Bu hafta Hazine üç ihale düzenledi. Pazartesi günü dolar cinsi bir ihale yaptı. Bu ihalede toplam 1.5 milyar dolarlık bir borçlanma gerçekleştirdi. Bu tutar bugünkü kurdan yaklaşık 2.2 katrilyon liraya denk geliyor.
Dün yapılan iki ihaledeki toplam borçlanmalar da dikkate alınırsa Hazine bu hafta piyasadan toplam 8.3 katrilyon lira çekmiş oluyor. Bu durumda da bugünkü 8.8 katrilyon liralık itfaya karşılık yeniden borçlanma oranı %96 olarak gerçekleşmiş oluyor.
Ayın tamamını dikkate alırsak geçen haftaki borçlanmalarla birlikte Hazine, bu ay toplam 15.1 katrilyon lira borçlanmış oldu. Dolar cinsi ihaleyi ve ihaleler öncesi Kamu kuruluşlarına yapılan ROT satışlarını çıkarsak, yani sadece piyasadan yapılan borçlanmayı dikkate alsak bile Hazine ay başında açıkladığı hedefin üzerine çıkmış durumda. Sadece bu ay değil, 2004 yılının geride bıraktığımız döneminde de önceden açıkladığı seviyenin üzerine çıkmış durumda.
Hazine yılın tamamına ilişkin olarak ödemelerine karşılık yeniden borçlanma oranını yüzde 85 olacağını açıklamıştı. Oysa şu anda bu oran yüzde 95’lerin üzerine çıkmış durumda. Üstelik bu borçlanmaların son 4 ayda gerçekleşenleri yüzde 15 hatta 16 oranında bir reel faizle gerçekleştirilmiş çok pahalı borçlanmalar.
Bu verilerin neden önemli olduğuna gelince; Türkiye’nin en büyük sorunu iç borcunun yüksekliği ve harcamalarını finanse debilmek için borçlanmayı sürdürmek zorunda olması. İhalelerde yüksek miktarda ve bu kadar yüksek faizle borçlandıkça borç stokumuzda istediğimiz düşüşü bir türlü gerçekleştiremiyoruz. Borcun yüksek olması da ekonomiyi o kadar ciddi bir çıkmazın içine sokuyor ki anlatmak bile sayfalar sürer. Ama en basitinden şunu söyleyelim; borç yüksek olunca yeni borçlanmalara daha yüksek faiz ödemek zorunda kalıyoruz. Bu nedenle de reel sektöre kredi olarak akması gereken para borçlanmalara akıyor.
Hazine’nin hedeflediği borçlanma seviyelerini aştığı dönemlerde acaba durumu kritik mi, elinde hiç para yok mu diye soruyoruz. Yanıt olumsuz. Son dört ayda Hazine’nin elinde sürekli para olduğunu yani her ihaleye elinde ciddi miktarda nakitle girdiğini görüyoruz. O zaman da kaçınılmaz olarak başka bir soru soruyoruz; acaba Hazine neden böyle bir strateji izliyor?
Bu sorunun yanıtını vermek için onlarca farklı yorum yapılabilir. Ama asıl yanıtı bilen tek merci Hazine’nin kendisi. Hazine ise bu konuda sessiz kalmayı tercih ediyor. Böylece de biz acaba niye diye izlerken, borcumuz azalacağına artıyor, artmasa bile yerinde sayıyor. Acaba Hazine’yi bu konuda denetleyecek kimse var mı? Ya da yeni bir borçlanma kanunu mu gerek?
Önce dünkü rapordan bir iki noktayı alıntılayalım: Morgan Stanley ekonomisti Çevik, Türkiye’nin 2004 yılı büyüme beklentisini yüzde 7 olarak revize etmişti. Son raporda ise bu oranı yeniden yükseltti ve ekonominin 2004 yılında yüzde 8,2 oranında büyüyeceği tahmininde bulundu. 2005 yılı büyüme tahminini de yüzde 7,2’den yüzde 7,8’e yükseltti. Üstelik bu büyüme oranlarının da enflasyonla mücadele için sorun oluşturmayacağını belirtiyor.
Bugün elimize ulaşan raporda ise şu başlıklar dikkat çekiyor:
+++ Enflasyonsuz GSMH büyümesi 2004 yılı ilk çeyreğinde tam 10.1% oranında oldu. Son iki yılda toplam % 14.1'lik bir büyüme yaşayan Türk ekonomisinin, açıklanacak yeni ekonomik veriler ve indikatörlerden sonrada bu yüksek performansını sürdürmesi bekleniyor.
+++ Ekonomide beklenenden fazla oluşan büyüme herhangi bir ekonomik ısınmaya sebep olmayacağı gibi dezenflasyon karşısındada bir engel teşkil etmiyor. Verimlilik artışı ve piyasalardaki sermaye birikiminin yarattığı olumlu etkiler, sektördeki üretim oranını arttırıyor ve makroekonomik verilerin her geçen gün biraz daha iyileşmesini sağlıyor.
+++ Türkiye tarihindeki en önemli verimlilik artışı sürecine girmiş durumda. Eldeki veriler Türkiye’deki verimlik artışının son üç yılda büyük bir ivme kazandığını gösteriyor. 1960-2000 yılları arasında ortalama % 3'lük bir orana sahip olan verimlilik artışı, bir belirsizlikler ve ekonomik krizler çağı olan 90'larda % 2.1 seviyelerine kadar inmişti. Fakat eldeki makro ekonomik veriler Türk ekonomisinin son üç yılda ortalama % 8.8 oranında bir verimlilik artışı yaşadığını gösteriyor.
+++ Üretkenlik artışı ise ekonomide yapısal gelişim sürecinin temel taşlarından biri olarak göze çarpıyor. Ekonomideki yapısal ve kurumsal gelişim süreci özellikle 2001 krizinden beri ilk kez bu kadar pozitif bir yönde ilerliyor. Kriz öncesi 90'lı yıllarda toplam faktör verimliliği oranı yıl başına kadar % 0.5’lik bir seyir izlerken bu oran kriz sonrası ekonomik dönemde ortalama yıllık % 5.2'ye kadar çıkmıştır.
+++ Yatırım harcamalarında yaşanan gözle görülür artış verimlilik artış oranını yükselten başka bir veri olarak dikkat çekiyor. Envanter alımında yaşanan ve son iki yılın % 52.5'lik artış oranını sürklase eden 89.6%'lık artış oranı daha uzun zaman verimlilik artışını yukarı trendde tutmaya devam edecek.
+++
Dinamik, çünkü tıkanma noktasına gelen ekonomik, sosyal ve siyasal hayatın yeniden yapılanması için çok güçlü bir değişim alternatifi oldu; sorun, çünkü nihai olarak egemenliğin dışarıdaki bir erk odağına tahvil edilmesi sonucu ya içerden büyük bir dirençle karşılandı ya da yanlış ya da kasıtlı politika ve taleplerle Türkiye’deki yapıyı bozarak kaosa doğru sürükledi.
Geride bıraktığmız 20 yıllık sürec içinde ekonomik yeniden yapılanma anlamında en büyük sınavını “Güçlü ekonomiye geçiş” programı ile verdiniz. Türkiye tarihinde ilk kez bir IMF anlaşmasını sonuca ulaştırmayı başarıyor. Üstelik programın bir çok alanında tahmin edilemeyen bir başarıyla. AB üyeliği meselesinde ise 2000 yılından bu yana ilk kez somut bir gelişme ile karşı karşıyayız.
Ekonomik programı başarılı biçimde tamamlamak yetmiyor ama. Sermaye fakiri ve yüksek borçlu Türkiye’nin uluslararası kreditörlere güven vermesi ve ülkeye doğrudan yabancı yatırım çekebilmesi için yeni bir anlaşma yapılması gereğinden uzun süredir bahsediliyordu. Bu konuda yine uzun süre direnen hükümet nihayet direnci bir yana bırakıp IMF ile 3 yıllık kaynak kullanımını da içeren bir stand-by imzalanacağını duyurdu. Böylelikle Türkiye son 20 yıldır gelişimini endekslediği temel perspektiflerinden birinde başarılı bir adım atıp bunu sürdürme kararlılığında olduğunu da gösterdi.
İkinci alanda, AB üyeliği perspektifinde ise artık top Batı’da. Bu aralar onların sizden daha dertli olduklarını söylemek lazım. Açıkçası AB üyesi ülkeler de ne yapacaklarını bilmiyor bir görünüm çiziyor. Bu alanda da saflar netleşmeye başlarken sonucun da yakın olduğunu anlayabiliyoruz.
IMF ile yeni program Türkiye piyasalarının yaşadığı sıkıntıya ilk neşteri vurdu ama asıl büyük beklenti AB üyeliği. Şimdi oradan gelecek haberi bekliyoruz. Bekliyor ve piyasayı izliyoruz. Eğer bu alanda da iyi bir haber gelirse hakikaten bu piyasayı tanıyamayacaksınız”
Bu sözler dün akşam konuştuğum bir yabancı yatırımcıya ait.
Aynen katılıyoruz.
Başbakan’ın yaptığı bu açıklama ile de uzun zamandır Türk ekonomisi ile ilgilenen çevrelerde devam eden "2005 yılı sonrasında nasıl bir ekonomi programı uygulanacak" tartışması sona erdi. Başbakan IMF ile 3 yıllık bir stand-by daha imzalanacağını ve bu stand-by anlaşmasının IMF'den yeni kredileri de kapsayacağını belirtti.
Peki neden IMF ile yeni bir program ve neden yeni bir krediye ihtiyaç duyuyoruz?
En önemli neden Türkiye'nin büyümesini finanse edecek sermayeye sahip olmaması. Yani Türkiye yatırım ve ödemeleri için dış kaynağa ihtiyaç duyuyor. Bu paranın kaynağı da yabancı bankalar ve yabancı yatırım bankaları ile doğrudan yatırım yapabilecek olan uluslararası şirketler.
Yani hem borç bulmak hem de bu borcun faizinin düşük kalması için Türkiye'nin dışarıya güven vermesi gerek. Bu durumun ayrıntılarını şöyle sıralayabiliriz:
1- Türkiye şu anda uygulamakta olduğu programda makroekonomik hedefler anlamında başarılı oldu. Enflasyon, büyüme ve faiz dışı fazla hedefleri tutturuldu. Ama yeni istihdam yaratma ve gelirleri reel olarak yükseltme konusunda aynı başarı gösterilemedi. Öncelikle şu ana kadar sağlanan başarının devam etmesi ve sosyal alanda da gözle görülür bir iyileşme yaşanması için yeni bir programa ihtiyaç duyuluyor.
2- Ayrıca hem içerde hem dışarda Türkiye'nin açıklayacağı bir ulusal programı tek başına yürütemeyeceği yargısı hakim. Hükümetin eğer uluslararası bir denetleme olmazsa disiplinin gevşeyeceği ve geçmiş yıllarda da görülen popülist politikalara kayabileceği endişesi var. Yani Türkiye'nin kendi başına bırakılması istenmiyor.
3- Türkiye'de borcun milli gelire oranı hala Kopenhag kriterlerindeki seviyenin üzerinde. Yani borcun çevrilip çevrilmeyeceği sorusu yüksek sesle sorulmasa da hala kafalarda. Yaşanılan büyüme ve istikrarın sürdürülebilir olup olmadığı konusunda şüpheler de uluslararası kreditörlerin Türkiye'ye bakışını etkiliyor.
Peki bu güne kadar IMF'den artık para almak istemiyoruz diyen hükümet neden yeni bir kredi içeren anlaşma yapmaya razı oldu?
Öncelikle Merkez Bankası’nın likidite sıkışıklığı var diye döviz alım ihalesi açmasını bekleyemezsiniz. Merkez Bankası eğer döviz alım ihalesi açacaksa bunu daha önce de yaptığı gibi ülkeye hızlı bir döviz girişi yaşanmaya başlarsa yapabilir. Bunun için de piyasayı izlediği görülüyor. Ama işin bir de başka tarafı var. Bu söylentilerin konuşulması kur üzerinde hafif de olsa bir baskı oluşturuyor. Bazı ekonomistlere göre bu da Merkez Bankası’nın işine geliyor. Bu tamamen ayrı bir tartışmanın konusu. Sözü kısa keselim ve bakalım ekonomistler “piyasada likidite sıkışıklığı var mı” ve “Merkez bankası döviz alım ihalesi açar mı sorularımızı nasıl yanıtlamış:
HC İstanbul Levent DurusoyEkonomist:
Soru 1: Likidite sıkıntısı var mı?
- Hayır bence likidite sıkıntısı yok.
Soru 2: Merkez Bankası döviz alım ihalesi açar mı?
- İki hafta önce de böyle bir söylenti vardı ve söylentinin yayılmasıyla birlikte kurdaki hareketin yönü değişti. Yani Merkez Bankası bunu söylentileri bir politika aracı olarak kullanıyor.
Türker Hamzoğluİş YatırımEkonomist
Soru 1:
Son bir aydır uluslararası piyasalarda petrol fiyatının 35 dolardan 42 dolar seviyesine kadar yükseldiğini izledik. Bugün ise gazetelerde petrol fiyatının 50 dolara kadar çıkıp çıkamayacağı yönünde sıkıntılar ve endişeler olduğu yönünde haberler izliyoruz. Acaba petrol fiyatı gerçekten 50 dolar seviyesine kadar yükselebilir mi? İşte bu sorunun yanıtı hem dünya hem de Türkiye ekonomisi açısından hayati öneme sahip.
Öncelikle Türk basınının petrol meselesini tartışıyorken yaptığı bir veri kaymasına dikkat çekmek gerekiyor. Dünyada petrol fiyatları iki ana kaynaktan takip ediliyor. Londra Emtia Borsası ve New York Emtia Borsası. Avrupa ve Asya piyasalarında Brent türü hampetrol (göbek adı Kuzey denizi petrolü) işlem görüyor. Bu petrol Türkiye’nin de kullandığı ana kaynak. ABD piyasalarında ise ABD hafif ham petrolü (Batı Teksas petrolü) işlem görüyor. Bu iki petrol türü arasında piyasalarda yaklaşık 3 dolarlık bir fark var.
Basında izlediğiniz haberlerde bizi doğrudan ilgilendirdiği için Brent petrolünün fiyatının yer alması gerekirken sadece ABD petrolünün fiyatının konu edildiğini görüyoruz. Bu da bir bilgi kirlenmesine yol açıyor. Gazeteci arkadaşlarımızın niye sadece ABD petrolü ile ilgilendiklerini bilmiyorum ama bizi ilgilendiren fiyat Brent petrolünün fiyatı.
Peki 45 ya da 50 dolar; petrol fiyatları daha yukarıya yükselebilir mi? Öncelikle Petrol fiyatının neden yükseldiğini anlamak lazım. Burada şu temel etkenleri görüyoruz:
1- 2.3 milyon varil günlük kapasitesi ile Irak’ın piyasada olmaması
2- Suudi Arabistan ve Afrika ülkelerinde petrol üreticisi şirketlere yönelik terörist saldırılar
3- Dördüncü büyük üretici ülke olan Rusya’nın ikinci büyük petrol şirketi Yukos’un siyasi nedenlerle çöküşü
4- Biraz daha minör bir neden olmakla birlikte Çin’in devasa petrol talebi
Enflasyon rakamlarının açıklanmasının ardından gözlerimiz yeniden Merkez Bankası’na çevrildi. Acaba Merkez Bankası bu kez kısa vadeli faiz oranlarını düşürecek mi? Genelde piyasalarda olumlu çıkan her enflasyon rakamının ardından Merkez Bankası’ndan bir faiz indirimi beklentisinin şekillenmeye başladığını görürken bu kez durum farklı. Hem içerde hem de dışarda uzmanlar Merkez Bankası’nın faiz indirmeyeceğini, olası bir faiz indiriminin ise IMF ile yeni dönem anlaşmasının şekillenmesini bekleyeceğini düşünüyor.
Enflasyon rakamları ile ilgili bugün haber bombardımanı altında kalacağınızı için bu konunun ayrıntılarına girmeyi düşünmüyorum. Ama hazır konu açılmışken iki noktanın zaltını çizmek gerekiyor:
1- Çekirdek enflasyonun yüzde 0,9 artması beklenirken sadece yüzde 0,3 arttığını gördük. Çekirdek enflasyonun beklentilerin altında kalması önümüzdeki enflasyon rakamları için çok olumlu.
2- Yılın ilk aylarında TEFE rakamlarının yüksek çıkmasına neden olan tarım ve gıda fiyatları yaz aylarında düşüşün en büyük yardımcısı olmaya devam ediyor. Gıda fiyatları bu ay da beklentilerin altında düştü. Böyle olunca da çoğu ekonomistin TÜFE tahminleri gerçekleşen rakamın üzerinde kaldı.
Peki aracı kurumlar ve bankalar enflasyon konusunda neler söylüyor, araştırma raporlarında neler yer alıyor diye merak ediyorsanız hemen bir özet verelim:
LEHMAN BROTHERS:
Temmuz ayı enflasyon rakamları yıl sonu enflasyonunun %10 civarında olacağı görüşümüzü destekliyor. Toptan eşya fiyatlarındaki ciddi düşüş tarım fiyatlarından kaynaklansa da, rakamlar enflasyonist baskının düşük olduğunu gösteriyor. IMF ile yeni bir stand-by açıklamasından sonra, Merkez Bankası'nın faiz oranlarını Eylül ayında 2 puan indirmesini bekliyoruz. Daha sonra yılsonuna kadar gecelik faiz oranlarının %20 de kalmasını bekliyoruz.
HC ISTANBUL: