Kerkük, “Seni Gördüm Şad’oldum”...

Kerkük’e ayak bastığım vakit edindiğim ilk izlenimleri, yaklaşık iki yıl sonra George Packer’ın “Assassin’s Gate-America in Iraq” adlı kitabında okuduğum vakit, hem şaşırmış ve hem de kendi izlenimlerimin başkalarınca da doğrulanmış olduğunu görmekten sevinmiştim.

Haberin Devamı

George Packer, Amerika’nın ünlü dergisi New Yorker’ın muhabiri olarak Irak’ta geçirdiği süreyi kitaplaştırdı ve işgal sonrası Amerika’nın Irak serüvenini anlatan nice kitap içinde, onun kitabı, en üst sıralarda yer aldı.

George Packer’ın Kerkük hakkında dikkatimi çeken ve benim ilk izlenimlerimle birebir örtüşen cümleleri şöyle:

“Benim gözde Irak şehrim, yaz vakti tam anlamıyla tutuşan ve Irak’taki herhangi diğer bir yere benzer şekilde ihmale uğramış, ortalığı çöplerin kapladığı ve trafikten boğulmuş Kerkük idi. Ama ilk ziyaretimde de onu büyüleyici bulmuştum. Bu, bazan sihirli ölçüdeydi. Kerkük, geçmişe yönelik nostaljidolu ve içinde bulunduğu şimdiki durumun karmaşıklığından ise korku duyan, bugünü her dar sokağı adeta üst üste katmanlardan oluşan, merkezi ise gizem dolu bir şehirdi.”

Haberin Devamı

Tam da öyleydi. Bir Temmuz günü, Saddam’ın heykelinin Bağdat’ta, rejiminin tüm Irak’ta yıkılmasındanüç ay sonra girdim Kerkük’e. Abartmayayım ama galiba hava sıcaklığı gölgede 50 derece dolayındaydı. Güneşin bu kadar delici ve insanı anında kurutucu olduğu bir şehir varsa, orayı Bağdat bilirdim; Kerkük’ü Bağdat’ı bastırdı.

Şehre Erbil yönünden girince, ilk mahallesiyle de tanıştım. Rahimava. Türkmenleri hissetmek için girdiğim şehir ile ilk tanıştığım mekan, bir Kürt mahallesi oldu. Rahimava, Kerkük’ün zaman içinde yavaş yavaş Kürtleşmesinin göstergelerinden biriydi. Fakat, nereden bakılsa, şehrin bir dış mahallesi yani “varoş” sayılabileceği için, benim zihnimde çok önceden oluşmuş Kerkük’ün “Türkmen kimliği”ni bozamadı.

Biraz ilerleyince yolun sol yanında uzanan büyük mahallelerin İmam Kasım olduğunu öğrendim. Kerkük’ü görmeden, orasının hep Kürt olduğunu, Kerkük’ün “Kürt kesimi”nin İmam Kasım’la başladığını biliyordum. Irmağın öbür yanındaydı. Birdenbire, ırmağın yine öbür yanında olduğunu gördüğüm, bir köprü ile geçilerek varılan Kale’yi gördüm. Kale’yi görünce, çocuk gibi sevindim. Türkülerle tanıdığım Kale’yi gördüğüm anda, Kerkük’ün Türkmenleriyle buluşmuş gibi hissettim kendimi.

Haberin Devamı

Oysa, Kale, tepeyi tırmanıp içini gezdiğimde “İşte bir kent soykırımı varsa, budur; tüm dünya ibretle bunu görmelidir” düşüncesini dilime düşüren, insanın içini parçalayacak bir perişanlık içindeydi. Tüm yerleşim merkezleri dümdüz edilmişti. Danyal Peygamber’in kabrinin bulunduğu caminin göz alıcı turkuaz kubbesi dimdik, yakıcı güneş altında ışıldıyor ve Kale’de bir zamanlar hayat olduğunu sanki haykırmaya devam ediyordu.

Yanımızda sevimli bir Kerkük Türkçesi ile konuşan, henüz bir beş-on dakika önce yol sormak vesilesiyle tanıştığımız 70’ini aşmış, lehçesi gibi sevimli Abdurrahman Hac Halil, Kale’nin içini gezdirirken, taş yığınlarını işaret ederek, sokak isimlerini, sanki hala oradaymışlar gibi evleri ve aileleri anlatıyordu.

Haberin Devamı

Doğma büyüme Kale’li. Orada doğmuş, orada yaşamış ve 1997’de Saddam, Kale’yi yerle bir edip, Türkmen kimliğini bir “kültürel soykırım”la silmeye kalkışana dek orada oturmuştu. Evini gösterdi. Evi, taşların üzerine gelişigüzel saçıldığı iri bir tümsekten ibaretti!

 

***        ***         ***

 

Kale’nin içi gibi,söz ettiğim ırmak da yoktu aslında. Hasa Suyu adlı ırmak, geniş ve çıplak ve zemini çöplerle kaplı upuzun bir topraktan başka bir şey değildi. Saddam, bazı kalkınma “projeleri” namına, yüzyıllarca Kerkük’e hayat vermiş Hasa’yı da kurutmuş, mahvetmişti.

Bu mahvolmuş şehir, kime aitti peki? Saddam’ın onyıllar boyu sürmüş Araplaştırma politikalarından ve yıkılmasından sonra geriye dönmeye başlayan Kürtlerin gelmesi üzerine kime aitti? Ne kadarı Arap, ne kadar Kürt, ne kadarı Türkmen idi?

Haberin Devamı

Abdurrahman Hac Halil, gözünü dünyaya açtığı zamandan beri, Kerkük’ün Türkmen olduğunu, zamanla Kürtlerin sayısının Türkmenlere yaklaştığını, şimdilerde şehir içinde Türkmenlerin yine de Kürtlerden –ama o da azıcık- daha fazla olduğu kanaatindeydi.

Şehrin kimliğine dair, benim, Kürtlerin dayandığı Şemseddin Sami ve onun Kamus-ül Alem’inin Kerkük maddesinden daha fazla güvendiğim kaynaklarım var.

Türkmen yazarlar, özellikle Erşad Hürmüzlü ve son olarak Prof. Mahir Nakip’in Kerkük üzerinde çok bilgi verici, öğretici değerli kitapları var. Onları bir yana kaydederek, bir Batılı, biri köken olarak Ortadoğulu iki isme başvuracağım.

Bunların ilki, David McDowall. “A Modern History of the Kurds “ (Kürtlerin Modern Tarihi) adlı kitabın yazarı. 1996 baskılı kalın kitap, bugüne dek, Kürtlerin tarihi ve bugününe ilişkin yazılmış en kapsamlısı. Bazı Amerikan üniversitelerinin uluslararası ilişkiler bölümünde ders kitabı olarak okutulduğunu biliyorum. Kürtler ve Irak, İran, Türkiye ve Suriye’deki Kürt sorunu ve tarihçesiyle ilgili esaslı ve ayrıntılı bilgi sahibi olmak isteyen herkesin kütüphanesinde bulundurması şart olan kitabında, Kürtlere sempatiyle yaklaştığı belli David McDowall’ın Kerkük’e ilişkin şu satırlarını önemsiyorum:

Haberin Devamı

(Kerkük’te) Türkmenler, başlangıçta çoğunlukta olan unsurdu. 1930’lar ve 1940’larda toprak ağalarının insafsızlığın sonucu topraklarından sürülen ve büyüyen petrol endüstrisinin cazibesine kapılarak fırsat arayan Kürtler de artan oranlarda şehre yerleşmeye başladılar. 1959’da 150,000’lik nüfusun yarısı Türkmen, yarıdan az Kürtlerden oluşuyordu ve aradaki farkı da Araplar, Asuriler ve Ermeniler dengeliyordu.”

McDowall, Irak’ın sayısı pek az olan dürüst nüfus sayımlarından biri olan 1947 sayımında Kürtlerin şehirdeki oranını yüzde 25, vilayet sınırları içinde ise yüzde 53 olarak veriyor.

Benim asıl şaşmaz kaynağım Hanna Batatu’dur. Hanna Batatu deyince duracaksınız. Modern Arap tarih yazımının dev eserlerinden birini vermiş olan büyük insandır o. “The Old Social Classes and the Revolutionary Movements of Iraq” (Irak’ın Eski Sosyal Sınıfları ve Devrimci Hareketleri) adlı iki ciltlik ve 1283 sayfalık eseri, dünyadaki Irak uzmanları ve Irak uzmanı olmaya niyetlenen kim varsa, onlar için “olmazsa olmaz” bir kitaptır. Hanna Batatu, bu kitabı yazmak için tüm ömrünü harcamıştır.

Hanna Batatu’nun hayat serüveni benim ömrümde en büyük hayıflanma konularından biri olagelmiştir. Bir Filistinli Hristiyan olan Hanna Batatu, 1926 yılında Kudüs’te doğmuş, 1948 yılında İsrail devletinin kurulması üzerine, ülkesini terkederek ABD’ye gitmiş, Washington’da Georgetown Üniversitesi’ni bitirdikten sonra Harvard’da doktora yapmıştır. 1964’den 1982’ye dek Beyrut Amerikan Üniversitesi’nde hocalık yapmıştır. Sonra tekrar Georgetown Üniversitesi’ne kendi alanının en saygın isimlerinden biri olarak, profesör olarak dönmüştür. 2000 yılında Connecticut’ta öldü.

Hayıflanmamın sebebi, adını onyıllardır bilmeme ve aynı dönemlerde aynı mekanlarda yaşamış olmama rağmen kendisiyle tanışmamış olmam. Beyrut’ta 1970’lerde ve 1980’lerin başında kaçırdığım yetmediği gibi, 1999’da Washington’da yaşarken de onu kaçırmış olmam. Halbuki, Georgetown, Washington’daki evime yürüyerek 10 dakika ötedeydi. Ve, ben Hanna Batatu’nun dev eserini yıllar öncesinden edinmiş ve üstelik Washington’da Hanna Batatu’nun az ötesinde yaşarken de Irak ve Kerkük ile ilgiliydim.

Konumuz Kerkük idi değil mi? O halde, Hanna Batatu’nun ölümsüz eserinde, Kerkük ile ilgili şu satırlarına göz atalım:

“Bağdat’ın 180 mil kuzeyinde yer alan ve bir petrol merkezi olan Kerkük, pek uzak olmayan bir geçmişe dek, her zaman Türk olagelmişti. Derece derece, Kürtler, çevredeki köylerden gelip şehre yerleşmeye başladılar. Petrol endüstrisinin büyümesiyle göçleri arttı. 1959’da şehir nüfusunun üçte birinden fazlasına kadar şiştiler ve Türkmenler yarının altına indiler. Asuriler ve Araplar da, 120,000 toplam nüfusun geri kalanını oluşturdular. Erbil gibi, diğer Türk şehirleri benzer bir süreçten geçmişlerdi. Erbil, büyük ölçüde Kürtleşti ve bu değişim sessiz sedasız, barışçı biçimde gerçekleşti. Ama, Türkiye ile güçlü kültürel bağlarını koruyan Kerküklüler, daha sıkı bir dokuyla örülmüş ve daha güçlü bir etnik kimlik duygusuna sahiptiler.”

Hanna Batatu, bir büyük siyaset sosyolojisi ustası olarak, Kerkük’teki değişimin sınıfsal analizine de yer verir: “... Borç verenler Türkmen, borçlular Kürtler, tüccarlar, aracı dükkan sahipleri, zanaatkarlar Türkmen, petrol işçileri, marabalar, seyyar satıcılar Kürtlerdi. Fakat birçok yoksul Türkmen ve pek de az sayıda olmayan Kürt zengin de vardı.”

Bana inanmayanlar, Hanna Batatu’nun iki tuğla kalınlığındaki iki ciltlik kitabının 913. sayfasına bakabilirler...

 

***         ***    ***

 

Bugünün Kerkük’ünde –2003 Temmuz’unda 50 derece sıcak altındaki ilk buluşmamdan bu yana defalarca ayak bastım; Erbil yönünden kuzeyden, Bağdat yönünden güneyden, Musul yönünden kuzeybatıdan, Süleymaniye yönünden doğudan, her yönünden girdim Kerkük’e, her yönünden çıktım- şehrin sakinlerinin etnik özelliklerine dayalı zenginlik farklarını görmek, anlamak imkansız. Kerkük’ün tümü akıl almazve hüzün verici bir pejmürdelikte.

İmam Kasım, Rahimava, Şorja gibi mahalleler, Kale’nin Süleymaniye yönüne bakan tarafı, stadyumun içi ve çevresi silme Kürt ama Kale’nin dibi, eski çarşı civarı, Musalla, Sarıkahya, Bağdat Yolu, Tisin, hatta ilk petrol kuyularına doğru uzanan Şirket gibi semtler ya silme, ya çoğunlukla Türkmen. Araplar, şehrin güney kuşağında.

Kerkük, kuzeyindeki Altınköprü’de eşit oranda Türkmen ve Kürt, güney yönünde ise Tazehurmatu, Tavuk’ta Türkmen, daha güneyinde ve güneydoğusundaki Tuzhurmatu ve Kifri’de birbirine denk Türkmen ve Kürt, Musul ve Havija yani kuzeybatı ve güneybatı yönlerinde genellikle Araplar tarafından kuşatılmış bir kent.

Kırsal alanı, her vakit olduğu gibi, Kürt. Her yer, içi ve dışı, müthiş bir terkedilmişliğin, ihmalin, pisliğin, pejmürdeliğin ve bunların tümünün ürettiği yoksulluğun pençesinde.

Kerkük’ün kimliğinin ne olduğunu kovalarken, bugün bulacağınız ortak kimlik, ne yazık ki, bu pejmürdelik. Geçmişte ise, bunca farklı unsurun –Türkmen unsur şehir içinde, Kürt unsur kırsalda diğerlerinde çok iken- ortak kimliği “hoşgörü” olmalı. Bunu, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonrasının bölge uzmanı, Irak’a ilişkin önemli kaynak kitaplara imzasını atan İngiliz E.B. Sloane, “Kerkük, doğu Türkiye’nin tüm ırklarının –Yahudi, Arap, Süryani, Ermeni, Keldani, Türk, Türkmen ve Kürt- bir koleksiyonu idi ve dolayısıyla fanatizmden hatırı sayılır ölçüde arınmış idi” cümlesiyle ifade ediyor.

George Packer ile başladık, onunla bitirelim. Yukarıda adını andığımız kitabında, “Fanatizm, etnik temizliğin mirası oldu. Saddam rejiminin yıkılmasından sonra, Kerkük tarihinin her safhası, şiddete dayalı bir rekabetin konusu oldu. Kürtler, Araplar, Türkmenler, tümü de, içinde sadece büyük kümelerin bulunduğu bir şehirde etnik üstünlük iddiasında bulunuyorlar” diye yazıyor. Yani, Kerkük şehrinde hiç kimse mutlak çoğunluk değil. Sorununu da “çoğulculuk” çözebilir. Çoğulculuk, zaten fanatizmden arınmayı, karşılıklı hoşgörüyü mecbur kılar.

Ezcümle; Kerkük, bugün artık tek başına hiç kimseye ait sayılamaz. Hepsinin ve herkesin.

Benim için ise, geçen hafta yazdığım gibi, Kerkük’te türkü petrolden önce gelmişti. Kerkük, benim için, hep “Altın Hızma”nın dizeleri olarak kalacak.

Gün gördüm, günler gördüm/Seni gördüm şad’oldum! “

Yazarın Tüm Yazıları