Paylaş
Hava kuvvetleri istihbaratı, Suriye polis rejiminin üzerinde oturduğu dört temel istihbarat kuruluşundan biri.
Niçin hava kuvvetleri? Çünkü, bu “muhaberat rejimi”nin kurucusu, baba Esad, bir hava generaliydi. Onun kurduğu yapıdan gelen bir gelenek.
Öylesine bir hedefe yönelmiş olan saldırı, başarılmış olması kadar süresi ve gerçekleştiği mekan bakımından özellikle önemli. Karargah, başkent Şam’ın merkezinin topu topu 3 kilometre kuzeydoğusunda. Yani, başkentin merkezi sayılır. Roketatarlar kullanılarak tam 90 dakika sürmüş.
Ne demek bu?
Birincisi, Suriye’deki “direniş”in kitlelerin silahsız gösterilerinden, “silahlı” evreye geçiş yapmakta olduğuna işaret ediyor.
İkincisi, Suriye ordusunda çatlama demektir. Bu tür bir saldırıyı ancak askerler yürütebilir.
Arap Birliği kararı ile, yani bir anlamda Suriye’de rejim değişikliğinin “Araplaştırılması”yla, ordu içindeki Sünni unsurlar, harekete geçmek için “yeşil ışık” ve “meşruiyet örtüsü”nü elde etmişler demektir.
Ne demek değildir?
Suriye’de rejimin yıkıldı, yıkılacak demek değildir.
Kimileri, Başşar Esad’ın, Arap Birliği kararından sonra, “6 haftası”nın kaldığını ileri sürecek kadar iyimser bir beklenti içine girdiler. Suriye’deki gelişmeler hızlanmasına hızlandı ama o kadar yakın bir tarihte Baas rejiminin yıkılacağını beklememek gerekir.
Önce iç savaş mı?
“Önce iç savaş; sonra devrim” diye makale başlığı atılan tahminler daha gerçekçi gözüküyor.
“Silahlı direniş”in Libya örneğindeki gibi başarı şansı, Suriye’de hem daha zayıf, hem daha uzun süre alacak gibi. Zira, Suriye’nin en elit askeri birlikleri Nusayri-Alevi subayların komutası altında. Orduda Libya tipi kopuşlar kolay değil ve rejim, ateş gücü bakımından münferit asker isyancılara karşı “asimetrik” bir avantaja sahip.
Suriye rejimi, esas olarak, içeride Nusayri-Alevi azınlığa, Suriye’nin Hristiyan kesimine ve Şam ve Halep’teki Sünni ticaret burjuvazisine dayanıyor. Kuzeydoğu ve kuzeydeki Kürtler ile güneydeki Dürziler, henüz net biçimde taraf alacak şekilde topa girmediler.
Dış desteğe gelince, İran’ın dışında, Rusya’ya ve bir nebze Çin’e dayanabiliyor. Bunlara, Lübnan’da iktidar koalisyonunda yer alan Hizbullah’ı da ekleyebiliriz.
Bu “güçler konfigürasyonu”, rejimin kolay pes etmeyeceğini ve maalesef kanlı bir iç savaşın, rejimin –herkes için çok tercih edilir olan- çabuk yıkılışını geciktirerek, muhtemel olduğu sinyalini veriyor.
Başşar Esad, işlerin Suriye ile sınırlı kalmayacağı ve bütün bölgenin sarsılacağını tehdit-şantaj karışımı bir açıklamayla belirtmişti. Rejim, vuruşarak, Türkiye’nin Hatay sınırı ile Lübnan’ın kuzey sınırı arasındaki ve Hama ile Homs’un doğusundaki kıyı bölgesine çekilerek direnebilir. Söz konusu bölge, Suriye’nin Nusayri-Alevi yoğun bölgesi.
Suriye’nin toprak bütünlüğünü aynen koruyarak rejim değişikliğini gerçekleştirmesi mümkün ama aksinin yaşanması da, aynı ölçülerde ihtimal dahilinde.
Arap Birliği’nin Suriye’nin üyeliğini askıya alması kararı, tam da bu ihtimallerin gündemde bulunması nedeniyle son derece dramatik. Arap Birliği, bugüne dek, iki üye ülkenin üyeliğini askıya almıştı. Biri 1979’da İsrail ile barış anlaşması imzalaması üzerine Enver Sedat’ın Mısır’ı, diğeri ise bu yıl içinde Libya. Libya’ya ilişkin karar, NATO operasyonuna meşruiyet sağlamıştı.
Suriye için aynı durum söz konusu değil. Suriye’ye NATO ya da bir başka biçimde “Batılı askeri müdahale” üzerinde durulan bir “opsiyon” sayılmıyor. Libya muhalefetinin aksine, Türkiye’de kurulmuş olan Suriye muhalefeti de –Suriye Ulusal Konseyi- bunu talep etmiyor.
Bununla birlikte, Başşar Esad’ın ülkesinin vatandaşlarına karşı güç kullanma boyutu, “insan hakları ihlali”nin boyutu açısından, Soğuk Savaş’ın sonundan bu yana görülen “en büyükler” olarak kabul edilen Sudan’daki Darfur ile Bosna’daki Srebrenica’yı aşmış vaziyette.
Eğer Suriye, giderek bir “iç savaş”a ya da bir kanlı “mezhep savaşı”nın içine girerse, akacak kan ve can kayıplarının boyutu daha da genişleyecek.
“Suriye ayaklanması” başarıya ulaşsa da, rejim ülkenin parçalanması pahasına dayanıklılığını, Arap meşruiyetinin kalkmasına rağmen- uzatırsa, “geçiş” kanlı olacağa benziyor. Her iki durumda da.
Arap Birliği’nin Türkiye ve İran’a mesajı
Tabii, olayların nasıl evrileceği, Türkiye açısından özellikle önem taşıyor. Arap Birliği kararı, Türkiye için “ikili” bir mesaj iletmiş durumda:
1. Türkiye, Arap Birliği kararıyla birlikte, Suriye’ye karşı takındığı tavırda rahatladı ve Arap dünyasıyla “eşgüdüm” içinde davranma ve “bölge gücü” konumunu pekiştirme imkanını elde etti. Fas’ta Ahmet Davutoğlu’nun katıldığı önceki günkü toplantı bunun belgesidir.
2. Arap Birliği, söz konusu kararıyla Suriye’nin bir “Arap sorunu” olarak algılandığını vurguladı ve Türkiye ve İran’a üstü kapalı bir mesaj iletmiş oldu. Arap çevrelerinde, Arap-olmayan iki bölge gücü olarak İran ve Türkiye’nin öne çıktığı, ABD askerlerinin çekilmesinden sonra Bağdat’ın İran, Suriye’de rejimin devrilmesiyle Şam’ın Türkiye nüfuzu altında bölünmesi ihtimali üzerinde duruluyor. Dolayısıyla, Arap Birliği kararını, Arap dünyasının Suriye’nin –ve giderek Irak’ın- Arap kimliğinin korunmasında duyarlı olduğu şeklinde okumak da mümkün.
Geçen hafta Türkiye’de bulunan Katar Dışişleri Bakanı’nın Davutoğlu’na, “Libya’nın tersine, Suriye’nin Arap dünyasının kalbi, Arap Birliği’nin kurucularından biri olduğu, İsrail’e karşı tüm savaşlarda yer aldığı, davranışlarının Ürdün ve Lübnan’ı etkilediği, 1973’ten beri Golan’da ve İsrail sınırında istikrarlı bir durumu sağladığı; dolayısıyla Suriye’de krizi çözmenin Arapların işi olduğunu” söylediği öne sürülüyor.
Paradoksal biçimde, İsrail de, Suriye’de istikrarın bozulacak olmasından rahatsız ve üstü kapalı biçimde, ibresini rejimin sürmesinden yana tutuyor.
Kürtlerin durumu
Tüm veriler, Suriye’deki “tarihsel geçiş”in sanıldığı kadar hızlı ve sorunsuz olmayacağı ihtimalini öne çıkartıyor.
Şayet, Suriye iç savaşa kayar ve rejim nihai olarak “Nusayri-Alevi kıyı bölgesi”nde tutunmayı seçerse, ülkenin kuzeydoğusundaki Kürt bölgesi ne yapacak? Orası, hem Irak Kürdistan Bölge Yönetimi’ne bitişik, hem de Türkiye’nin Güneydoğu’suna.
Şayet, rejim yıkılır, ülkenin toprak bütünlüğü aynen korunur ise, yeni rejim kesinlikle “Sünni ağırlıklı” olacak. Yeni iktidar yapısında kim olursa olsun, bu, yanıbaşındaki Irak’taki Şii ağırlıklı, Sünnilerin rahatsız olduğu rejimi de sarsacak.
Suriye’deki değişim, her ne olursa olsun, Suriye ile sınırlı kalmayacak.
Suriye’ye ilişkin olarak Türkiye’nin önünde uzun, muhtemelen kanlı, sorunlu, çetin bir yakın gelecek uzanıyor. Böyle bir tarih evresinde, Türkiye’nin en büyük gücü, ülkenin içindeki “demokratik iklim”in korunmasıdır.
Türkiye’nin “dünkü Suriye”ye benzememesi şart.
Ama “bugünkü Türkiye”, o yönde işaret vermez oldu.
Paylaş