamış kentleri severim. Tren ve kitap fuarı buluşmasında unutulmaz bir gün yaşadım Diyarbakır’da.