BANA göre haftanın en önemli haberi;2 Ocak 2004 tarihli Hürriyet'in manşetiydi:
‘‘Verheugen güzel de konuşurmuş-Bu tablolarla AB'ye girersiniz.’’
Bütün politikacıların, AB kuyruğunda bilinçli ya da bilinçsiz bekleyen herkesin, haberin devamını okumalarını, bu sözleri ezberlemelerini diliyorum:
‘‘Brüksel'deki bürom şu anda genç Türk ressamlarının tablolarıyla dolu. Bu tablolara bakıldığında öyle ileri sürüldüğü gibi ciddi bir kültür farkı olmadığı açık şekilde görülüyor.’’
Otuz Türk ressamının eserlerine bakarak bu yargıya varıyor Verheugen.
Demek ki onun için, sanatsal kriterler, Kopenhag Kriterleri'nin önüne geçiyor. Bir Avrupalının, bir ülkenin kimliğini, sanatla, sanatçıyla algılayışının klasik kuralı.
AB'ye giriş normlarından, kriterlerinden söz edilirken, çağdaş sanatımız, resmimiz, edebiyatımız, müziğimiz üzerine tek cümle edildiğini anımsamıyorum.
Çünkü biz sanatı küçümsüyoruz, çünkü asıl kriterin sanat/sanatçı olduğunu özellikle 1950'lerden sonra unuttuk.
Türkiye'nin tanıtımı deyince, Osmanlı sanatını, minyatürleri gönderdik, bir de semazen grubunu.
Kendi kendimizin oryantalisti olduk, biz kendimizi, cumhuriyeti, Avrupa kültürünü özümlemiş bir millet olarak değil, ancak Osmanlı'nın gölgesinde varlığını sürdürebilen, sadece geleneksel değerlere sahip bir devlet olarak gösterdik.
Biz bu sanatçılarla AB'ye rahatça gireriz, diyemedik. Çünkü, siyasal, toplumsal projelerde sanatçının yeri yoktu.
Doğu-batı sentezini çok iyi kullanabilirdik ama kıvamını bulamadık, bu yüzden de ne biz anladık ne anlatabildik.
* * *
RESSAMLARIMIZIN tablolarını gören Verheugen, bizi AB'ye yakıştırıyor.
Geçmişteki acı anıların kapısını biraz aralayalım mı?
Çağdaş resim sergileri için devlet ne yaptı?
Kitap fuarlarında Türk edebiyatının, dünya düzeyindeki yazarlarını neden tanıtamadık? Herkes kendi siyasal inancındaki yazarı öne çıkarabilmek için edebiyatı çiğnedi.
Kısır ve sığ politikacıların, ne gündemine ne programına sanat girdi.
İyi sinema yönetmenlerimizin filmlerini, Türkiye'yi kötü gösteriyor gibi cahilce bir gerekçeyle, içte ve dışta yasakladık. Çünkü gerçeklerle hesaplaşma yeteneğimiz bir türlü gelişmedi.
İcracılarımızı yurtdışındaki büyükelçiliklerimizde dinlettik ama konuklara birer CD armağan edemedik.
Çoksesli Türk bestecilerinin eserlerini tanıtmayı gereksiz gördük.
Yıllar önce, devletin, hükümetin temsilcileri Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı'ndaki Türk standına uğramazlardı, içeriye sağcı veya solcu bir yazarın kitabı sızmış olabilir korkusuyla.
Bir yıl yetkililer, fuara kadar geldiler, bir Alman yayınevinin çıkardığı Türk Mutfağı kitabının kokteyline katıldılar, sonra da Türk standına uğramadan kaçtılar.
Şimdi ne mutlu ki, bakan, Frankfurt Fuarı'na uğruyor, oradaki konsolosluk katılan yazarlara, sanatçılara resmi binada kokteyl verebiliyor.
* * *
TÜRK-YUNAN dostluğu gerçekleşmişse, bu harcın içinde Özdemir İnce'nin, Zülfü Livaneli'nin, Cevat Çapan'ın inkár edilmez yerlerini unutmayın. Gerçek elçilik, sanatçının elçiliğidir.
Özdemir İnce'nin Herkül Milas ve Ionna Kuçuradi ile birlikte hazırladığı Yannis Ritsos'un şiirlerine yazdığı girişteki bir cümle, AB'ye giriş haritasını seriyor önümüze:
‘‘Uluslar arasındaki dostluk harcının edebiyatlardan yapılan çevirilerle karıldığına inanıyorduk. Bu inancımız boşa çıkmadı.’’