Bir şairin hüzünlü, sevecen anıları

Ahmet Oktay’ın Gizli Çekmece’sini okurken, kafamda oluşan ilk yargı şuydu: Anılar ekseninde yazılmış ama klasik anı tanımına, türüne girmeyen bir kitap.

Kitabın alt adı, yargımı destekliyor: Basından, TRT’den, bohemlerin ve edebiyatçıların dünyasından hayatı hakikiye sahneleri.

Şair, denemeci, eleştirmen, incelemeci Ahmet Oktay’ın kitabını üç ayrı açıdan bakarak okursanız, içeriğin zenginliğini ortaya çıkarmış olursunuz.

Bir edebiyatçı-gazeteci olarak, basına bakışı. TRT’de uzun yıllar görev yapmış birinin, devlet-basın,medya özgürlüğü ilişkisindeki tarihin seyri.

Özellikle darbe zamanlarında, resmi bir kurumda çalışanların çektikleri, mesaiyi bir slalom yarışçısı gibi götürmeleri.

Türk edebiyatının, Türk basınının, Türk resminin, Türk sanatının önemli adlarıyla dostluklar, portre tasvirleri.

Ahmet Oktay, onu kızdırandan, ona çektirenden öcünü almak için anılarını kullanmamış. Zamanın kötülükleri ayıklayan olumlu özelliğini tercih etmiş.

Düşmanlıkların gidici, dostlukların kalıcı yanını, bir şair duyarlığıyla kaleme getirmiş.

Türkiye’nin siyaset, basın, edebiyat, sanat açısından elli yıllık tarihinden, olay ve isim damlalarını Gizli Çekmece’de bulacaksınız.

Ahmet Oktay’ın gördükleri, yaşadıkları, tanıklıkları, sadece pasif bir gözlemcinin notları değildir. Görünenin ardındaki iç yolculukta, bir çok önemli düşünür, edebiyatçı gizli eşlikçilerdir. Onlar olmasa, bu malzeme bu kadar renklenip, bu kadar etkileyici bir özellik kazanır mıydı?

Şairin hüznü, dostlarına her zaman sevgi ve hoşgörüyle bakışı, okumamı zevkli kılan öğelerden başta gelenleri.

Aramızdan ayrılan birçok kimseyi, bu kitapta hálá yaşıyor sanabilirsiniz. Yanılmayın diye, Ahmet Oktay’ın dipnotunu mutlaka okuyun:

‘Okur, bu kitapta, bir yerden sonra ‘rahmetli’ sözcüğünün kullanılmadığını fark edecektir. Metnin, bir ‘mezarlıktan’ geçiliyormuş izlenimi vermemesini istedim. Herkes yaşıyormuş gibi varsayılsın istedim. Ölmüşleri, yanı başımızdaymış gibi anımsayalım.

Geçmişi kayıtsız şartsız övdüğümü anımsamıyorum. Her yeni günün, yeni güzellikler, yeni bilgiler getirdiğine inanırım. Eskiden çok daha iyiydi sözünün anlamsızlığını, Ahmet Oktay’ın kitabına aldığı Refik Halid’in yazısı kadar hiçbir yazı bu kadar ustaca anlatamaz:

‘Kör ölür badem gözlü olur, kel ölür sırma saçlı hikmeti yok mudur? Onu mazi için de söyleyebiliriz: Kime rastladınız ki, gençliğini ve gençlik halini methetmesin? Onu en iyi anlatan Nasreddin Hoca’dır. Geçmiş zamanı över, över de sonra söylenir:

‘Gençliğimde de bir şey değildim ya?


İyi bir şairin, düzyazıdaki ustalığını, yoğun içeriğini gördükten, okuduktan sonra, yazdıklarımın az olduğunu kabul edeceksiniz.

KİTAPTAN

Benzersiz Yüksel Arslan

Adını Maya Galerisi’nde ‘İlişki, Davranış, Sıkıntılara Övgü’ başlığıyla açtığı sergi dolayısıyla duymuştum ama Yüksel Arslan’la 1957’de tanıştım. Baylan Pastanesi’nde. Ferit Edgü’yle gelmişti.

Baylan, şairi, öykücüsü, eleştirmecisi, ressamı, karikatüristi, okuyucusuyla genç kuşağın mekánıydı. Papası da Attilá İlhan.

Yüksel 1959’larda ‘Comte de Pallus’ diye imzalamıştı resimlerini ama biz onu ‘Posbıyık’ diye çağırıyorduk. Yüksel, lafa pek karışmazdı. Ara sıra iki kahkaha atar, yeni edindiği ‘rapido’ denen çini mürekkepli kalemle boyuna çizerdi... Bir gün beni evine götürmeye karar verdi. Yüksel geleneksel anlamda bir ressam değildi. Bu yüzden onun bir atölyesi olduğundan söz edilemezdi. Çalışma odası için yakın arkadaşı ve hocası Mazhar Şevket İpşiroğlu ‘esrarlı deneylerin yapıldığı bir laboratuvar’ derdi. Yüksel sonradan siyasal düzlemde Marksizm’e geçecekti, ama o yıllarda da sunduğu dünyanın bir isyan ve ayaklanma dünyası olduğu hemen seziliyordu.

Bir şiir kitabına bir kız

Evlenmeye karar veriyoruz. Ama ben işsizim. Bu soruna çözüm arıyoruz. Sonunda, Zonguldak Kömür Ocakları’nda ‘puvantör’ olmayı da göze alarak, sorunu babama açıyor ve onu ‘kız istemeye gitmeye’ razı ediyorum. Annem, benim evlenmemden ve düzgün bir hayat kurmamdan umudu kestiği için, bu işe arka çıkıyor. Neyse babam ve annem bir akşam Tülay’ın Beyazıt’taki evine gidiyorlar.

Babam girişken bir insandı. Söze tabiri amiyanesiyle ‘bodoslama’ giriyor: ‘Vasıf Bey’ diyor, ‘çocuklar karar vermiş, biz istesek de istemesek de evlenecekler. Gel razı ol, tatlılıkla bitirelim’ Müstakbel kayınpeder boynunu büküp razı oluyor, ama bir taş atmaktan da geri kalmıyor: ‘Desene Kenan Bey, bir şiir kitabına bir kız vereceğiz.’

Hüzünlerin şairi

Edip Cansever, Degüstasyon’da, Pasaj’daki birahanelerden birinde ya da Krepen Pasajı’ndaki Neşe’de otururken sürekli çevresini gözler, şiirine malzeme toplardı. İnsanları dinler, yaşamöykülerini öğrenirdi. Pasaj’ın üst katlarında yaşamlar düşlerdi. Yenik düşmüş, yalnız insanların yaşamlarını. Hüzünlü, ama derin bir insan sevgisi içeren şiirlerdir Edip Cansever’in şiirleri. İnsanı günlük yapıp etmeleri içinde yakalar hep. Yaşamın acımasızlığı, insanın mutluluk özlemini dile getirir.

Şair mısra çalar

Özen’den kalkılıyor. Çankaya’ya doğru yürünüyor ve şiirler okunuyor. Ağabeyler bir ara dönüp, ‘Hadi bakalım sen de oku’ diyorlar. Çok güvendiğim bir şiirimi okuyorum. Şöyle dizeleri var ki bayılıyorum:

Daha belalı değil,

sokak muharebeleri

seni sevmekten

Şiir çok beğeniliyor. Ama ertesi ay, dergilerden birinde benim bu dizelerimi İlhan Berk imzasıyla okuyorum. Çeken bilir acısını. Yıllar sonra, yanılmıyorsam Ülkü Tamer, benzer acıyı sineye çekemeyip şöyle bir ilan yayımlıyor: ‘Bundan böyle şiirlerimi İlhan Berk’e okumayacağım’ İlhan, her türlü eleştiriyi kesinlikle karşılıyor sohbetlerde: ‘Şair mısra çalar’

DOĞAN HIZLAN'IN SEÇTİKLERİ

Ümit Bayazoğlu - Uzun, İnce Yolcular - YKY

Georges Bataille - Annem - Ayrıntı

Şebnem İşigüzel - Çöplük - İletişim

John Fante - Roma’nın Batısı - Parantez

Oruç Aruoba - Doğançay’ın Çınarları - Metis
Yazarın Tüm Yazıları