Bazı kitaplar var ki, dönüp dönüp sayfalarına dalarım, onların niçin tükendiği halde tekrar basılmadığına da hayret ederim.
İşte bunlar arasında yeni basımını beklediğim kitap, Cahit Kayra’nın İstanbul’un Yokuş ve Merdivenleri.
Nihayet yeniden basıldı.
İstanbul’un çeşitli semtlerini dolaşan bir İstanbullu olarak, yokuşsuz bir yeri pek anımsamıyorum.
Yokuşların yorucu güzelliğini bir de Lizbon’da yaşadım.
Bir yokuştan aşağı iniyorsunuz ve birden kendinizi deniz kıyısında buluyorsunuz. Aynı İstanbul.
Yokuştan inip denizi gördüğümde bu yıl İKSV’nin Uluslararası Onur Ödülü’nü alan Erdoğan Tokatlı’nın Denize İnen Sokak filmini anımsarım.
Elbet İstanbul’da sadece yokuşlar yok, bir de merdivenler var.
Yavuz Selim’de bir gün, bir caddeye saptığımı sandığımda, otomobille merdiven basamaklarından indiğimi fark ettim. Benim dalgınlığım kadar, sokaklarla merdivenlerin karışmasının da rolü vardı bu durumda.
Yokuşların ayrı bir zevki vardır, merdivenlerin ayrı. İnişler hoştur ama çıkışları pek sempatik bulmam.
Cahit Kayra, bunların bir şehre katkısının ne olduğunu, kitabının Önsöz’ünde belirtmiş:
İSTANBUL’UN İLKEL MANTIĞI
“Her kentin kendi mantığı vardır. Ben İstanbul´un dağınık, ilkel ve sevecen mantığını severim. Bu sıradan değil, bana göre anlamlı bir ilkelliktir. Batı´nın cetvelle çizilmiş, simetrik yolları bana güçten, zenginlikten başka bir şey anlatmaz. O ruhsuz düzen içinde, yalnız, tek başıma vahşi bir ortamda yolunu arayan ve bulamayan bir insan gibi duyumsarım kendimi. Hayal kuramam oralarda. İstanbul´da ise, şairin dediği gibi, bir eski zaman mahallesinde, kenarından köşesinden ya da dağınık taşlarının kenarlarından çıkan çiçekli çiçeksiz bitkilerle süslü ve taş, toprak harap bir merdivenden, yokuştan yukarı ağır ağır çıkarken dalıp gittiğim düşler dünyası yaşamın ta kendisidir benim için.
Yaşam, gerçek yaşam sanki yalnız o yollardadır.
İstanbul bu inişli yokuşlu yollarıyla, bir büyük caddeden bir başkasına uzanan yokuşları ya da bir yolun başladığı yerden yamaçlara tırmanan merdivenleriyle bir bahçe halısı gibidir. Batı´nın sanayi canavarlarının övgüsünü yansıtan geniş ve bir ucundan öteki ucu görülen caddeleri bana korku verir. Ben yokuşsuz merdivensiz bir dünyada, her yanı ekonomik bir düzenle oluşturulmuş bir kentte, kendimi oraya hapsedilmiş gibi duyumsarım. İstanbul´da ise özgürüm.”
Kayra, benim sık sık yakındığım bir konuya, biraz da ironik bir biçimde yaklaşıyor.
Gerçekten de sokak adlarına baktığınızda, neden bu adı taşıdığını, sokağa adı verilen kişinin kim olduğunu merak ederim. Merakımı gidermem/gidermemiz de mümkün değil. Oysa yurtdışında onun kimliğine dair kısa bir not vardır. Yazar ne kadar haklı:
“Kim oldukları bilinmeyen kişilerin adlarını taşıyan sokaklar, yokuşlar ve merdivenler pek çok... Keresteci İbrahim, Hüsam Efendi, Baba Tahir, Numan Bey, Hayriye Hanım... Bu insanlar kimlerdi; bu sokaklara onların adları neden verildi? Bunlar artık çözülemeyecek bilinmezler... Anlaşılan, bir tarihte sözgelişi Keresteci İbrahim Efendi o sokakta oturmuş. O zamanların evleri ahşap. Boyuna yanıp yeniden yapıldıkça kereste tüccarlarına da iş düşüyor ve bu yüzden İbrahim Efendi mahallenin zengini, dişlisi... O tarihlerde sokaklara ilk kez ad veriliyor ve sokağın başındaki aşı boyalı evin duvarına Keresteci İbrahim´in adını taşıyan tabela takılıyor. İbrahim Efendi böylece sonsuzluğa erişiyor diyebiliriz.”
Yokuşları, merdivenleri semt semt tırmanın, hem mahalle dokusunu görürsünüz hem sokak adları üzerine çağrışımlar yapabilirsiniz, hem de yedi tepeyi görmüş, yaşamış olursunuz.
Kitabın düzeni de şöyle:
Eminönü, Fatih, Beşiktaş, Sarıyer, Beykoz ve Anadolu Yakası, Üsküdar ve Ötekiler.
Fatih’in İstanbul’daki yerini, özelliğini vurguluyor:
“Fatih değişik bir dünya... Günümüzün yaşam felsefesi, ortamı ve koşulları ile uzlaşmamanın çabası içinde. Ama zamanın getirdikleri öylesine güçlü ve onlara direnç gösterebilmenin mantığı öylesine zayıf ki, yenilikleri de göz ardı edememiş ve seçebildiklerini almakla yetinmiş bir dünya. Sonuç: hüzün verici belirtiler... Arada en çok yıpranan ise eskinin güzel değerleri. Bunlardan kalabilenlerin yanı başına oturtulmuş beton yığınları... Eski zaman evlerinin üstünde çeşit çeşit televizyon antenleri... Geçmiş yıllarda içinden iki, üç arabanın geçemediği yollara doluşturulmuş otolar... Ortaçağ geleneğini sürdüren yaşlanmış genç esnafın peykeli dükkanları... Çağdaş görünüşlü genç kızlar, bekleyişleri olmayan ve yaşamın amacını rasgele savunmanın dışına çıkaramayan, örtülü, kapalı, küskün Osmanlı kadınları...”
Cahit Kayra’nın kitabını bir şehir rehberi de sayabilirsiniz. Şehri hem tanımak, hem sevmek hem de kendine özgü yanlarını anlayabilmek amacıyla okuyabilirsiniz.