Cumhuriyetrejimini kuranlar; bunun kültürle, bilimle, sanatla yaşayacağının bilincindeydiler.
Değişik mesleklerden, değişik alanlardan birçok kişi Avrupa’ya gönderildi. Cumhuriyet’in benimsediği Avrupa Uygarlığı’nın gerçekleştirilmesi ancak böyle sağlanabilirdi.
Kansu Şarman’ın Türk Promethe’ler-Cumhuriyet’in Öğrencileri Avrupa’da kitabını okurken, o kuşağın insanlarına duyduğum sevgi, minnet daha da artıyor.
1925-1945 arasında Avrupa’da öğrenci olarak bulunan kişilerin hepsinin de alanlarının doruğunda çalışmalar yaptıklarından, bize ne kadar önemli eserler verdiklerinden, biraz Cumhuriyet’in tarihini bilen, biraz kitap okuyan herkes haberdardır.
Eğer şimdiye kadar bu adları duymamışsanız, onlarla ilgili bir eser okumamışsanız, Türkiye’ye yaptıkları olağanüstü hizmetlerden haberdar değilseniz, bu kitabı mutlaka okumanız gerekiyor.
Devletin parasıyla okuyan, bunu kat kat ülkesine ödeyen insanların öyküsü.
NEDEN ONLARAPROMETHE ADI VERİLDİ?
Sunuş’tan bir bölümde bu anlatılıyor, kitaba neden bu adın verildiği açıklanıyor:
‘Promethe ya da Prometheus, ’önceden bilen, önceden hisseden’ anlamına geliyor. Yunan mitolojisine göre Titan Promethe insanlara önce soylu ve tanrılarınkini andıran bir biçim vererek onların ayakta durmasını sağladı. Daha sonra Tanrı Zeus’un Ateş Tanrısı Hephaistos’un ocağına hapsettiği ateşi çaldı ve onu ilahi bir armağan olarak insanlara götürdü. Bazı Batılı tarihçilere ve filozoflara göre Promethe’nin çaldığı ateş ‘bilgi’ydi. Bu mit daha sonra insanların tanrılara meydan okuması ve aydınlanma çağının sembolik başlangıcı olarak kabul edildi.
Türk Promethe’ler, yani Cumhuriyet’in öğrencileri de tıpkı Prometheus gibi medeniyetin yükseldiği ülkelere giderek oradaki bilgiyi meşalelerine alıp kendi ülkelerindeki aydınlanmayı sağladılar.’
Tevfik Fikret, oğlu Halûk’u İskoçya’ya öğrenime gönderirken ünlü Promete şiirini yazmıştı:
Niçin cihan bana böyle gülsün de, ben yalnız ağlayım?..
Yükselmek göklere ve gülmek, ne tatlı şey?
Bir gün şu hastalıkla vatan canlanırsa... Ey
nûra ve feyze can atan, milletin gelecekteki
meçhul elektrikçisi, bütün fikir alanlarının -nesi varsa- yüklen getir.
Gör dáima önünde evvel zaman masallarının
gökten ‘ateş’ hárikasını yere indiren kahramanının...
Varsın bulunmasın námını ve şánını.
(Bugünün diline aktaran Fahri Uzun)
Necdet Sakaoğlu’nun ve Mete Tunçay’ın yazıları, konunun önemini, o kuşağın kimliğini anlatıyor.
Kansu Şarman, eğitim tarihimizin aşamalarını yazmış, bu araştırmada benim en önem verdiğim bölüm; Avrupa Eğitiminin Öncüsü İki Bakan Mustafa Necati ve Hasan Áli Yücel.
Mustafa Necati’nin Avrupa Öğrencisine Mektubu’nun bitiş bölümü bir eğitim felsefesini özetliyor: ‘Seni aziz vatanın birçok umutlar besleyerek ne azim ve fedakarlıklarla gönderdiğini unutma. Ona göre çalış. Yolun açık olsun.’
Gönderdikleri mektupları, anılarından alıntıları okuduğunuzda, bu inançlı kuşağın güç koşullar altında, sadece okumayı, devletin verdiği parayı hak edebilmek için insanüstü çabayla nasıl çalıştıklarını gördükçe, Cumhuriyet’in nasıl ilán edildiğini değil nasıl geliştiğini, yükseldiğini göreceksiniz.
A. Adnan Saygun, Mahmud Ragıp (Gazimihal) ile birilikte Paris’te çektiği sıkıntıyı şöyle dile getirmişti: ‘O talebe, ben talebe. Bir otelde otururuz. Çayımızı kaynatır, ekmeğimizi, keçi peynirimizi yeriz.’
Yaşam öyküleri, bugünün genç kuşaklarına örnek olsun. Devletin parasıyla ‘ADAM’ olan bir kuşağın belgesel öyküsü. Kendi anlattıklarıyla, kendi yazdıklarıyla.
Sanırım bu tür kitaplar, Cumhuriyet’e karşı iman tazelemek için gerekli.
Kitaptan
Alzasca Alzaslı kadın için bir felakettir
(Samet Ağaoğlu’nun anılarından)
Ve nihayet umumiyetle Alzaslıları sevmiyorduk. Niçin? Bunlar misafirperver ve sevimli insanlardır. Bizim gibi ecnebilere kızmakla beraber zararları dokunmaz. Bizim onlardan hoşlanmayışımızın en mühim sebebi konuştukları lisandı. Bu memlekette gördüğüm en büyük tezatlardan biri de buydu. Alzasca Almanların anlamakta zorluk çektiği bir Alman lehçesi imiş. Lisandan ziyade insiyaki seslere benziyor. Bir arkadaşım bana zarif Almanca ile bu kaba lisanın münasebetini keşfettiğini söyledi ve anlattı: ‘Sen Almanca bilmiyorsun. Bak şimdi! Küçük Alman çocuklarının kelimelere verdikleri sesler bu Alzascadaki seslerin hemen hemen aynıdır. Asıl Alman çocukları beş yaşından sonra bu sesleri tashih ederler. Alzasca pek ilkel Almanların lisanı, belki tarihten evvelki Almancanın devamıdır.’
Alzasca muhakkak ki, herkesten evvel Alzaslı kadın için bir felakettir. Bazan sokakta bir köşeden birdenbire muhteşem bir kadın karşınıza çıkıverir. Güzeldir. Látif bir üslup üzerinde yükselen vücudunun taşıdığı baş, güneş gibi insanı çarpabilir. Bir an için zannedersiniz ki, bu kadının dudakları dünyanın en güzel, ahenkli lisanını konuşur. Fakat heyhat! İnkisarınız onu dinlediğiniz zaman ne hazindir! Kaba, kalın, acayip bir konuşma kulaklarınızı rahatsız eder. Deminki güzellik bir gülünçlüğe dönüşmüştür.
Günün parolası ‘sabır’dır
(Cahit Sıtkı’dan Ziya Osman’a bir mektup)
Ziyacığım,
Son hadiseler üzerine, Paris’ten, haziranın on üçünde ayrılmak zorunda kaldık. O günden beri, Fransa yollarında, bisikletle, bombardımanlar altında olanca hızımızla kaçarak, on gün kadar yol aldık. Nihayet Bordeaux’ya vardık. Bu şehirde, sefirle talebe müfettişimizi bulduk. Yirmi günden fazladır, işgal edilmiş bölgedeki, Dordogne vilayetinin merkezi Perigueux’deyiz. Parlak bir hayat sürüyoruz diyemeyeceğim; Türkiye’ye dönmekten ümit kesmemeye çalışıyoruz işte. Ben gene kendi bildiğimce çalışıyorum; birçok şiir yazdım. Bütün dostlara bilhassa şairlere selamlar. Günün parolası ‘sabır’dır. Pek yakında buluşmak üzere, Ziyacığım. Hepimizin daha güzel günler göreceğimize kesin inancım var. Seni kucaklarım.
Maksadım ‘hür’ insanlar yetiştirmek
(Cahit Arf’in anılarından)
Maarif vekáletinin açtığı Avrupa imtihanlarına İzmir Sultanisi beni namzet gösterdi. İmtihanı kazandım ve bu şekilde babamın derdi de bitti. Ecole Normale’e girdim ve iki sene kaldım. 1932’de matematik eğitimimin okul devresini bitirerek yurda döndüğümde, o zaman Milli Eğitim Bakanlığı’nda yetkili bir görevde bulunan yaşlı bir dostumla ne yapacağımı görüşürken, kendisine gençliğin safdil idealizmi ile, bir Anadolu kasabasında matematik hocalığı dışında da ilgilenmek istediğimi, onlara mesela Karl Marx ve F. Nietzsche’yi okutacağımı, elimden geldiği ölçüde münakaşa edeceğimi söyledim. O zaman heyecanlı bir tarih öğretmeni olan dostum hayretle, matematik, Karl Marx ve F. Nietzsche arasındaki münasebetsizliğe işaret etti. Buna cevabım sadece şu oldu: ‘Maksadım öğrencilerime şu veya bu görüşü telkin değil, ‘hür’ insanlar yetiştirmek.’ Ben gelip Kastamonu Lisesi’nde öğretmenlik yapacağım dedim fakat beni Galatasaray Lisesi’ne gönderdiler. Oradan ayrılan bir Fransız öğretmenin yerine ben stajyer olarak onun yatığı işi yapacaktım. Fransız’ın maaşı 600, benim maaşım ise 60 lira idi. Ben de, bir sene bende etkili olan idealizm ile hocalık yaptım bu şekilde.
Yüzlerce insanölüsünün içinden geçtik
(Şahap Kocatopçu’nun anılarından)
Ben üçüncü sınıfı bitirmek üzereyken 4 Mayıs’ta Almanlar Belçika’ya hücum ettiler. O gece bombardımanla uyandık. Ve bir panik içinde kaldık ne yapacağız diye. En doğrusu buradan kaçalım dedik; Fransa’ya da yakın, fakat pasaportlarımız geçersiz bir vaziyetteydi. Brüksel’e gittik trenle, pasaportlarımızı almak için fakat Brüksel’de sınır tamamen kapanmıştı zaten, eski pasaportlarımızla tekrar geri dönmeye başladık. Yolun yarısında da trenler bombalandı, yol kapandı. Yürüyerek evvela Mons’a geldik, ondan sonra birkaç arkadaş, Fransa’ya doğru yürümeye başladık. O yol insan seli halinde... Belçika bombardıman edildi, yüzlerce insanın ölüsünün önünden geçtik. Sonunda da Almanlar çevirme hareketi yapmışlar, karşıdan gelmeye başladılar, oradan sonra biz tekrar geri döndük. İki ay Belçika’da parasız olarak oturduk, süründük. Orada muhacirlere verilen yemekler vardı, onlarla yaşadık.
Altı senedir devlet beni okutuyor ve bekliyor
(Nüzhet Gökdoğan’ın anılarından)
O sırada Nüzhet Hanım gibi matematik okuyanlara Milli Eğitim’den astronomi eğitimi almak isteyip istemediği soruluyordu. Nüzhet Gökdoğan da astronomi okumaya karar verdi. Çünkü hem matematiği, hem de fiziği seviyordu. Astronomi iki bilim dalını birleştiren bir daldı. Başarılı bir öğrenci olduğu için astronomiye geçiş isteği hemen kabul edildi. Fakülteye girdi ve iki yıl matematik lisansı yaptı. Altıncı yılın sonunda Lyon’da yeterince fizik okumadığını düşündüğünden bu durumunu Milli Eğitim Bakanlığı’na yazdı ve Paris’e gitmesine karar verildi. Nüzhet Hanım’ın Paris’te geçirdiği 1932 yılı çok zorluydu. Rasathanede gece rasat yapıyor, gündüz üniversiteye gidiyordu. Ancak yıl sonundaki sınavda yine başarılı oldu. Bu başarısı yüzünden Nüzhet Hanım’a Fransa’da kalması önerildiyse de kabul etmedi. Nüzhet Hanım teklifi reddetmesinin gerekçesini şöyle açıklıyordu: ‘Biz Atatürk gençliğiydik. Bizim bu millete yapacak hizmetimiz olduğunu biliyorduk. O hizmet için gittik biz. Fransızlara şunu söyledim: ‘Ben altı senedir buradayım. Altı senedir devlet beni okutuyor ve bekliyor. Siz altı senelik saati geri alabilir misiniz?’