Paylaş
Faili meçhul kurbanı insanların, kaybolan, izi bulunamayan nice insanın vicdanlarıyla alay etmeyi bırakın.
Ergenekon soruşturması başlayalı beri ortalığa saçılan, bunca zaman üstü örtülmüş cinayetler Türkiye’ye özgü bir canavarlık değil. Bunun başka yerlerde de örnekleri var ve adalet gereğini yaptı.
Bundan 10 yıl önce 1999 yılında Lahey’deki mahkemede eski Yugoslavya’daki savaş suçlarını izleyen Hırvat gazeteci Slavenka Drakuliç, 30 yaşındaki Bosnalı Sırp Goran Jelisiç’in güvenilir bir insan olduğunu düşünmüş. Temiz yüzlü, canlı gözleri, insana güven veren bir gülümsemesi varmış Jelisiç’in. Slavenka Drakuliç, onu kızının arkadaşlarına benzetmiş ve kanı kaynamış.
Lahey savaş suçları mahkemesindeki Bosnalı tanıklardan bazılarının söyledikleri de Slavenka Drakuliç’in izlenimini doğrular nitelikteymiş. Tanıklardan biri, Goran Jelisiç’in bombardımandan zarar gören komşusu bir Müslüman yaşlı kadına evinin tamirinde yardım ettiğini söylemiş. Bir başkası, bir Müslüman dostunun Bosna’dan ailesiyle birlikte kaçmasına yardım ettiğini anlatmış.
Gelgelelim, 1993’te Goran Jelisiç’in gardiyanlık yaptığı Luka hapishanesinden geçen Bosnalı Müslümanların anlattığı başka şeyler de varmış. Bunlardan biri, Goran Jelisiç’in 1992 yılında Luka hapishanesinde 18 gün içinde 100’den fazla tutukluyu öldürdüğünü anlatmış.
Slavenka Drakuliç’in yazdıklarından öğreniyoruz ki, Goran Jelisiç, kurbanlarını gelişigüzel seçiyor ve seçtiği kurbana diz çökmesini söylüyormuş. Ardından susturucu takılmış tabancasını kurbanın başına dayıyor ve kafasının arkasından iki kurşun sıkıyormuş.
Abdülkadir Aygan’ın anlattıklarına bakılırsa, Abdülkerim Kırca’nın infaz yöntemi Goran Jelisiç’in tarzını andırmıyor mu?
Goran Jelisiç, bu temiz yüzlü, soğukkanlı katil kendisini “Hitler birinci Adolf idi. Ben de ikincisiyim” diye tanıtırmış. Goran Jelisiç, işlediği savaş suçlarından ötürü Lahey’de 40 yıl hapse mahkum edilmiş.
*** *** ***
Neşe Düzel, itirafçı Abdülkadir Aygan’la tarihi bir röportaj gerçekleştirdi. 1990’lı yıllarda işlenmiş nice cinayet, ortadan kaybolmuş nice insanın akıbetinin ne olduğu ortaya çıktı.
Abdülkadir Aygan’ın anlattıkları, Tuncay Güney’inkilere benzemiyor. İsim veriyor; kurbanların da, katilin de ismini veriyor. Yer söylüyor. Olay tarihini belirtiyor. Yani, somut.
İtiraf ederek, gün gün, yer yer, kişi kişi bildirdiği cinayetlerin failinin adını da söylüyor. Abdülkerim Kırca. Şu geçenlerde intihar eden ve ardından Silahlı Kuvvetler üst komuta heyetinin cenaze törenine tam kadro katıldığı, bayrağa sarılarak toprağa verilen eski JİTEM komutanı emekli subay.
Kırca’nın öldürdüğü iddia edilenlerin ise bırakın bayrağa sarılmayı, yeşil çuhayı bile görmeden, hatta kefen bile giymeden, toprağa bile verilmeden bu dünyayı terkettiklerini öğreniyoruz. Bir-iki kişi de değiller. Onlarca. Çünkü cesetleri ya oraya buraya fırlatılmış atılmış, ya da yakılmış.
Abdülkerim Kırca’ya tamam “yargısız infaz” yapılmasın, hakkındaki iddialar ülkenin gazetelerinde çarşaf çarşaf yayınlandıktan sonra “yargı” konusu olsun bari.
Zaten itiraflarda adı geçen isimlerin önemli bir bölümü bugün Ergenekon tutuklusu. Yargı aşamasındalar. Ergenekon var mı, yok mu; JİTEM neyin nesi, olan biten “Mc Carthycilik mi değil mi, yoksa AKP’nin muhalefetin susturma çabası mı? Bu işin böylesine “akademik tartışması”yla uğraşmanın artık gereği var mı?
Bu kadar cinayet, her gün toprağın altından fışkıran suikast silahları hiçbir şey anlatmıyor mu?
Asıl “yargısız infaz” bu ülkede yıllar boyu üniformalı personel tarafından işlenmiş. Bunun üstüne gidilmedikçe bu ülkede “hukukun üstünlüğü”nden söz etmenin imkanı kalır mı?
Silahlı Kuvvetler’in itibarını nasıl koruyacağız? Bunca cinayeti hasıraltı ederek mi? Su yüzüne çıkarıp hukuka teslim ederek mi?
Cinayetlerin açığa çıkarılmasına öfkelenerek mi? Bu ülkede “Fırat’ın Doğu’sunda” yıllar yılı “yargısız infaz”la cinayet işlenmiş olmasına öfkelenerek mi?
Ergenekon, “Fırat’ın Doğu’su”na uzanmaz, uzatılmazsa, Hrant Dink cinayetinin menşei Trabzon, Ergenekon’a bağlanmazsa, bu ülkede “cinayet işleme” ve “yargısız infaz özgürlüğü” sağlanmış olur.
Daha da önemlisi “Kürt sorunu” asla çözülemez.
Avrupa Birliği, demokrasi, Türkiye’nin dünyada onurlu ve güvenli biçimde yerini alması, herşey ama herşey hayal olur.
*** *** ***
Katillerin alnında “katil” yazmıyor. Onlar aramızda dolaşıyorlar. Kimisi saygın makam sahibi bile olabiliyorlar. Normal, insanca davranış bile gösteriyorlar.
Hırvat gazeteci Slavenka Drakuliç, Sırp Goran Jelisiç’in görünürdeki normal, hatta zarif davranışlarına bakarak, “Savaş suçlularının aramızdaki olağan insanlar olabileceklerini kavradıkça, daha da korkuyorsunuz” diye yazıyor.
Bu saptamayı yıllar önce Kudüs’te Nazi kasabı Adolf Eichmann’ın duruşmasını gazeteci sıfatıyla izleyen büyük düşünür Hannah Arendt de yapmıştı. Arendt, tipik bir Nazi görevlisi olan Eichmann’ın “kendisini bir katil olarak nitelemediğine, çünkü yaptıklarını görevi gereği yaptığına” inandığına bakarak ve “içinden bir sineği bile asla öldürmeyi düşünemeyeceği”ni görerek “Banality of Evil” (Kötülüğün Sıradanlığı) adlı ölümsüz eserini yazmıştı.
Slavenka Drakuliç de, Arendt’ten ilham alarak, Lahey savaş suçları mahkemesindeki tecrübesini kitaplaştırdığında, kitabına “Asla Bir Sineği Bile Öldüremezler” adını verdi.
Bizim Ergenekon sanıklarının bir bölümü de öyle. İfadelerini dinlediğiniz vakit, haklarında tanıklığa soyunan köşe yazarlarının, televizyon anchorlarının, yüksek makam sahibi şahsiyetlerin onlar hakkında anlattıklarını işittiğinizde “asla bir sineği bile öldüremeyeceklerine” emin olabilirsiniz.
Ama, eski Diyarbakır Baro Başkanı Sezgin Tanrıkulu, 5000 kişinin kayıp olduğunu, eski milletvekili ve Susurluk Araştırma Komisyonu üyesi Fikri Sağlar, 17 bin küsur faili meçhul kurbanı bulunduğunu söylüyor.
Asla bir sineği bile öldüremezler ama Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşlarını binlerle öldürebilirler...
Paylaş