Paylaş
5-6 yıldır İstanbul’a gelmiyordunuz, bu süre zarfında AVM’ler dışında bir değişiklik gördünüz mü?
- Küçükçekmece’den Boğaziçi Üniversitesi’ne gelmek üç saat sürdü. Bu şehirde arabalar yaşıyor diye düşündüm. Bundan bir ay önce Paris’te misafir profesörlük yaptım. Çok yürüdüm, devamlı yürürüm zaten, benim şehirlerimden biridir Paris, çok tiyatro yaptım orada. Arabalar terbiyelerini takınıyorlar, seni bekliyor mesela, senin yanlışlık yapabileceğin yerde bile bunu hesaplayıp hızla üzerine sürmüyor.
Türk edebiyatını takip edebiliyor musunuz, yeni yayınları okuyabiliyor musunuz?
- Orada doğru dürüst bir kitabevi yok bu kitapları alabileceğim. Buraya gelen yazar arkadaşlardan kitaplarını alıyorum. Ahmet Ümit geldi örneğin, Bejan Matur, Elif Şafak... Festivallerde birlikte okumalar yaptık. ‘Kırmızı Pelerinli Kent’i yazan Aslı Erdoğan geldi, hatta Aslı’nın kitabını okuduktan sonra çok hoşlandım ve bir mektup yazdım kendisine. Takip ediyorum, okuyorum onların kitaplarını, çok özel bir ilgi gösteremesem de...
KİTAPLARIMDA YAPTIĞIM ŞEY TİYATRODUR
İnsan tiyatro, sinemayla ilgileniyor, senaryo yazıyorsa, bunların ritmi romanlara, öykülere de sızıyor. İki meslek birbirini etkiliyor. Bu özelliği Vedat Türkali’de görürüm. O başka alandaki çalışmaları edebiyata bir ritm kazandırıyor. Yanılıyor muyum?
- Çok doğru söylüyorsunuz. Sanırım benim kitaplarımda yaptığım şey de tiyatrodur. İki benlik var tiyatroda... Oyuncunun ve oynadığı rolün benliği. Birbirlerine karşılıklı sırlar anlatıyorlar, sınırlarını zorluyorlar; o sen oluyorsun, öbürü sen oluyor. Yazarken de öyle...
Tiyatro bunu getiriyor, gazeteci romancılarda da bunu saptıyorum. O ritmi, kısa anlatımı biliyorlar. Peki yeni bir hazırlık var mı?
- Bir roman yazıyorum. 350 sayfa falan yazdım, sayfa önemli, hatta Ece Ayhan çok gülmüştü. Ben Ece ile birlikte ameliyatı için Zürih’e gittim. Doktoru geldi, “Okudum kitabınızı, 62’nci sayfadayım” dedi. Ece, “Yahu şiirin sayfası mı olur?” diye çok gülmüştü.
Almanya’da mı çıkacak, Türkiye’de mi?
- Almanca yazıyorum. Önce Almanca çıkar, sonra çeviriler başlar. Biliyorsunuz aşağı yukarı 18-19 dile çevrildi kitaplarım, hâlâ çevriliyor.
İlk romanınızı yazarken hangi dilde yazacağınızı düşündünüz mü?
- Hayır, düşünmedim, Almanca yazdım. Vücut ritmim Alman diliydi. Günlük hayat Almancaydı. Bu dilin ülkesinde ‘Brecht Tiyatrosu’ hayalimi gerçekleştirmiştim. Türk faşizminde hastalanmış Türkçe kelimelerim Alman tiyatrosunda kendilerine gelmişlerdi. Yabancı bir dilde kelimelerin çocukluğu yoktur. Ama Almanca kelimelerimin vücudu vardı.
Nasıl, nerede yazıyorsunuz? Belli bir zaman, belli bir mekân arar mısınız? Yazı coğrafyanız farklı ülkeleri içeriyor.
- Sanmam, bakın bir örnek vereyim. İspanya’da da yaşadım, orada arkadaşlarımın yemek odasında ikinci romanımın yarısını yazdım. Çok iyidir kısıtlı zaman ve kısıtlı bir dekorda yazmak. Güzel bir mermer masaydı.
Yazmanın belli bir ruh hali, önkoşulu yok mu? ‘İnsana yaklaşım’ üzerine çok düşündüğünüz belli.
- Her insanın bir mucize olduğuna karar veriyorsunuz. Her insan vücudunun eski medeniyetin bir parçası olduğunu görüyorsunuz ama tabii sevmek gerekiyor insanları. O da herhalde çocukluktan edinilmiş bir his.
Sevgisiz edebiyat olmuyor.
- Bir de burada sevmek için harikulade arkadaşlarımız oldu, önce annemiz-babamızı çok sevdik, onlar da zaten hiyerarşilerden çıkmış, İstanbul’a gelmişler. Atatürk kuşağı, şapkalar, danslar...
TÜRKİYE’DE İKİYÜZLÜ İNSAN ÇOK
İnsanları birbirine zamklayacak bir ortam.
- Modern çocuk yetiştireceğiz, dinamik, sinemayı seven. Babam şapkayı seven, gözlük takan çok hoş bir insandı. Onlardan o sevgileri aldık, ondan sonra ‘sol hareket’in içine girdik, ’68 Kuşağı’yız, neşeli bir kuşağız.
Biz de edebiyatın 50 kuşağıyız.
- O kuşakları tanıdık. Abdülbaki Gölpınarlı’nın masasında oturduk. Her gece Bebek’teki Nazmi’de, Papirüs’te, yani bütün o bohem restoranlarda birlikteydik çeşit çeşit insanla. Bu dönemler müthişmiş. 1980’lerden sonra gençlerin vücuduna bakıyorum, çoğunu buza kaldırmışlar
gibi geliyor.
Bu, yaratıcı güç eksikliği mi?
- Kelimelerden korkuyorlar, düşünmekten korkuyorlar. Bizde tam tersiydi: Kendimizi değiştirirken kelimeleri nasıl değiştiririz? Bizim kuşak çok fedakârdı, arkadaş sever, bir de dünya hareketine katılıyor ilk defa. O dürüstlükleri korkunç bir şey. Şimdi bir sürü insanda iki maske var sanıyorum. Türkiye’de ikiyüzlü insan çok. Bir de iyi şeyleriyle anılır insanlar. Nâzım’ın bütün şiirlerini seviyor muyuz ama en iyi şiirleriyle hatırlıyoruz. Ece’yi de öyle, Ece bir dünya şairi çünkü. Günün birinde eminim çok iyi bir şekilde çevrilecek.
Paylaş