Paylaş
Ertesi gün, 19 Ocak günü havanın karardığını göremedi. Evinin yolunu tutamadı. Arkasından sıkılan alçakça kurşunlarla kaldırımın üzerine boylu boyunca yüzükoyun uzandı. Üzerine önce gazete kağıtları örttüler. Birkaç gün sonra İstanbul’un gördüğü en görkemli ve en vakur insan seliyle onu toprağa bıraktık. Nihayet toprağına girdi. Su çatlağını buldu.
O gün bugündür Hrant Türkiye’nin tutması gereken yolu bir dev ve ebedî bir ışıldak gibi aydınlatıyor. Yarın ondan fiziki ayrılışımızın ikinci yılı tamamlanacak ve hayatında olmadığı kadar, her daim, her lahza bizimle birlikte yaşamaya devam ediyor.
Yaşamında neyi görmeyi arzu ettiyse, son iki yıldır ona gösteriliyor. Şu an itibarıyla 30 bin dolayında vatandaşı, aslında onun şahsında onun soydaşlarından özür diledi.
Hrant, bu gelişmeye tanık olsa, kimbilir, ne yapardı?
Ne yapacağını Karin Karakaşlı yazmıştı.
“Belki tam karşınızda size doğrudan seslenebilen bir iki istisna dışında, Ermeni kardeşlerimiz dediğiniz insanları daha çok görmeye ihtiyacınız var ve sanki onlar dışında başka kim varsa bir şey söylüyor gibi de hissediyorsunuz. Ama ne olur anlayın halden. Size bu kadar hakaret, tehdit yağdırılan bir ortamda hangi Ermeni çıksın ortaya?
Hrant çıkardı dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız çıkmak ne kelime, inmezdi bile! Ama hatırlatmak isterim, o Ermeni değildi, “Bu ne biçim Ermeni” diye bir kategori varsa, onun bir başına temsilcisiydi. En azından ben onu tanıdığımda ilk böyle düşünmüştüm çünkü benim Ermeni diye bildiğim kimselere benzemiyordu.
Onun biricikliği ile birlikte ne kadar bildik, ne kadar sıradan kılınmış bir Ermeni prototipi yaratıldığını da fark etmiştim. Hem geniş toplumda hem Türkiye Ermeni toplumunun kendi kendini konumlandırışında. Hrant Dink, o sadece nostaljisi yapılan ama nereye kaybolduğu sorgulanmayan ya da sadece iç mihrak algısıyla sunulan ve hep daha da içine kapanmış, kapattırılmış Ermeni’ye dair bildik fotoğrafı aldı, gözümüzün önünde parça parça yırttı. Fazla görünür olmadan yaşanmıştı ya hani bugüne kadar, o görünür olmak ne kelime, göze batmayı göze aldı.
Ve tabii ilham verdi. İçinden çıktığı küçük topluma, yüreğinin hep birlikte attığı büyük topluma ilham verdi. O yüzden işte size, bize, hepimize tam da şu an yine Hrant lazım. Çok özlediniz onu değil mi? Şöyle çıkacak ekrana, gözleri dola dola, koca ellerini sallaya sallaya “Ya arkadaş, ne yapayım ben üçüncü ülkelerin koşullara, kozlara, pazarlıklara bağlı Ermeni tasarılarını. Bakın benim ülkemde kardeşlerim bana seslendi. Ben şimdi bu sözü alır da dünyaya yaymaz mıyım? Tarih yazıldı bugün, tarih. Benim Ermeni tarihim değil artık mesele, Türkiye’nin önünü açtık hep birlikte” diyecek. Ve daha kimbilir neler neler...”
*** *** ***
Hrant’ın ölüm yıldönümüne birkaç gün kala diaspora Ermenileri çıktı ortaya. Ermeni kökenli tanınmış Fransız aydınları, Türk aydınlarına bir “Teşekkür” metni kaleme aldılar ve Hrant’ın ölüm yıldönümünde, 19 Ocak’ta başlamak üzere bizlere bir “Teşekkür” kampanyası başlatıyorlar. İmzalara baktım, dünyaca ünlü rejisör Atom Egoyan ile eşi, sinema oyuncusu Arsine Hancıyan’ın imzaları var mı diye… Var. Hrant ne kadar sevinmiş, ruhu ne kadar şâd olmuş olmalı.
Hrant’ın ilk kez pasaport alıp yurtdışına çıkmasına vesile olan 2001’de ABD’de Michigan Üniversitesi’ndeki o toplantıda tanımıştı Arsine Hancıyan’ı ve onunla beni o tanıştırmıştı. O günlerde orada konuştuklarımız bugün Hrant’ın sayesinde gerçekleşiyor.
Fransız Ermeni aydınlarının “Teşekkür” bildirisindeki şu satırlar Hrant’ın oynamaya devam ettiği eşsiz ve olağanüstü role tanıklık ediyor.
“Şahıs olarak bugünün Ermenilerinden af dilemek için dilekçe girişimini başlatan Türkiye vatandaşlarına teşekkürler.
Bu kişiler kamuoyu önünde, tüm dürüstlükleriyle neredeyse 94 yıldır tabi bırakıldıkları inkâra daha fazla boyun eğmeme kararı aldılar. Bir ilk olan bu jestleriyle, 1915 soykırımının kurbanlarının inkâr edilmesinin, hayatta kalanlar ve çocuklarının ahlaki yaralarının inkârı anlamına geldiğini kabul ediyorlar.
Göze aldıkları risklerin bilincinde olarak, ben de buna umursamazlık, eleştiri veya bekleme politikasından başka bir yolla cevap vermek istiyorum…
Bu, Hrant Dink’in açtığı yol. İnsani planda bu süreci hızlandırmak için her iki taraftan kadın ve erkeklerin güçlü kararlılığına inanıyorum…
Bu bağlamda bu girişimi gerçek bir umut ve tarihi ilerleme işareti olarak memnuniyetle karşılıyor ve şahsen destekliyorum.”
Hrant, bu satırlara okusa, “ölse de gam yemez”di…
*** *** ***
Ya en büyük çocuğu, kızı Baydzar (Delal) Dink’in,6 Eylül 2008 günü oynanan Ermenistan-Türkiye maçının ardından Agos’ta yazdığı Erivan izlenimlerini okusaydı…
“… Sonra yemeğe gidiyoruz hep beraber. Babamın Türkiye'den gelen gazeteci dostları, arkadaşları orada toplananlar. Utanmadan masanın başına oturuyorum, masayı en iyi noktadan doyasıya seyretmek istiyorum. Babam da bu restorana gelmiş daha önce. Restoran sahibi neredeyse eliyle yedirecek bana yemekleri. Masadakilere bakınca, babamın son yazısında yazdıkları aklıma düşüyor: "Türkiye'de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye'de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, tanıdık-tanımadık binlerce dostumuza olan saygımızın gereğiydi." Ne kadar da kızgınım babama, bırakıp da gitmediği için yurtdışına. Al bak, dostların yaşıyorlar, onlar 'Türk', benim saf babam, bir türlü anlamadın 'Ermeni' olduğunu; kendini onlarla nasıl da bir tuttun, denk saydın. Ne kadar da kızgınım, bilemedin diye; Ermeni yazar çizerin, aydının, Türkiye'de yaşama hakkı yoktur diye.
Ama ya bu akşam? ‘Hrant'a!’ diye kadeh kaldırıyorlar. İlacımın son damlasını veren, Cemal Paşa'nın torunu oluyor. Burada gelenekmiş masadakilerin sırayla kalkıp konuşma yapması ve kadeh kaldırılması. Kalkıyor ayağa ve onu buraya babamın getirdiğini anlatıyor. Birbirimizin acılarına saygı duymaktan bahsediyor, gözleri yaşlı, sesi titrek. Herkesin gözlerinden yaşlar süzülüyor masada.
Dayanamıyorum, dışarı kaçıyorum restorandan, doyasıya ağlamak için. ‘Benim aslan babam’ diyorum o akşam. Bu insanları bırakıp nereye gidilir? Elbette kalacaktı! Kızgınlığım, öfkem azalıyor bu gezide. Sanki 19 Ocak'tan beri içine kapatıldığım yüksek basınçlı kavanozun kapağı pıt diye açılıyor Yerevan'da. Yüreğim genişliyor. Şöyle büyük bir nefes çekiyorum içime. Sıkışmış yüreğim genleşiyor, büyüyor... Havası mıdır acaba bu Yerevan'ın?.. Yoksa, onlar yaşadıkları, ama babam öldürüldüğü için hayatlarını kıskandığım dostlarıyla, babamın bir rüyasında yaşamak üzere bir arada olmak mıdır? Acı zamanlarda da yanımızdaydı bu insanlar, ama bu defa farklı. Geleceği Ermenilerle birlikte inşa etmek için gelmişler buraya. Umut yolculuğuna çıkmışlar babamla.
İlaç öyle bir ilaçtı ki, ertesi gün hiç uyanmadım. Bir rüyada yaşadım…
Bütün Yerevan'la birlikte maça yürüyerek gittim… Stadyuma girer girmez müziği duydum; Ara Kevorkyan. Hani bazı müziklerin insanın hafızasında özel bir yeri vardır ya, işte bu müzik de benim hafızamda Ararat ile Karolin'in düğün müziği. Sonra babamı gördüm sanki. Stadyumun tam ortasında göbek atıyor. Bir oraya koşuyor, bir buraya.
Dayanamadım, babam öldürüldüğünden beri hiç hissetmediğim bir coşku hissettim ve oynamaya başladım.
Göbek attık o gece biz babamla Hrazdan Stadyumu'nda karşılıklı. O günden, 19 Ocak'tan beri gözümün önüne gelen bütün görüntülerde babam yüzükoyun kaldırımda. Ayağa kalktı babam kısa süreliğine, Hrazdan Stadı'nda, 6 Eylül akşamı. şölene katılmak için. Davet sahibi yine babam. Bir keyifli, bir keyifli. Açmış kollarını iki yana kocaman, sanki kucaklayacak herkesi, bütün stadyumu. Ararat'ın düğünündeki gibi, Agos'un 10. yıl gecesinde oynadığı gibi, gözümün içine baka baka, o sahanın göbeğinde oynadı da oynadı. Gözleri dolu dolu… Bir Ali'ye sarılıyor, bir Tuba'ya, bir Salpi'ye, bir Dikran'a, bir Gül'e, bir Sarkisyan'a. 'Rüyası'nda buluştuk babamla Hrazdan Stadı'nda o akşam. Sarhoş olduk sırf umuttan, bir damla alkol bile almadan. Umut yolculuğunun bir durağında buluştuk…
Türkiye tribününün yanındaki tribünde oturan, Kanadalı bir diaspora Ermenisi soruyor bana ‘Türkiye'ye ayrılan tribününün yanında oturuyorduk. Orada maçı izleyenlerin ellerinde çiçek vardı, onlar Türk mü gerçekten?’ ‘Türk tabii’ diyorum. Garip bir ışık beliriyor yüzünde, ‘Bravo!’ diyor. Üzülüyorum onun için. Belli ki, bugüne kadar, günlük hayatında Türklerle tanışma, yakınlaşma fırsatı olmamış...
Önümde yürüyen birinin tişörtünün arkasındaki yazı ilişiyor gözüme: ‘I won't forget - I won't forgive.’ Peki ya ben? Unutacak mıyım? Affedecek miyim? Hastalığım tekrar nükseder mi? İyi olmak pek kolay değil bu ülkelerde. Belli olmaz devletin çıkarının bugün yarın ne getireceği, kimin acı çekeceği, ezileceği... Pek kolay değil, babanın asıl katillerinin bulunmadığı, bulunmak istenmediği bir devletin vatandaşı olarak yaşamak!.. Üstelik, bütün bu acıları, salt belli bir ırktan olduğun için yaşıyorsan... Hastalık tekrar nükseder mi bilmem, ama en önemlisi, ben reçeteyi buldum bu 5-6 Eylül Ermenistan gezisinde. Tek reçetem, 'babamın rüyalarında' yaşamak.
6 Eylül 1955'e alternatif bir '6 Eylül' yazıldı Hrazdan'da o gece, 6 Eylül 2008'de. Ne 6 Eylül 1955'i ortadan kaldırdı, ne de yaşanan diğer acıları… ne de babam geri geldi. Değiştiremedi geçmişi. Ama alternatif bir geleceğin kapısını araladı.
Hadi birlikte ittirelim o kapıyı. Hadi be, gelin birlikte kaldıralım şu adamı o kaldırımdan, sonsuza kadar. Nasıl birazcık kalkıp geldiyse Hrazdan Stadı'na göbek atmaya, coşmaya, gelin, öyle bir şeyler yapalım ki, hiç yatmamak üzere kalksın o kaldırımdan. Bırakmayalım orada kanamaya devam etsin. O orada yattıkça ve kanadıkça acıyor, acıtıyor... Gelin, bırakalım, geçsin sınır kapısından, bir o yana bir bu yana. Kedi-köpek koştursun sınırda, hayalindeki gibi. Hadi be, Ermeni'siyle, Türk'üyle... Hadi, tutun babamın bi ucundan. Uzatın elinizi. Merak etmeyin, zaten o nazlanmaz, hele sizi hiç kırmaz, bir dediğinizi iki etmez, hemen kalkar, sizinle birlikte sınır kapısında gidip göbek atmaya. Yeter ki bir el verin…”
Yarın 19 Ocak. El verin. Uzatın elinizi. Tutun Hrant’ı bir ucundan.
Kaldırın Hrant’ı, hiç yatmamak üzere, uzandığı kaldırımdan…
Paylaş