Orhan Veli Kanık, "şairin kıymetini şair bilir" demişti. Abidin Dino’nun Gören Göz İçin Fikret Muallá kitabını okuduktan sonra, ben de onun şiir için söylediğini resme uyguladım: "Ressamın kıymetini de ressam bilir."
Ferit Edgü’nün Sunu’sunu okumadan kitaba geçmeyin, kitabın yazılmasının gönül gerekçesini o satırlarda bulacaksınız: "Bu, bir ressamın, bir başka ressama olan sevgisinin kitabıdır. Bu, dilimizde benzeri olmayan bir kitaptır. Bu, dünya görüşleri birbirinden farklı, sanatları birbirinden ayrı yollarda ilerlemiş iki sanatçının dostluğunun kitabıdır. Tek sözcükle bir vefa kitabıdır."
"Bu, dilimizde benzeri olmayan bir kitaptır" yargısını, kitabı okutmak için yapılmış bir abartma zannetmeyin. Okuyunca doğruluğunu, isabetini kabul edeceksiniz.
Abidin Dino’nun düzyazısını çok severim ben. Tartışmasız, ancak anlayabilenlerin lezzet alabileceği "İstanbul Türkçesi"nin en seçkin mahsulüdür.
Gören Göz İçin Fikret Muallá; anlatımıyla, tasvirleriyle, görselliği yazıya indirgeme ustalığıyla, bize semtleriyle bu semtlerde oturan, konuşan, halleşen sanatçılarıyla İstanbul’u, bir kuşağın rüyasının gerçekleştiği, buluşmalarıyla, dostluklarıyla Paris’i öylesine anlatır ve çizer ki, Türk resmini hatta sanat tarihini öğrenebilirsiniz.
Her bölümün başında Mevláná’nın Mesnevi’sinden alıntılar, ulu bir kitabın içeriğinin bilgece bir analizidir. Bu yüce kitapta; uhrevi ile dünyevi’nin nasıl çakışarak hayatın içine süzüldüğünü de bize gösteriyor.
Mesnevi’den bir alıntı, kitabın yazılış felsefesini açıklıyor: "Bütün güzel, hoş ve yaraşan şeyler, gören göz için yapılır."
*
Fikret Muallá’nın yaşamını genel çizgileriyle, resmi az tanıyanlar bile bilir. Yaşamı ile eserleri arasındaki gelgitleri, fırtınalı hayatın içindeki yaratma evrelerini, Abidin Dino’nun kitabını okumadan bilemezsiniz. Onu tanıdım diyemezsiniz.
Kitabın sanat, edebiyat, resim yönünü elbet öne çıkarıyoruz ama, o kuşağın gördüğü devlet zulmünü, peşlerine adam takılmasını, bürokratik eziyeti, Abidin Dino’nun ironisinden öğrenmenin, edebi tadına da okurlarımın dikkatini çekerim.
Fikret Muallá ile Abidin Dino’nun Bakırköy Akıl Hastanesi’ne varışları, orada Türk hikáyesinin büyük ustası Dr. Fahri Celál’i bekleyişleri, buluşları kendi başına bir öyküdür. Ziyaret nedeni, Fikret Muallá’ya akıl sağlığı yerindedir diye bir rapor alabilmek.
Duyarlıkla gözlemlerin, tanıklıklarla saptamaların iç içe bir üslup örgüsünde yazıldığı kitap, bir kuşağın yaşam/sanat panoramasını, gergefini bize sunuyor.
Türkiye’de, Fransa’da birkaç kez akıl hastanesine girip çıkan Fikret Muallá’nın bavulunda sadece hayati eşyası bulunurdu, resim malzemeleri.
Çalışmak, yaratmak, resim yapmak ama para düşünmeden özgürce yaşamak; onun söylediği sözde hüzünlü bir gerçek yatıyor. Sanatın genel niteliği, işlevi üzerine bir görüşten başlayarak onu Fikret Muallá’ya bağlamasının ustalığının altını çizerek o bölümü alıyorum:
"Tüm sanat abartma değil mi? Siyah Kalem’in, Greco’nun, Michel Ange’ın, Goya’nın, Picasso’nun biçimleri tüm abartma değil de ne? Rabelais’den Evliya Çelebi’ye, Hugo’dan Názım Hikmet’e edebiyat, abartma ustaları ile dolu. Yaşar Kemal’in romanları, o çılgın doğa neyin nesi? Gerçek uğruna abartma, abartmada gerçek var... Fırtına, zelzele, savaş, kara sevda abartma... Destanlar abartma, resim abartma! Abartmanın kendine özgü dilleri ve araçları var. Ne demiş Van Gogh, kardeşi Theo’ya: ’İnsanoğlunun korkunç hırslarını kırmızı ve yeşille ifade etmeye çalıştım’. Kırmızı, mor, sarı, mavi, yeşil, beyaz, kahverengi abartmaları seyredin şaşkınlıkla ve anlayın Muallá’nın biçim ve renklerini, neler söylemek istediğini..."
*
Eski İstanbul’un tarihini, kahvelerini, mekánlarını bilenler, kitaptaki Küllük’teki sanatçı karşılaşmalarını, Emin Efendi’deki yemeklerini anımsayacaklardır.
Ayasofya ekseninde serüvenler, Fikret Muallá’nın yaptıkları bir dostun, bir ressamın, bir yazarın, kişi ve yer tasvirleridir ki, çok başarılıdır.
Balıkpazarı’nı, oradaki kişileri öylesine anlatır ki, balıklarla insanlar arasında öylesine bağ kurar ki, biraz çizme yeteneği olanlar, buradan renklerin fışkırdığı -siyahın da renk sayıldığını söylüyor ressam- bir renk cümbüşünü çizebilir.
Kimler yok ki? Necip Fazıl Kısakürek, Mustafa Şekip Tunç, Hilmi Ziya Ülken, Peyami Safa ve Ahmet Hamdi Tanpınar. Ben bulunan kişileri saydım, bunları nasıl çizmiş/yazmış. Okura bırakıyorum, zevkini çıkarsın diye.
Abidin Dino’nun Fikret Muallá’sının tadına varabilmek için biraz ön bilgi gerekli mi?
Ferit Edgü’nün arşivinden kitaba alınan görsel malzemenin de katkısını hatırlatalım.
KİTAPTAN
4 İstanbul’un binbir kokusu
Bırakalım bunları. Akşamüstü, Ayasofya’dan Babıáli’ye sapmış bulunan Fikret Muallá ile beraber Sirkeci’ye inelim. Cepte beş-on papelle Ştaynbruh’a uğrayalım. Tren ve vapur düdüklerinin camları titreten seslenişlerine, martı çığlıklarının karıştığı birahanede, önce ufaktan, bir "açılış" yapılır, örneğin, bir-iki bira içilir, köpüklü, damağı temizlemek için. Amacımız, kapağı, Balıkpazarı’na atmaktır. Fikret Muallá ile beraber, Názım Hikmet’in "Babıáli paryaları" dediği gazeteci arkadaşlarla buluşup, biraz kafayı çekmek... Sansaryan Han sokağına sapılır sapılmaz ağır, bayıltıcı, çekici ve iğrenç bir koku duyulur... Koku bitişikteki İnhisarlar deposundan gelir. Yani tıka basa afyon dolu depodan... Bütün dünyayı düşlere daldıracak kadar afyon istif edilmiştir bu yüksek duvarların arkasında, leş gibi. Babıáli mürekkep kokar, İnhisarlar deposu çürük çiçek kokar. Az ötesi Sansaryan kokar, yani küf ve sidik, tutuklanma kokusu... Çabucak geçelim, ver elini Balıkpazarı. Gelsin balık kokusu, deniz kokusu, aşk kokusu, özgürlük kokusu! Yeni Cami’nin dizi dibinde, köprünün ucunda, Haliç’in yamacında kıyasıya güzeldir kızıl tepsilerde balık sergileri, yan yana meyhanecikler... (O yüzden yok edilmeleri kaçınılmaz bir ödev sayılmıştır sorumlularca).
4 Fikret’i yolcu etmek
1938 yılı sonunda onu Avni Arbaş’la Edip Hakkı yolcu ettiler Sirkeci Garı’ndan, Ştaynbruh’ta bir 49’luk yuvarladıktan, giderayak martı çığlıklarını son bir kez durup dinledikten sonra. Bir elinde küçük bir bavulu. Bir elinde resim cilbendi, Orient-Express trenine bindi Fikret Muallá... Ağlamaklı. İstasyonda çan çalıp da katar kalkınca, alnını vagon camına dayadı mı Fikret, baktı mı son bir kez Üsküdar’a, Haydarpaşa’ya, Kadıköy’e, Moda’ya, Adalar’a? Kaçta kalkmıştı Orient Express? Akşam olmalıydı... Çığlıksız, sessiz sedasız Sarayburnu etrafında dolanarak kayıverdi katar, surlara sürünerek geçti, hiç durmadı, gittikçe hızlandı, ver elini Paris... Gidiş o gidiş...
1970 yılında, Fikret Muallá’yı yolcu ettik. Orly Havaalanı’ndayız. Ne çok gürültü ediyor bu uçaklar!.. Fikret Muallá, Türkiye’ye dönecek, tabutun içinde, bir uçağın yük bölümünde. Tepkili motor gürültüsünü duymayacak, gökyüzünü görmeyecek ama, sonunda Yeşilköy Havaalanı’na inecek.
Bunu kimse bilemezdi önceden, ne Falcı Ahmet Bey, ne niyet çeken kartal, ne ben, ne Muallá, bunun böyle biteceğini kimse kestiremezdi.