Paylaş
Fikirler havada uçuşuyor.
Düşünmek serbest...
Kimse yeni bir fikir ortaya attığı için eleştirilmiyor.
Aksine böyle bir iklim için her türlü koşul yaratılıyor.
Çalışanlar cesaretlendiriliyor.
O fikir çok uçuk da olsa, farklı da olsa, birçok insana aykırı bile olsa...
Kimse çekinmiyor.
Ortaya o fikri atıp bırakıyor. Sonra...
Stuttgart’ın o sert havası bile Hugo Boss’un içindeki fırtınanın yanında hafif kalıyor. Bir beyin fırtınası oluyor ki, görmenizi isterim.
Burada en kritik görev elbette işin tepesindeki isimde...
Hugo Boss’un CEO’su Claus–Dietrich Lahrs, çok deneyimli bir profesyonel...
L’Oreal’in genel müdürlüğü de Cartier’in tepe yöneticiliği de kendisine haklı bir ün kazandırmış.
Lahrs, “Hugo Boss’ta bu ortamı yaratmak zorundayız. Çünkü, her şey hayal kurmakla başlıyor. Ama bunu yaparken, günceli de takip ediyoruz. Sokağı izliyoruz, dünyadaki gelişmeleri yakından takip ediyoruz. İnsanların beklentilerini yönetiyoruz. Biz herkes için ve çok önceden düşünmeliyiz. O yüzden çalışanlarımız kendilerini iyi hissetmeli, kendilerini güvende hissetmeli... Bana düşen de bunun koordinasyonunu sağlamak” diyor.
Stuttgart’ta bir şey daha gözlemledim.
Türkiye’deki, İzmir’deki, Ege Serbest Bölge’deki tesisler sadece üretim açısından Hugo Boss’a örnek olmamış.
Elbette, burada dikilen takımlar, gömlekler, elbiseler, jeanler dünyadaki diğer fabrikalardan çok daha kaliteli olduğu haklı bir üne sahip...
Ama sadece kalite değil, insan kaynağı da Almanya’daki merkezden övgüler alıyor.
Yeri gelmişken; Hugo Boss’un Türkiye Genel Müdürü Sezai Kaya’yı da kutlamak gerekiyor. Çünkü, Hugo Boss’un yaptığı çalışan memnuniyeti anketlerinde İzmir her zaman diğer ülkelerden daha iyi çıkıyor.
Sezai Kaya da Claus–Dietrich Lahrs gibi her çalışanıyla tek tek ilgileniyor.
Onlar için spor kulüpleri kuruyor, hobi merkezleri yaratıyor. Böyle tam 22 tane kulüp kurmuş...
Çalışanlarıyla rafting yapıyor, şarkı söylüyor, şarap günleri düzenliyor...
Başarı da böyle geliyor. Çalışanlarını düşünen şirketler kazanıyor, daha hızlı büyüyor, kriz filan dinlemiyor.
Trendi takip eden değil trendi yaratan bir ekip
RENKLİ insanları seviyorum. Hayatı takmayan, bildiğini okuyan, Don Kişot’luk yapan, fikirlerinin arkasında duran, trendi takip eden değil trend yaratan, yeniliklere açık, hayata karşı hep esnek...
Hem okuyan, hem çok gezen, bilgiye aç, hırs ve iddiayı karıştırmayan...
Ama hep iddialı olan...
Durmak bilmek bilmeyen, enerji dolu olan, ama bu enerjisini de karşısındaki insanlara aktarabilen...
İşine aşık, hatta tutkuyla bağlı olan insanları seviyorum. Hugo Boss’ta işte öyle insanlarla tanıştım. Size biraz onlardan bahsedeyim.
Örneğin; Boss Black Sportswear Direktörü Gaston Bonni... Bonni, Hugo’nun spor koleksiyonunun yaratıcısı...
Boss Black Menswear Direktörü Kevin Lobo... Lobo, erkek koleksiyonunun yaratıcısı... Hint asıllı, müthiş bir adam...
Boss Black Womenswear Direktörü Karin Busnel... Busnel, kadın koleksiyonunun başında... İşi hiç kolay değil... Ama çok deneyimli...
Boss Orange Direktörü Eyan Allen ve Boss Gren Direktörü Jose Janga... Her ikisi de çok farklı, renkli insanlar...
Boss Orange da Gren de Hugo’yu gençleştiren, dinamikleştiren koleksiyonlar...
Bu ekip bütün dünyayı geziyormuş. Her biri yılda ortalama 100 şehri ziyaret ediyormuş. Kevin Lobo’yla uzun uzun sohbet etme imkanım oldu. Bir gün Barcelona’daymış, bir gün Tokyo’da...
Saatlerce sokakları gezip insanları izliyormuş. Notlar alıp, tüketici alışkanlıklarını izleyip, bu bilgileri ekip arkadaşlarıyla paylaşıyormuş. Her yaşa, her zevke göre bir koleksiyon yaratmak kolay mı?
Spor giyinmek istiyorsan spor; smokin giymek istiyorsan smokin... Farklı olmak istiyorsan, dikkat çekmek istiyorsan... Zayıfsan, kiloluysan; uzunsan, kısaysan... Geniş omuzluysan, dar omuzluysan...
Renkli seviyorsan, rengarenk olmak istiyorsan...
Yeni bir hayata başlamak, stilini değiştirmek istiyorsan...
Bambaşka bir insan olmak istiyorsan; hayatın detaylarını yaşamak istiyorsan...
Eşin, sevgilin için giyinmek istiyorsan... Kendini mutlu etmek istiyorsan...
Hem klasik, hem modern olmak istiyorsan...
Kevin Lobo ve Kevin Lobo’lar bunun için var.
Her koleksiyonun bir öyküsü var
TASARIMCILAR, modayla uğraşanlar, öykülerle yakından ilgileniyorlar.
Her koleksiyonun bir öyküsü var örneğin...
Hugo Boss’ta da öyle...
Bu öykülerin içine renkleri katıyorlar, kumaşları...
Kendilerine öyle bir dünya kuruyorlar. Çok kolay değil, yaşananları anlamak... Keyifli olduğu bir gerçek...
Blaser ceketin öyküsü mesela... Biraz klasik, yeri geldiğinde modern...
Yeni dönem böyle; her ikisi yan yana gelebiliyor.
Bu yaratıcı ekip, bizlerden çok farklı düşünüyor. Biz bugünü yaşarken, onlar gelecekte yürüyor. 2010 kışını üç dört yıl önce yaşamışlar, şimdi onlar 2014’lerde geziniyorlar.
Kışı yaşarken onlar yazlıkların içinde... Yazken onlar karlı bir ortamı hayal ediyorlar.
Hep önde olmak... Hep öncü olmak... Zor ama zevkli...
Biraz da bizim işimize benziyor. Bilgisayarın başına geçtiğimde çoğu zaman ben de yıllar sonrasını yaşıyorum. Geçmişin hesaplaşmaları yerine geleceğe bakmayı tercih ediyorum.
Belki de bu ekibi o yüzden sevdim.
Bence hangi işi yapıyorsanız yapın, hangi sektörde olursanız olun böyle ekipler kurulmalı.
Birileri günlük işleri götürürken, birileri geleceği kurgulamalı...
Anladım ki...
“Bu yılın favori renkleri siyah, yeşil, kahverengi tonları” olacak demekle bu iş olmuyor; moda nereye gidecek, erkeğin ya da kadının yeni stili ne olacak gibi soruların cevabı masa başında dört, beş kişinin kararıyla olmuyor.
Bu tasarımcılar bütün dünyayı gezip, aylar süren gözlemler yapıyorlar.
Bir koleksiyonu yaratan bütün insanlarla bir araya geliyorlar.
Ve sonuçta ortak bir dil yaratıyorlar...
Her gün farklı bir şehirde gözlerini açmak...
Her gün yeni bir heyecanla işe başlamak...
Müthişti, müthiş...
Bu rengarenk dünyanın içinde birkaç gün de olsa yer almak büyük keyifti.
Paylaş