Peki Türkiye 3 Ekim’de müzakerelere başlamazsa ne olur? Bu sorunun yanıtını ben vermeye kalkmayacağım. Türkiye’deki piyasa uzmanlarının da görüşlerini aktarmayacağım, çünkü en büyük kabusları bu olmasına rağmen nedense kimse bu konuda açık açık konuşacak cesareti kendisinde bulamıyor. Aklımıza gelenin başımıza gelmesinden korkuyoruz galiba. Bu arada “yukarda son günlerde kimle konuşsam aynı şeyi söylüyor” dediğim insanlar arasında piyasa profesyonellerinin bulunduğunu da aktaralım. Ama onlar da görüşlerini ancak özel sohbetlerde açıkça dile getiriyor.
Bu nedenle yurtdışına uzanıp, Morgan Stanley gelişmekte olan piyasalar analisti Serhan Çevik’in görüşlerini bir kaç ay önce yazıp, “aynen geçerlidir” notuyla dün tekrar yayımladığı bir rapordan ayrıntıları aktaracağım.
Raporda Türkiye’nin 3 Ekim’de müzakerelere başlayacağı konusunda şüphelerinin olmadığını belirten Çevik ardından şu soruyu soruyor: Peki ya beklediğimiz olmaz ve AB siyasi bir felç durumuna girip Türkiye ile ilişkilerini koparırsa durum ne olur?
Çevik bu durumda bir B planına ihtiyaç olmadığını, AB hedefi olsun ya da olmasın Türkiye’nin Kopenhag ve Maastricht kriterlerine uyum konusunda attığı adımları sürdürmesi gerektiğini ve şimdiye kadar alınan sinyallerin de gelişimin bu yönde olacağını gösterdiğini belirtiyor. Yani Başbakan’ın dediği gibi bu kriterleri Ankara kriterleri yaparak yoluna devam edecek.
Türkiye’nin şimdiye kadar gerçekleştirdiği siyasi reformların ekonomik gelişme üzerinde etkisinin çok yüksek olduğunu da belirten Çevik, hükümetin de bu durumu kavradığını ve bu nedenle reform sürecinden bir geri dönüş yaşanmasını beklemediklerini belirtiyor.
Ekonomik reformlar sayesinde ülkenin sürdürülebilir büyüme şansını yakaladığını belirten Çevik, Türkiye’inn AB çıpasını kaldırmasının ardırdan da bu reformlara devam edilmesi gerektiğini ve bu sayede ortaya çıkacak şokun büyük ölçüde emileceğini belirtiyor. Ve ekliyor; hükümet de şimdiye kadar bu konudaki niyetini gayet açık biçimde ifade etti.
Ve gelelim en önemli soruya... Bu durumun ekonomik ve mali parametrelere etkisi ne düzeyde olur? Burada önemli olan düzey, çünkü bu çıpanın ortadan kalkmasının ilk etkisinin olumsuz olacağı ortada.
Türkiye’nin geçirdiği son dönemdeki büyük dönüşüm ve yeniden yapılanma süreçlerini “koşu” sözüyle tanımlamak modası birden “amok koşucusunu” getiriyor aklıma. Stefan Zweig’in ünlü kitabını okuyanlar bilir. Belki bir anlık cinnet ya da keyif verici maddelerin ya da içkinin etkisi ile ortaya çıkar amok koşucusu. Daha önce gayet normal olan kişi birden kendini elinde bıçakla sokağa atar ve önüne çıkanı yaralayarak, öldürerek koşusunu sürdürür. Koşunun sona ermesinin tek yolu vardır; koşucunun ölümü. Malezya’ya özgü bir hastalık gibi tarif ediliyor ama bence daha genel bir ruh halinin sonucu. Dünyanın hemen her yerinde yaşanabiliyor amok koşusu. Tıpkı bugün Türkiye’de olduğu gibi. Gerçi Zweig’in kitabındaki gibi önüne çıkanı öldürerek ilerlemiyor Türkiye, zararı daha çok kendisine... Koştuğumuz yol ise AB yolu...
Avrupa Parlamentosu’nda (AP) bugün Türkiye’nin imzaladığı Gümrük Birliği anlaşması ek protokolünün oylanmasını bekliyoruz. İşin onay kısmında sorun yok. Ama AP’nin bu oturum sırasında Türkiye’nin Kıbrıs Rum Kesimi’ni bir an önce tanımaması ve limanların 2006’da açılmaması halinde müzakerelerin askıya alınması yönünde bir açıklamada bulunabileceği olasılığı hem piyasaları hem de diplomatik çevreleri ciddi biçimde germiş durumda. Bu karar ya da açıklamanın teknik bir bağlayıcılığı yok. Tabi görünürde. AP’nin açıklamasının müzakerelerin başlaması konusunda ciddi bir etkisi olmayabilir ama eğer bu yönde bir açıklama gelirse bu durum AB’nin Türkiye ile ilgili son günlerde daha net biçimde görmeye başladığımız ve açıkçası pek hoşumuza gitmeyen tutumunu teyit edeceği için Türkiye siyasetinde ciddi kırılmalara yol açabilir.
Müzakerelere yol haritası olacak olan müzakere çerçeve belgesi ise yarınki AB Daimi temsilciler komitesi toplantısında ele alınacak. Avusturya hükümeti en güçlü müttefikleri Alman Hrisitiyan Demokratların sesi seçim yenilgisinden sonra pek fazla çıkmadığı halde Türkiye’ye imtiyazlı ortaklık verilmesi konusunun da müzakere çerçeve belgesi içinde yer alması için elinden geleni yapıyor. Fransa’nın bu talebe verdiği yarı-açık destek herkesin malumu. Üstelik bu koro artık daha çok üyeyle şakımaya başladı. Örneğin bugün Türkiye’yi ziyaret edecek olan Romanya Cumhurbaşkanı, çocuk kandırır bir edayla “Türkiye’nin tam üyelik için önce bir geçiş formülü olarak imtiyazlı ortaklığı kabul etmesinin kendi yararına olacağını” söyledi.
Tabi Türkiye de bu konuda elinden geleni, tüm bu tavizlerden sonra ne geliyorsa elinden, yapmaya çalışıyor. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, dönem başkanı İngiltere’nin Dışişleri Bakanı Jack Straw ile görüşerek, müzakere çerçeve belgesinde Türkiye’nin kabul edemeyeceği unsurlara yer verilmemesini istedi. Garanti Yatırım Günülk bültenine göre ise “Kulislerde, olumsuz gelişmeler yaşanması halinde, Lüksemburg’a gidilmeyebileceği bile konuşuluyor.”
Piyasalar ise şimdilik bu gelişmeleri tepki vermeden izlemeyi tercih ediyor. Gayet normal çünkü piyasadari bütün oyuncular gırtlaklarına kadar hisse senedine gömülmüş durumda. Piyasanın yüzde 65’i yabancı yatırımcının elinde. Bu hisseleri satacak yeni yatırımcı bulmadan da piyasadan çıkmaları imkansız. O nerdenle herkes 3 Ekim’i bekliyor, İşler yolunda giderse piyasanın önü çok açık ama unutmayın “Kulislerde, olumsuz gelişmeler yaşanması halinde, Lüksemburg’a gidilmeyebileceği bile konuşuluyor.”
Türkiye’nin Ankara Anlaşması’nı genişleten ek protokolü imzalamasının ardından yayınladığı ve attığı imzanın Kıbrıs Rum kesimini tanıma anlamına gelmediğini duyurduğu deklarasyona verilecek yanıtın şekillenmesinde İngiltere’nin payı çok büyük. Ayrıntılara bakıldığında karşı deklarasyonunu Türkiye’den çok Rum kesiminin tezleri çerçevesinde şekillendiği görülüyor. Yani İngiltere’nin çabaları Rum kesiminin işine yaramış gibi. Ama karşı deklarasyonda yer alan unsurların Çerçeve Belge’ye dehil edilmemiş olması Türkiye açısından büyük bir avantaj. Çünkü bu şekilde karşı deklarasyon hukuki bir temelden yoksun kalıyor.
AB tarafından yayımlanan deklarasyonun ayrıntılarına bakıldığında da yine Türkiye’nin savunabileceği alanlar var gibi görünüyor. Deklarasyona göre Rum kesiminin Türkiye tarafından tanınması Türkiye’nin bugüne kadar savunduğu tezin aksine üyeliğin değil müzakere sürecinin bir parçası olarak kabul edilirken, limanların ve havaalanlarının Rumlara açılması meselesi ise 2006 yılına atıldı. Bu zaman manevrası sayesinde de Türkiye’nin 3 Ekim’de müzakerelere başlamasının önü açılmış oldu. Ayrıca “tanıma sürecin bir parçasıdır” tezinde de Türkiye’nin işine yarayacak bir açık kapı bulunuyor. AB, gelecek süreç içinde Rum kesimini tanıma konuunda baskı yaparsa Türkiye sürecin tamamlanmadığını söyleyerek bu talebin gereğini yapmayı erteleyebilir.
Tüm bunların yanında 3 Ekim öncesi bütün hukuki sorumluluklarını yerine getirmiş olan Türkiye’inn önüne şimdi bile binlerce farklı sorunun çıkarıldığı düşünülürse karşı deklarasyonun ilerde Türkiye’nin önünü kapamak için kullanılabileceği ve hatta kullanılacağı inkar edilemez ve gözden kıçırılamaz bir gerçek elbette. Ama yukarda da söylediğimiz gibi karşı deklarasyondaki konuların Çerçeve Belge’nin içinde yer almaması ve 3 Ekim öncesi son teknik engel olan bu belgenin de yayınlanmaya hazır hale gelmesi, yani 3 Ekim’de müzakerelerin başlamasının kesinleşmesi piyasalar için iyi bir moral kaynağı oldu.
Bu arada Almanya seçimleri sonrası Türkiye karşıtlığını ana propoganda unsuru yapan Hristiyan birlik Partileri lideri Angela Merkel’in anketlere göre 15 puan önde olduğu Schröder’in SPD’sinden sadece 1 puan farkla seçimlerden çıkması da Türkiye’nin AB üyelik süreci açısından hayati öneme sahip. Angela Merkel karışık koalisyon hesapları içerisinde başbakanlığa gelse bile Türkiye konusunda eskisi kadar sert olamayacak. Çünkü ülkesindeki yüzde 1.2’lik Türk seçmenin ve Bundestag’daki 5 milletvekilinin nicelik olarak küçük ama nitelik olarak ne kadar etkili olduğu ortaya çıktı. İkinci olarak da bu sonuç büyük olasılıkla Avrupalı diğer liderler için önemli bir ders olacak. Türkiye karşıtlığının her zaman umulan başarıyı getirmediğinin görülmesi, AB’nin kendi iç politika sıkıntıları ve Avrupa kamuoyunun AB sürecine ilişkin tepkilerini Türkiye karşıtlığı ile örtme çabalarını da azaltabilir. Ama tamamen ortadan kaldırmaz.
Bu son gelişmeler piyasaların hoşuna giti elbette. Ama bugünlerde endeks için lokomotif olan bir çok hisse senedinin hedef değerlere ulaşmış hatta bu değerleri aşmış olması endersin kısa vadeli yükseliş trendini sınırlayabilir. Fakat 3 Ekim’den bir önceki hafta piyasaların yeni sürprizler ve zirveler yapması hiç de olasılık dışı değil.
Tabii ki metnin içeriğinin tam olarak ne olacağına ilişkin pazarlıklar ve tartışmalar son ana kadar sürecek. Büyük olasılıkla bugün de toplantıdan bir sonuç çıkmayacak ama yine de piyasalarda nihayet bu konuda somut bir adım atılabileceği beklentisi ile iyimser bir hava hakim. Piyasa açısından bakıldığında, en kötü netlik durumu en iyi belirsizliğe tercih edilir çünkü.
Ama 3 Ekim’e bu kadar kısa bir süre kalmış olması da piyasanın önünde ayrı bir engel oluşturuyor. Çünkü önümüzde iki haftadan kısa bir süre var ve bu kısa süre içinde Türkiye’nin gerçekten olumsuz olarak algılayacağı bir gelişme olursa etkisi piyasa açısından olumsuz olabilir. Piyasalar toparlanacak zaman bulamayabilir. Ama yine de görünen o ki piyasalar ufak tefek arazları çok da fazla dikkate almayacak.
Piyasalardaki durumu şimdilik bir yana bırakalım ve Türkiye ekonomisinin durumuna gözatmaya başlayalım. Morgan Stanley’nin son raporunda da Türkiye ekonomisi mercek altına alınıyor.Raporda yüksek enerji fiyatları nedeniyle küresel ekonomideki dezenflasyon sürecinin durabileceği ve bunun etkilerinin hem 2005 hem de 2006 yıllarında görüleceği belirtiliyor. Ama bu durumun enflasyon dinamiklerindeki kökten bir değişiklikten değil, fosil yakıt fiyatlarındaki artıştan kaynaklandığı vurgulanıyor.
Türkiye’nin de bu süreçten etikeleneceğini belirten rapor, ama ülkeden liberalizasyon süreci, bütçe uygulamalarındaki disiplin ve yüksek verimlilik devam ettiği müddetçe enflasyonist riskin çok düşük kalacağı vurgulanıyor.
Bu duruma Ağustos ayı enflasyonunu örnek verildiği raporda, enflasyon rakamının geçen yıla ve bir önceki döneme kıyasla yükseliş eğilimine girmiş gibi göründüğü ama enerji fiyatları dışarda bırakılırsa dezenflasyon sürecinin devam ettiğinin görüldüğü vurgulanıyor. Türkiye’de enflasyonun artışına neden olabilecek iç talep eğilimi ve ücret politikalarında ise risk oluşturacak bir görünüm bulunmadığı belirtiliyor.
Raporda Türkiye’nin enflasyonu düşürme sürecinde bir miktar yavaşlama olabileceği ama bunun genel dezenflasyon sürecini etkilemeyeceği belirtiliyor.
Bu rapor Türkiye ekonomisinin durumunu dışardan bakarak değerlendiriyor. Ve bu değerlendirmeyi paranın kalbinin attığı bir merkezdeki, Londra’daki yatırımcılar için yapıyor. Bizim, soruna sürekli içerden baktığımız için biraz daha karamsar olan görüşlerimizin aksine yabancıların ne kadar pozitif bir bakış açısına sahip olduklarını da gösteren bu rapor, yabancı yatırımcının neden bu kez çok kolay ülkeden ayrılmayacağını da ortaya koyuyor.
Ama tabii ki bu durum yine de Türkiye ekonomisi üzerinde sıcak paranın çok büyük bir etkisi olduğu ve bunun yarattığı kırılganlığın henüz ortadan kalkmadığı gerçeğini de değiştirmiyor.
Yüzde 70 Koç, yüzde 30 Shell ortaklığı ile yüzde 51’i 4.2 milyar dolara değerlenen Tüpraş borsadaki fiyatının yüzde 80 üzerinde bir fiyata satılmış oldu. Tabii ki bu satışın ardından Tüpraş’ın borsa fiyatı da hemen özelleştirme fiyatına yakınsamaya başladı.
Bu tür fiyatlama örneklerinde genelde. Yani piyasadaki fiyatla satış fiyatı arasındaki fark kapanma eğiliminde olur. Yani yüksek ya da düşük; borsa fiyatı belli bir zaman dilimi içinde satış fiyatına yaklaşır. Borsa fiyatının tamamen satış fiyatına ulaşması ise kısa vade değil uzun vadenin işidir. Ayrıca piyasanın ne kadar primli olduğu, mevcut makro ekonomik ve siyasi gelişmeler de fiyatların birbirine yakınsaması sürecini etkiler. Hızlandırır ya da yavaşlatır.
Tüpraş da bu durumdan azade değil elbette...
Şimdi; Tüpraş’ın ihale öncesi son borsa fiyatı 24 YTL’ydi. İhalede çıkan fiyat ise 43.2 YTL’lik bir hisse senedi fiyatına denk geliyor. Öncelikle şunu söylemek gerek, eninde sonunda Tüpraş hisse senedi bu fiyata gelecek. Bugünden itibaren Tüpraş ile ilgili tüm değerlemelerde bu fiyat raferans alınacak. Borsada oluşan hisse senedi fiyatının ucuz ya da pahalı olduğu kararı bu fiyata bakılarak verilecek.
Şimdi yukardaki teoriyi bugüne uygulayalım. Borsa tarihi zirvelerde ve önümüzde 3 Ekim süreci var. Sizce hemen yarın Tüpraş hissesi 43 YTL’ye çıkar mı?
İstanbul Borsası, Mayıs ayı sonunuda endeks 24 bin 54 puanda iken başlattığı yükseliş hareketini 4 Ağustos itibariyle 30 bin 163 puanlık endeks değeri ile tamamladı. Ardından hem trendin tamamlanmış olması hem de o dönem Fransa’dan Türkiye’nin Güney kıbrıs’ı tanımamasına yönelik gelen eleştiriler endekste hızlı bir düzeltme hareketinin yaşanmasına neden oldu. Bu hareket endeksi 17 Ağustos’ta 27 bin 683 puana kadar çekti ve arkasından yeni bir yükseliş hareketi başladı. İvmesi çok yüksek olmayan bu yükseliş ve toparlanma hareketi son üç gündür de yerini yeni bir ralliye bırakmış durumda.
Bu son yükseliş hareketinin başlama tarihi ise 29 Ağustos. Endeksin bulunduğu seviye ise 30 bin 15 puan. Teknik analizciler bu yükselişin trned hedefinin 32 bin 500 puan seviyesinde bulunduğunu belirtiyor. Endeksin dünkü ve bugünkü hareketi dikkate alındığında bu trendin en geç gelecek hafta tamamlanması beklenebilir. Elbette trendin tamamlanması için ille de endeksin 32 bin 500 görmesi şart değil. Siyasi gelişmelere bağlı olarak daha alt bir seviyede bu trendin yerini daha hızlı bir yükselişe ya da düşüşe bırakması da sözkonusu olabilir. Bunun için de AB sürecini takip etmek gerek.
Bu yükselişte İMKB 100 Endeksi’nin en büyük dayanağı tıpkı bir önceki süreçte olduğu gibi AB süreci. Bütün olumsuzluklara rağmen Türkiye’nin 3 Ekim’de müzakerelere başlayacağı konusunda kimsenin kafasında soru işareti kalmadı. Bakın mesela Garanti Yatırım’ın bugünkü günlük bülteninide şöyle bir bölüm var:
“AB üyesi ülkeleri daimi temsilcilerinin katıldığı dünkü Coreper toplantısında, Türkiye’nin Kıbrıs deklarasyonuna karşı bir deklarasyon yayınlanmasına karar verilirken, deklarasyonda Kıbrıs Rum Kesimi’ni tanıma şartının yer almayacağı belirtilmektedir. Deklarasyona nihai şeklinin bugün ve yarın İngiltere’de yapılacak dışişleri bakanları gayrıresmi toplantısında verilmesi beklenmektedir. Kıbrıs Rum Kesimi’nin deklarasyondaki ifadelerden tatmin olmaması nedeniyle, bugün başlayacak toplantılarda, tanıma konusunda daha fazla çaba göstermesi beklenebilir. Dışişleri bakanları toplantısında ayrıca müzakere çerçeve belgesi de ele alınacaktır. Türkiye’nin müzakerelere başlayabilmesi için müzakere çerçeve belgesini tüm üye ülkelerin onaylaması gerekmektedir.
Dün başlayan toplantılarda, yayınlanması beklenen karşı deklarasyona rağmen, Türkiye’nin 3 Ekim’de ‘tam üyelik’ hedefiyle müzakerelere başlayacağı beklentisi tüm piyasaları olumlu etkiledi. Gösterge faiz tekrar %16 bileşik seviyelere doğru gerilerken, IMKB-100 endeksi de, artan yabancı alımlarıyla birlikte yeni rekor seviyelere ulaştı ve 31,000 seviyelerine yaklaştı. ABD tahvil faizlerinin düşmesi ile birlikte, eurobondların da olumlu etkilendiğini görüyoruz. 2030 vadeli Eurobond uzun bir süre sonra tekrar 143 seviyelerine yükseldi.”
AB büyükelçilerinin resmi açıklaması büyük olasılıkla Cuma günü geç saatlerde ya da Cumartesi sabahı gelecek. Ama elbette arada bir çok resmi olmayan açıklama da basına sızdırılacak. Bu açıklamalar ve yayınlanacak olan deklerasyonun içeriği ise trendin nerede tamamlanacağı ve sonraki hareketin yönünü ne olacağı konusunda çok kesin ipuçları sunacak. O yüzden bu açıklamalar piyasaların gelecek iki gün boyunca ilgilendiği tek şey olacak.
...Cuma günü Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, AB Komisyonu Başkanı Barosso ile bir görüşme yaptı ve bu görüşmede, Türkiye’nin Güney Kıbrıs’ı tanımadığını ifade ettiği deklerasyonunu AB ruhuna aykırı olduğunu söyledi...
...Almanya’da eylül ayında yapılacak olan seçimlerin favorisi gösterilen Hristiyan Birlik Partileri’nin lideri Angela Merkel, türkiye ile dostane ilişkileri devam ettirmek istediklerini, türkiye’nin tam üyeliğine ise Avrupa Birliği’ni zor durumda bırakmamak için karşı çıktıklarını söyledi...
...Almanya Başbakanı Schroeder ise Berlin’de hafatsonu yaptığı bir konuşmada türkiye ile üyelik müzakerelerinin planlandığı gibi 3 ekim’de başlayacağını söyledi...
...Avrupa Birliği Komisyonu'nın genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn, Finlandiya'da yayın yapan Helsingin Sanomat gazetesinin dünkü sayısında yayımlanan söyleşisinde, "Müzakerelerin başlatılması için Eylül ayında Komisyon'a yetki verileceğinden eminim... Müzakerelerin başlatılması Türkiye'nin anayasal temelde yönetilen bir devletin oluşumunu güçlendirecek türdeki reformları hayata geçirmesi konusunda cesaret verecek ve Türkiye'yi genel olarak daha Avrupalı bir yöne sokacaktır" dedi...
31 Ağustos’da AB Büyükelçileri toplanacak. 1-2 Eylül tarihlerinde ise AB Dışişleri Bakanları toplantısı gerçekleştirilecek. Bu iki toplantı Deklerasyon krizi sonrası AB’nin resmi tavrını yansıtacağı için önemli. Ayrıca bu toplantılarda çerçeve belge ile ilgili gelişmeler de yaşanabilir. Malum Fransa ve Rum kesimi çerçeve belgeye yeni eklemeler yapmak, Türkiye’inn önüne yeni engeller koymak için ciddi bir mesai harcıyor.
Yarın ise 30 Ağustos Zafer Bayramı nedeniyle piyasalar kapalı olacak. Yani bugün Bu kritik toplantılar öncesi son işlem günü.
Bu kadar önemli bir gündemin bulunduğu hafta piyasalardan radikal hareketler beklemek doğru olmayacak. Genelde beklentimiz bu hafta piyasaların yatay seyir ile hareket etmesi yönünde. Eğer toplantılar Türkiye’nin istediği gibi sonuçlanırsa o zaman endekste ilk hedef 32 bin-32 bin 500 puan aralığı.