Paylaş
Tozlu Yollar başladığında Fenerbahçe-Bursaspor maçı 1-1’di. Ekranın sağ köşesinde skor 2-1 olduğunda dizinin 55 dakika süren nişan sahnesinin daha başındaydık. Maç 4-1 bittiğinde, Tozlu Yollar’ı izlemenin tek heyecan verici kısmını da kaybettik.
Kötü anlatılan sıradan hikâyelere, geviş getirmeye zorlandığımız klişelere, hiçbir ruhu olmayan mizansenlere, TV karşısında beynimiz kulağımızdan akmış gibi geçirdiğimiz uzun dakikalara alışığız. Ama bu aşk-ihtiras-intikam! Hem de 60’lar! Hem de çiftlik! Hem de ‘aşağıdakiler/yukarıdakiler’! Hem de Kıraç müzikleriyle! Üstelik bonus kavuşamamanın karın ağrısıyla! Bu paketi Kapalı Çarşı’da kazıklanan turist gibi her seferinde yutmalı mıyız?
Tozlu Yollar için aylardır yapılan agresif tanıtımdan neyle karşılaşacağımızı az çok anlamıştık. 60’larda geçmesinin hikâyeye hiçbir katkısı olmasa da bu DÖNEM dizisi, DEV oyuncu kadrosuyla edebiyatın, arabeskin, Yeşilçam’ın, son dönem Türk dizilerinin tüm klişelerini müthiş bir susuzlukla içmişti. Biz de pazar akşamları oturup bu açgözlü sarhoşluğun üzerimize püskürmesini izleyecektik.
Öyle de oldu. Tozlu Yollar, tüm vıcık vıcıklığıyla iki saatte üzerimize aktı.
İlk bölüm yayımlanmadan “Dizide ben varım. Artık ne kadar iddialı olduğumuzu siz anlayın” buyuran Selda Alkor, bu sözleri söylemesini yüreklendiren ağırlığını herhalde seslendirmede kaybetti. Bu devirde hâlâ kendi sesiyle oynamayan bir oyuncuyu, sadece iki kaş hareketi ve “Kendine gel Vildan” repliğiyle alkışlamamız mı bekleniyordu?
Hayal Tacirleri adlı senaryo ekibi tiki Türkçesiyle konuşan Burcu Kara’nın, Devlet Tiyatrosu ağızlı büyüklerimizin, Gerçek Kesit oyuncularının satırlarına ‘lakin’, ‘mühim’, ‘tahsil’, ‘mesut’ kelimelerini serpiştirirken bizi büyülü bir şekilde 60 yıl geriye götüreceklerine inanmış mıydı?
Bütün o küflenmiş, sararmış Hayat dergilerinin, köstekli saatlerin, artık her kır düğününde gelinle damadı getirmesi âdet olan klasik arabaların, her eskicinin antika diye satmaya çalıştığı babaanne sürahilerinin, çok kötü vintage elbiselerin seyirciyi o tatlı zamanlara taşımaya yeterli olacağına inanan sanat ekibi hepimizin dün doğduğunu mu sanıyordu?
Trakya değil, Cennet Mahallesi aksanıyla konuşan, sempatiklik peşinde avanaklaştıkça avanaklaşan o mutfak ekibi korkunç dram içinde bir komiklik vahası mıydı?
Ve tüm bunların üstüne güzelim Seda Akman’ı bu geçkin yenge rollerini oynamaya kim ikna ediyordu? Üzgün döpiyesler içinde iki çocuklu bir mutsuzu oynamak için, üstelik gençliğini başka bir oyuncuya emanet ederek solması için çok erken değil miydi?
BİZ APTAL MIYIZ?
Bütün bu sorular dönüp dolaşıp aynı yerde düğümlendi. Birileri bizim aptal olduğumuzu düşünüyordu. Ama ne mutlu ki değiliz. Bir mağarada da yaşamadığımız için, mevzu 60’larsa Mad Men diye bir şeyden haberimiz var. Aşağıdakiler/Yukarıdakilerse Downton Abbey’i biliyoruz. Sadece İngiliz’i, Amerikalı’yı değil, burada yapılan iyi şeyleri de gördük. Mesela Işıl Yücesoy gibi kötü kadınları, Asmalı Konak’taki gibi mutfak entrikasını, Hatırla Sevgili gibi dönem dizilerini izlemişliğimiz var.
Bu dizinin jeneriğine adını gururla yazdıran ‘productor’ın (producer ya da yapımcı değil hibrit bir titr herhalde), yönetmenin, senaristin ‘intikam var, aşk var, nefret var, nostalji var daha ne olsun’ dediğini duyuyoruz. Zamanımızın çoğu bu ekran karşısında geçiyorsa, evdeki değerli birkaç saati buna ayırmışsak daha iyisini istemeye hakkımız var. Selda Alkor yanılıyor, bu iddialı filan değil, rüküş bir iş. Bu rüküşlüğe yapılan yatırım kutsandığı sürece de bu yoldan çıkış yok.
Paylaş