Değişik disiplinlerin birbirine bakışından, yaklaşımından ilgi çekici sonuçlar çıkar.
Felsefeci, eleştirmen, denemeci Füsun Akatlı’nın Rüzgára Karşı Felsefe kitabını okurken, ilk genel yargım bu oldu.
Akatlı, deneme/eleştiri sınırlarında yazılarıyla Türk edebiyatının önde gelen bir adı.
Dil bozulmalarını, bilinçsizliğini, toplumumuzun genel kültür/kültürsüzlük açmazlarını işlediği yazılarında, felsefe disiplininin düşünceye getirdiği çok boyutluluğu yansıtır.
Arka kapağa alınan Enis Batur yazısı, Akatlı’nın yazar kimliğinin öz ama ayrıntılı bir tanımıdır: "Felsefe temelinden gelen sağlam, sekmez bir akıl yürütme yetisi; artık pek az yazarda karşımıza çıkan bir edebiyat tutkusu; lirik zekánın en temel işareti olan ’humour’; bütün bunları kuşatan bir dil şehveti: Füsun Akatlı’yı güçlü bir deneme yazarı kılan işte bu özelliklerin kitabında buluşması."
Eleştirinin, denemenin önemini yazarken, kimi okurlarım bunu bir abartı sanabilir. Oysa ben iyi denemeci Füsun Akatlı’yı salık verirken, edebiyat okurlarını düşünüyorum.
Onlar bu denemeleri, eleştirileri okuduktan sonra Türk edebiyatının doruklarını yeniden okuma gereksinimi duyacaklardır.
İnsanın Değeri ve Avrupalılık, AB’den çok söz ettiğimiz bir dönemde, nasıl gireriz, neden bazı görevleri yapmak gerekir sorularının yanıtını bulursunuz.
Edebiyat-felsefe ilişkisinin sınırlarını/sınırsızlığını saptayabilmek için de; Edebiyat ve Felsefe (Bir Felsefe Sorusu olarak Edebiyat Eleştirisinin Temellendirilebilirliği Üzerine) yazısını mutlaka okumak gerekir.
Nusret Hızır, Hilmi Ziya Ülken, Melih Cevdet Anday, Vüs’at O.Bener, Seláhattin Hiláv, Memet Fuat, Erdal Öz, Metin Altıok, Tomris Uyar, Bilge Karasu’nun ardından yazdıkları, birer yüzeysel mersiye değil, onların yokluğuna gerek insan, gerek yazar olarak neden üzülmemiz gerektiğinin hem öznel, hem nesnel değerlendirmeleridir.
Her iyi eleştirmen, denemeci okur için güvenilir bir rehberdir.
Yazarlar, şairler için de öyledir demeliyim.
Füsun Akatlı’nın Rüzgára Karşı Felsefe’sinin sadece denemeler toplamı, seçme eleştiriler kitabı olduğunu yazmak, kitabın önemli niteliğini, işlevini görmezlikten gelmektir.
Bu kitap masanızın üzerinde duracak, bir yazarı okumadan önce veya okuduktan sonra, bu yazılardan birine mutlaka başvurma gereksinimi duyacaksınız.
Sözlük, ansiklopedinin geniş anlamını da kapsıyor.
Ne var ki, deneme okumayı seviyorsanız, Füsun Akatlı adını da mutlaka biliyorsunuz. Peki onun sözünü ettiği, üzerine yazdığı yazarları tanıyor musunuz? Onlardan bir kitap okudunuz mu?
İşte yüzer/gezer okurun burada, bu kitabı daha çok okuması gerektiği kanısındayım. Çünkü o yazıdan sonra mutlaka ’bu yazarı okumalıyım, nasıl oldu da okumadım,’ diyeceğine inanıyorum.
Denemenin, eleştirinin bir başka yararlı yönüne de değineyim. Yazarlar arasındaki bağı, benzerlikleri, farklılıkları size, ’fark ettiren’ kişiler her zaman; eleştirmenler, denemecilerdir.
Bir yapıt nasıl okunmalıdır, ölçütler nasıl uygulanır? Bunları bilmeden okuduğunuzu değerlendirmeniz mümkün değildir, işte Füsun Akatlı, bir eseri beğendim/beğenmedim gibi tek kelimeye indirgememeniz için bu yazıları yazdı. Denemeleri, okurun, yazarı/metni tanıması için edebi bir laboratuvar çalışmasıdır. Soğuk bir işlem değil, sevdiren, yakınlaştıran bir işlemdir onun yazıları.
Her edebiyat okurunun merak ettiği, edebiyatın bazı altın çağlarının tarihidir. Çünkü Altın Çağ’ı oluşturan çeşitli nedenleri, değişik öğeleri öğrenmek ister, ki her okuduğunda bunun izlerinin oranını aramaya başlar.
Füsun Akatlı’nın Türk Edebiyatında Bir Altın Çağ: 1970-1985 yazısı, size hem bir dönemi anlatıyor, hem de ileride okumalarınız için ölçütler sunuyor.
Bir bölümü alacağım bu yazıdan: "Türk edebiyatı dünya ülkelerinde gereği gibi tanınan bir edebiyat değil. Bir ülkenin edebiyatı sesini ancak çeviriler yoluyla başka dillerin konuşulduğu ülkelere ulaştırabiliyor."
Bu yazısında, Türk edebiyatından adlar veriyor, bazıları üzerine de ayrıntılı notlar, yargılar iletiyor okura.
Yazıdaki listede yer alan bu dönemin yazarlarını okumanın zorunluluğu nereden kaynaklanıyor?
Onlar hem geçmişten gelen edebiyat geleneğini özümseyip yenilediler, hem de ilerideki kuşaklara çok önemli bir edebiyat yükü ilettiler.
Füsun Akatlı’nın Rüzgára Karşı Felsefe’si felsefe ile edebiyatın sarmalını başarmış bir kitap.
KİTAPTAN
Bilge Karasu’nun ardından
14 Temmuz 1995’te öldüğünde otuz yıldır "tanışıyor"duk. Yirmi bir yıldır ise, birbirimizin entelektüel ve yazınsal her etkinliğinden -satırına, satır aralarına varasıya- öğrencilerimizle alışverişlerimize; "sefa"larımızdan "cefa"larımızdan uyuşan ve çatışan beğenilerimize; gündelik sıkıntılarımızdan varoluşsal kaygılarımıza kadar her şeyi paylaşarak yaşıyorduk. İlk on yılı aynı şehirde, komşu evlerde, aynı işyerinde; sonrasını mektuplaşmalar ve iki ayda bir káh onun, káh benim evimde buluşmalarla, ayrı şehirlerde.
Bilge, ölümünü "ütülü bir mendil gibi" hep cebinde taşıyan bir insandı. Başladığı her yazıyı, her kitabı, bitiremeden ölmesi olasılığına karşı; sanki benim ondan çok yaşayacağımın garantisi varmış gibi, bana emanet ede ede yaşadı. Buna ortalıkta ölmesi için hiçbir sebep yokken, yıllar önce başlamıştı. Şakaya vurmaktan, ama bir yandan da teminat vermekten başka çare yoktu. Vasiyetler, vasiyetler... Ben de karşılık olarak şu sözü aldım ondan: Cenazeme mutlaka gelecekti (cenazelere katılmazdı çünkü) ve gönderilecek çiçeklerin sahici çiçekler olmasını sağlayacaktı. Bu "meccabre" şakalarımızın gün gelip bir biçimde gerçeğe dönüşeceğini o mutlaka hesap ediyordu. Ben aklıma bile getirmezdim. Sonra, 1994’te konan bir teşhisle, iş ciddiye bindi. Tam bir yıl bekledik, beklenen ölümünü beraber. Geride bırakacağı; bitirebileceği ve bitiremeyeceği, başlanmış ve başlanmamış her yazıyı ne yapacağımı konuştuk. Konuşmak denemez ya buna, o anlattı, yol gösterdi, zaman zaman bana danıştı... Ben de inandırıcılıktan uzak bir sahtekárlıkla hep, "Aman Bilge! Sırası mı şimdi bunların?" deyip durarak, ama cankulağıyla onu dinleyerek, tarifsiz acılar içinde, kitaplarını tasarlama yoluna gittim.
Şu "Yazarlık" dediğiniz
Yazarlık deneyimim boyunca, elimi hiç korkak alıştırmadım. Ama korktuğum şeyler olmadı değil. Eğer onlardan korkmasaydım, bugün olduğum "yazar" olamazdım herhalde. Belki bugün ol(a)madığım bazı şeyleri olabilirdim; ama insan, ihanet edebilecek ve edilemeyecek şeyler ayrımını yapmak zorunda kaldığında, kendine en aziz olanı, asla ihanet edilemeyecekler listesinin başına yerleştirmezse yalnız yazarlık haysiyetini değil, edebiyattaki tavrını değil, kendine saygısını değil, kişiliğini ve kendiliğini de kaybedebilir. Bundan hep korktum işte. İhanetten korktum.
Yanılmaktan pek korkmadım. Eğer yanılma payı bırakmayan kesinliklerin yazarı olmak isteseydim, tür olarak denemeyi seçmemin temeli ortadan kalkardı. Ama cehaletten korktum. Bilir-bilmezlik’ten diyelim. Bir kere cehalet yalnız gezmezdi. Cür’eti, giderek küstahlığı bir koluna alırdı, öbür koluna da ukalalığı...
Mağara Arkadaşları ve Ayfer Tunç
"Mağara Akadaşları"; yazarının "Aziz Bey Hadisesi", "Taş-Kağıt-Makas", "Evvelotel" gibi, her biri edebiyatımızda özgün ve kalıcı bir değeri pekiştiren eserlerini önceleyen bir kitap. Yazarın dili, biçemi ve öykülemesi, daha on yıl öncesinin tarihini taşıyan bu kitabında bile yerleşmiş, olgunlaşmış ve kişiliğini bulmuş görünüyor. Yazarlığının bir acemilik dönemi olduysa bile, belli ki bunu okuruyla hiç paylaşmamış Ayfer Tunç! Türkçeyi bütün ifade olanakları, nüansları ve kıvraklığı ile her öyküsünde yeniden yoğuran yazar, edebiyatçılığında, gözlem gücünün ve "felsefe"sinin yanısıra ve özellikle, dile hakimiyeti ile virtüozlaşabiliyor. Onu Türk anlatı edebiyatının ana gövdesine sıkı bağlarla eklemleyen başat özellikler bunlar bence.
Kitabın en ilgi çekici öykülerinden biri olan, özellikle ’eskimiş’ bir dille kaleme alınmış "Alafranga İhtiyar"dan bir alıntıyla şekillendirmek istiyorum bu düşüncemi. Üzerinden 30-40 yıl ancak geçmiş olan bir dönemde günlük hayatın çevriminde yer alan söz dağarcığına ve söylemlere yabancılaşmış olan bir edebiyat düşünmek güçtür. Ama biz güç olanı başarmış bir toplumuz! 40 yıl önce yazılmış bir metnin dilsel tadına varamayacaksak, nerede kalır edebiyatın edebiyatlığı?..