Paylaş
Stephen Walt, John Mearsheimer ile birlikte tuğla kalınlığındaki o yapıt ile ismini, duymamış olanlara duyurdu. O gün bugündür, yazılarını ve çalışmalarını dikkatle izliyorum. Harvard’ın en önemli bölümlerinden Kennedy School of Government’ta Uluslararası İlişkiler Profesörü.
2015’in Eylül ayında Tarih Bölümü’nün konuğu olarak konuşma davetiyle Harvard’da bulunduğum sırada şahsen tanıştık. Konuşmayı büyük bir dikkatle izledi. Sorular yöneltti. Ardından akşam yemeğinde de beraber olduk.
Stephen Walt’ın Türkiye’yi de yakından izlediğini, 1 Kasım seçimlerinden önce bir kez daha geleceğini o vesileyle öğrendim. Dış politika yaklaşımında, “Realist” okula mensup sayılır.
Foreign Policy’da geçen hafta (4 Mart) çıkan “Büyük Liderleri İzlemekten Vazgeçmenin Zamanı Geldi” (It’s Time to Abandon the Pursuit for Great Leaders) başlıklı yazısı, Türkiye’nin insanlarını da özellikle ilgilendiren çarpıcı bölümler içeriyordu.
Eş önemdeki bir diğer yazının sahibi olan Ian Buruma ile yollarımız bir haftalığına, 1999 yılında çok kısa bir için kesişmişti
Hollanda kökenli olan Ian Buruma, Amerika’nın en kalburüstü entellektüellerinden biri olarak tanınıyor. New York’taki saygın Bard College’de Demokrasi, İnsan Hakları ve Gazetecilik Profesörü.
Bu üçlünün yani “Demokrasi, İnsan Hakları ve Gazetecilik” arasında içiçe geçme hali ve üçünün adeta bir bütün oluşturması gerekçesiyle tek bir kürsü adı olması başlıbaşına ilginç bir durum.
Çeşitli kitapları arasında “Murder in Amsterdam” (Amsterdam’da Cinayet) adlı ve kapağında “Liberal Europe, Islam and the Limits of Tolerance” (Liberal Avrupa, İslam ve Hoşgörünün Sınırları) üst başlığını taşıyan 2006’ta yayımlanmış kitabı özellikle önemlidir.
Batı toplumları ve Müslümanlar arasındaki ilişkilerin harikulade bir psikoanaliz çalışması olan bu eserin yazarı Ian Buruma’nın önceki gün (9 Mart) Project-Syndicate’de “Referandum Kandırmacası” (The Referendum Charade) başlıklı –yine Türkiye’de içinde bulunduğumuz dönemi yakından ilgilendiren- çarpıcı bir makalesi yayımlandı.
Stephen Walt’a “Büyük Lider”lerin peşinden gitmenin ülkeleri felâkete sürükleyeceği tezini işlediği yazısına ilham veren ABD seçim kampanyasında Donald Trump’un yükselişi.
“Günümüz dünya siyasetinde bazı insanlar gerçekten ihtiyacımız olanın iç politikanın can sıkıcı kısıtlamalardan kurtulmak isteyen Büyük Liderler olduğunu düşünüyorlar. Etkili kurumlar inşa etmek ve liberal değerleri güçlendirmek yerine, insanların, kendilerini karanlıktan çıkartıp parlak ve şanlı bir geleceğe götürecek bir Büyük Lider’e doğru koşuşturduğunu görüyoruz. Böyle bir rol için uygun görülen adayların çoğunluğunun erkekler olması herhalde bir raslantı değildir. (8 Mart’ta Uluslararası Kadın Günü’nde en öne çıkan, nutuklarıyla bu tür “Büyük Lider”lerin olması da herhalde raslantı değildir. cç)” diye yazan Stephen Walt, ardından örnekler sıralıyor:
“Örneğin Çin’de, dinamik ve güçlü Xi Jiping (Çi Jiping okunuyor. cç) ihtiyatlı ve karizmatik olmayan Hu Jintao’nun yerine geçti ve Xi, Deng Xiaoping ve hatta Mao Zedong’un bu yana görülmeyen ölçüde (kişisel) iktidarını pekiştirdi. Son zamanlarda attığı yanlış adımlara ve Çin’in tepetaklak giden ekonomisine rağmen, dur-durak bilmeden ilerliyor ve kendi iktidar tekelini (kişi tapınmasını) inşa ediyor. Aynı şekilde, öyle anlaşılıyor ki, vatandaşları için neyin iyi olduğunu, sadece Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan kendisi biliyor ve muhalefeti bastırma ve kendi kişisel kontrolünü pekiştirmenin yollarını aramayı sürdürüyor. (Türkiye’nin komşularıyla ‘sıfır sorun’dan ‘hemen hemen herkesle sorun’a onun gözleri önünde gitmiş olduğu boş vererek). Mısır, demokrasi ile kısa bir tecrübe yaşadıktan sonra askeri yönetime geri döndü ve cumhurbaşkanına dönüşen eski general Sisi, Mısırlılara ‘Benden başka hiç kimseyi dinlemeyin’ diyor. Vladimir Putin Rusya’da hâlâ yüksekten uçmakta ve Macaristan’da Viktor Orban ve Polonya’da (parti lideri Jaroslaw Kaczsynski kontrolündeki) yeni sağcı hükümet, güçlü otoriter eğilimler ortaya koyuyorlar.”
Stephen Walt, tarihten birçok örneğe yer verdiği uzun yazısında “belâ”nın demokratik ülkeler ve toplumlara da yayılmış bir “küresel olgu” olduğunu anlatmaya çalışıyor ve uyarısını yapıyor:
“... Büyük Liderler kendilerinin yanılmaz olduğunu düşünmeye meyillidirler ve yönetimlerine yönelik tehditleri ve otoriteleri karşısındaki engelleri bertaraf etmeyi çok kez iyi becerirler. Bu nitelikleri randımanı arttırır, yani aceleyle birçok şey yapılır. Ama, yapılanların ne kadar gerekli olduğu ve işe yarayıp yaramayacaklarının bir garantisi yoktur. Ve aksi olduğunda yani Büyük Lider yanlış yaptığında, ülkeyi uçurumun kenarına getirmelerinin önüne kim geçecektir?
James Scott ve Amartya Sen, liderlerin hesap vermesini mümkün kılacak ve uygulamada düzeltmelerin yapılmasına imkân verecek kurumlar olmadığı için, diktatörlüklerin muzzam felâketlere eğilimli olduklarını ortaya koyan derinlikli bir araştırmaya sahipler...”
Buna dair tarihteki birçok örneği sıraladıktan sonra, Stephen Walt yazısını şöyle noktalıyor:
“Kaderin Büyük Liderlere terkedilmesindeki sorun, hepimizin insan olması ve hiç kimsenin yanılmaz olmamasıyla ilgilidir. Büyük güce sahip olmakla birlikte, çok kez, kibir gelir ve dizginlenemeyen kibir, felâketin reçetesidir.”
Ian Buruma’nın “Referandum Kandırmacası” yazısına ilham veren ise, bu yıl Avrupa’da çeşitli konularda İngiltere, Hollanda ve Macaristan’da referandumlar düzenlenmiş olması. Referandumların “Donald Trump’un Amerika’sından Orban’ın Macaristan’ına kadar esen popülist havaya uygun düştüğü”ne işaret eden Buruma, “despotların halk oylaması desteğini arkalarına almayı sevdiklerini” vurguluyor ve sebebini şöyle ifade ediyor:
“Çünkü, kendilerini sadece Halk’ın temsilcisi imiş gibi göstermezler, Onlar için, Halk, ta kendileridir.”
Referandum ya da halk oylamaları bu işe yarıyor. Hitler de 1938’da Avusturya’nın işgalini ve Almanya tarafından ilhakını, Avusturya’da referandumdan geçirmişti.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Churchill’i seçim yenilgisine uğratarak Başbakan olan İşçi Partisi lideri Clement Attlee’nin referandumları “diktatörlerin ve demagogların bir aleti” olduğunu söylediğine atıf yapıyor ve “Attlee haklıydı” diyerek ona katılıyor.
Argümanlarına ilişkin birçok gerekçe ve örnek sıralayan ve
referandumun “doğrudan demokrasi” gibi sunulduğunu ifade eden Ian Buruma’nın yazısı şöyle son buluyor:
“Doğrudan demokrasi, temsilcileri nezdinde halkın güveninin yeniden oluşmasını sağlamayacaktır. Ama daha büyük ölçüde güven kurulamazsa, iktidar Halk’ın sesiyle konuştuğunu iddia eden liderlerin eline kayacaktır. Ve, böyle bir durumdan hiçbir zaman iyi bir şey çıkmamıştır.”
Her iki yazının –yukarda alıntıladığımız- son cümleleri Türkiye’nin bugününü anlatıyor, bu gidişin önü geçilmezse, yarınının nasıl olacağına ipucu veriyor.
Paylaş