Bir partnerle cinsel ilişkiye girmeyi istemek, cinselliğin azalmasına ilişkin hayal kırıklığını da kapsıyor. Fanteziler kurma, görme, koklama, işitme, dokunma, tatma, düşünce ve duygular cinsel isteği meydana getiriyor. Doyurucu cinsel ilişki için öncelikle kişinin kendi içinde bir istek duyması, isteğin bir partnere yönelmesi gerekiyor ve bu süreç içinde kişinin mizacı ve iç dünyasıyla ilgili psikolojik etkenler, bedensel durumla ilgili biyolojik etmenler, kişiyi kuşatan ve içinde yaşadığı çevresel ve kültürel etkenler belirleyici rol oynuyor.
CİNSEL İSTEKSİZLİK NEDİR?
“3 yıllık evliyim. Doğumdan sonraki lohusalık ve emzirme dönemlerinde 6 ay hiç eşimle sevişmedik. Şimdi sevişirken hiçbir duygu hissetmiyorum, canım bile istemiyor. Sadece eşime karşı görevimi yaptığım seksi artık istemiyorum. Buz gibi oldum. Oysa ki o hazzı yaşamayı ne kadar çok isterdim. Sevişirken aklım hep dağılıyor. Kendimi veremiyorum...” Bu sözlerle ifade bulan cinsel isteksizlik, yeterli cinsel uyarı olmasına rağmen cinsel fantezilerin ve cinsel etkinlikte bulunma isteğinin az olması veya hiç olmaması, cinsel arzu duyulmaması durumu olarak tarif ediliyor. İsteksizlik en az 6 aydır sürüyorsa, kadında klinik açıdan belirgin bir sıkıntıya neden oluyorsa, gerginlik yaratıcı önemli başka etkenlerden kaynaklanmıyorsa ve bir maddeye, ilaca ya da başka bir sağlık durumuna bağlanamıyorsa tanı konulabiliyor.
İSTEKSİZLİĞİN TİPLERİ
Cinsel isteksizlik, kişi cinsel açıdan etkin olduğundan beri varsa “yaşam boyu”, oldukça olağan bir cinsel işlevsellik evresinden sonra başlamışsa “edinsel”, belirli tür uyarımlar, durumlar ya da eşlerle sınırlı değilse “yaygın”, yalnızca belirli tür uyarımlar, durumlar ya da eşlerle ortaya çıkıyorsa “durumsal” olarak tanımlanıyor. Cinsel sorunlar evlilik sorunlarına, evlilik sorunları da cinsel sorunlara yol açabiliyor. Bu nedenle cinsel isteksizliği karı koca arasında bozulmuş ilişkinin bir bulgusu olarak görmek gerekiyor. Eşler birbirleri ile daha iyi uyuşmaya giremedikleri takdirde sonuç çoğu zaman hüsran olabiliyor. Bu tür vakalarda eşlerden sadece birini tedaviye çalışmak doğru bir yaklaşım olmuyor, çifti birlikte tedaviye almak gerekiyor. Cinsel isteğin objektif kriterlerini belirlemek oldukça güç...
İnsanın evrendeki yerini, var olmanın niteliklerini, varlığın etki ve tepkilerini soruşturan varoluşçuluk, bireyin yaşamına odaklanıyor. İnsanın evrendeki yerini, benliğini ve var olma nedenini sorguluyor. Çünkü insanın hayat boyunca yaptığı seçimler, zorunluluklar ve sorumluluk kendi içinde muhasebeyi getiriyor. Bunalıma sürüklenen insan özünden git gide uzaklaşarak kendine yabancılaşıyor. Bu nedenle varoluşçu felsefenin üstünde derinlemesine durduğu konulardan biri yabancılaşma olarak biliniyor.
ÖZDEN ÖNCE GELİYOR
“Varoluş özden önce gelir” önermesi varoluşçuluğun merkezini oluşturuyor. Yaftalar, roller, kalıplaşmış davranışlar, tanımlar veya diğer önyargılar kişi bazında toplumsal bir maske görevi görüyor. Kendi değerlerine ve yaşamının anlamına karar veren ve bunları yaparken ortaya bir irade koyması gereken insan, bu maskenin ardında çoğu zaman dışa vuramadığı gerçek bir öz taşıyor.
VAROLUŞÇU DÜŞÜNÜRLER
Var oluşa dair sorgulamaları ilk dile getirenlerden biri “Kendini arayan kişinin seçimleri alın yazısını belirler. Ben, bilen, gören kişiyim” diyen Blaise Pascal olarak biliniyor. Modern anlamda varoluş terimini ilk kez kullanan ise “İnsan, sonsuzluk ile sonlunun, geçici ile kalıcının, özgürlük ile zorunluluğun bir sentezidir” diyen Søren Kierkegaard... “Var olmak nedir?” sorusunun cevabını sadece insanın kendisinde bulabileceğini söyleyen Martin Heidegger’e göre insan durmadan belli sınırları aşıp kendini gerçekleştiriyor, varoluş sürekli bir aşama... Var oluş tarzını “kendisi olarak var olma” ve “kendisi için var olma” olarak ikiye ayıran Jean Paul Sartre, varoluşçuluğu edebiyatta “hiçlik, bulantı, iç sıkıntısı” gibi varoluş sancılarıyla ortaya koyuyor. Sartre’ın düşüncesinde insan özgürlüğün kucağına bırakılmış ve özgürlüğe mahkum bir varlık... Özgürlüğü insana mutluluk vermese de onu oluşturan tek şey... İnsan özgürlüğü ile hiçliğe ulaşıyor ve hiçlikle de kendisi için varlığı yani kendi özünü oluşturuyor. İnsanın kendisine yabancı olan bu dünyaya nedensiz bir şekilde bırakıldığı görüşünde olan, saçmalık, başkaldırı ve intihar gibi çağdaş varoluşçuluğun özgün temalarını romanlarında ve oyunlarında işleyen ise Albert Camus... Çağının olumsuz yanlarını eserlerinde yansıtmayı sorumluluğu olarak gören ve tamamen kendine özgü bir yazım tarzı olan Franz Kafka’nın eserlerinin ana teması ise yabancılaşma, yalnızlık, umutsuzluk ve iç sıkıntısı... Varlığın varoluşta aranması gerektiğini savunan Martin Heidegger, öz felsefesine karşı varoluş felsefesi öneriyor, insanın kendi varlığını gerçekleştirmek üzere sürekli seçimler ve tercihler yapmak durumunda kaldığını, yani özgürlüğünü gerçekleştirmek zorunda olduğunu söylüyor. “Yaşamım nasıl anlam kazanır?” sorusunu soran Georg Lukacs’a göre yaşamının anlamını kaybetmiş insan kendine fetişler yaratıyor ve bu yarattığı fetişlere tapıp, secde edip, kurban sunuyor. Bu fetişlerin ortaya çıkmasına neden olarak kapitalist ekonominin yapısını görüyor ve örnek olarak da parayı gösteriyor.
Bu kadar çok kaygı veren bir durum da ister istemez bu olgu hakkında kulaktan kulağa yayılan mitlere ve efsanelere neden oluyor. Romanlara, filmlere, dizilere konu olan aldatma, kadın-erkek ilişkisinin başlangıcı kadar eski bir kavram. Aldatmayı işleyen filmlerin, kitapların büyük ilgi görmesi, bu konunun hayatın ne kadar içinde olduğunun da göstergesi. İçerik olarak oldukça kapsamlı olan aldatma, çiftlere ve bireylere göre farklı şekillerde değerlendirilebiliyor. Aldatma, kişinin var olan bir ilişki durumunda başka biriyle cinsel ilişkiye girmesi cinsel aldatma, başkasıyla duygusal yakınlık kurmaya başlaması ya da başkasına aşık olması ise duygusal aldatma olarak tanımlanıyor. Araştırmalar erkeklerin cinsel aldatmayı, kadınların ise duygusal aldatmayı seçtiğini gösteriyor.
TRAFİK KAZASINA BENZİYOR
Aldatma bir trafik kazasına benziyor. Bu kazanın oluşmasının altında yatan bir hikâye mutlaka var. Bu hikâyede aldatan kadar aldatılanın da payı var. Önemli olan bu kaza yapıldıktan sonra aldatanın da, aldatılanın da bu kazayla ilgili kişisel sorumluluklarını gözden geçirmesi ve “Neden aldattım?” veya “Neden aldatıldım?” sorularını kendilerine sorması. Her iki taraf da bu kazada kendine düşen payın muhasebesini yapmalı, daha çok bu konuya odaklanmalı. Aldatma ilişkilerde çok sık görülen bir olgu. Çünkü ilişkilerin doğasında her zaman yasak ve kışkırtıcı olgular var ve bunlar bazen çiftlere çok çekici gelebiliyor. Hatırlayın, insanların cennetten kovulması yasak elma yüzünden oldu. Tanrı insanlara her şeyi vermiş ama “Elmayı yeme” demiş. İnsanoğlu da cenneti elinin tersiyle itmiş ve bir elma için cennetten kovulmayı göze almış. İnsanın doğası ve ruhu böyle. Aldatma da böyle bir olgu.
GEÇMİŞİN TEKRARLANMA ZORLANTISI
Aldatma ve aldatılma, çoğu zaman kişilerin ailelerinden gelen bir aktarım olgusunu taşıyor. Eğer kişinin babası aldattıysa, annesi aldattıysa o kişi de aldatabiliyor. Eğer ailede dayıda, teyzede veya yakın akrabalardan birinde bir aldatma hikâyesi varsa o kişinin hayatında da aldatma olabiliyor, buna nesiller arası aktarım adı veriliyor. Aldatanların ve aldatılanların ailelerinde böyle bir hikâye çoğu zaman karşımıza çıkıyor. Bu duruma “Geçmişin tekrarlanma zorlantısı” adı veriliyor. Yani aldatanın da, aldatılanın da içinde büyüdüğü aile ilişkilerinde veya geçmişinde “tema olarak” aldatma olgusunun olduğu bilinen bir gerçek.
BAKICIDAN BAŞLIYOR
Bakıcıların varlığı, çocukların aklına diğer kadın kavramını sokuyor. Annenin dışında ikinci bir kadın fikriyle yetişen kişiler, sosyal ve cinsel ihtiyaçlarını karşılayabilmek için aldatmaya meyilli olabiliyor. Ayrıca annenin yokluğunu ileriki yaşlarda, uyuşturucu, seks, alkol ve para bağımlılığı şeklinde karşımıza çıkabiliyor. Bilinenin aksine, evlilik terapistleri, aldatmaya doğru veya yanlış, ahlaklı veya ahlaksız diye bakmıyor. Bu olguya üzerinde düşünülmesi gereken ve ders alınması zorunlu bir hikâye olarak bakıyor. Erkek, eşinin doğumundan sonra onu “kutsal anne” gibi görüp cinselliği başka biriyle yaşamayı tercih edebiliyor. Çocuklukta yaşanan ihmal edilme veya aşırı derecede işgal edilme, çok fazla miktarda şiddete maruz kalma, karı-koca ilişkilerinde aldatmayı meydana getirebiliyor. Aldatılan kişi ilişkisini veya evliliğini bitireceği gibi devam da ettirebiliyor. Her aldatma boşanmayla bitmiyor. Unutmayın ki aldatılma ve sonrasında yaşanan sorunlar çözülebilen durumlar olarak biliniyor. Aldatmalar travma etkisi yaratsa da, bazen aldatma olayından sonra evliliklerin daha sağlıklı yürümeye başladığı, bağlılık duygusunun arttığı, sorunların bu tip bir travmadan sonra netleşip çözüm için ortak hareket edildiği yeni bir süreç başlayabiliyor. Bu dönemde aldatılan kişi, bazen utanç, bazen öfke, bazen de intikam ve aşağılanma duygusuna kapılabiliyor ve zamanla kimliğini kaybedebiliyor.
ALDATILMAMAK İÇİN NE YAPMALI
Erkekler yorgunken özellikle hızlı seksi tercih ederken, kadınlar ise yorgunluğu bahane ederek kısa ve hızlı bir sevişmedense uyumayı tercih ediyor. Bu nedenle yorgunluğun hem erkek hem de kadın için anlamını keşfetmek ve ortak bir tanımlama yapmak önem taşıyor. Ancak yorgunluk için genel bir tanımlama yapmak oldukça zor. Genel güçsüzlük, çabuk yorulma, konsantrasyon güçlüğü, normal aktivite sırasında ya da sonrasında tükenmişlik hissi, aktiviteye başlamak için yeterli enerji olmadığı hissi olarak ifade edilen yorgunluğun birçok sebebi olabiliyor. Altı aydan uzun sürmesi halinde kronik yorgunluktan bahsediliyor.
ZAMANA VE KOŞULLARA GÖRE
Uzun ve yorucu bir iş gününden sonra birçok çiftin yapmak isteyeceği tek şey eve gelip koltuğa uzanıp televizyonu açmak oluyor. Bunun da tek bir anlamı var; “Bugün sevişmek istemiyorum, yorgunum!” Yorgun olmak çifti sadece cinsellikten değil genel olarak her şeyden uzaklaştırıyor. Oysa yorgunluk durumunda her çiftin seks ihtiyacı zamana ve koşullara göre değişebiliyor. Yorgunluğun çiftler üzerinde yıpratıcı bir etkisi olduğu tartışılmaz... Çiftlerin birbirlerinden uzaklaşmasına zemin hazırlayabiliyor. Oysa hem yorgunluğu giderecek hem de seks için vücudu ateşleyecek bir takım uygulamalar ile bu sorun ortadan kaldırılabiliyor. Hızlı hareket etmek çoğu zaman enerji gerektiriyor. Bu nedenle yorgun olunduğunda ağır çekim bir gece geçirmek, güzel bir meditasyon duşu almak, sonrasında nefes ve gevşeme egzersizleri yapmak, ardından erotik masaj ile günün yorgunluğunu almak, yavaşça dokunurken daha yoğun hisler yaşamak, ufak öpücükler kondurmak, daha şehvetli dokunmaya özen göstermek mümkün... Hatta yavaş çekim hareketlerle sevişirken tamamen durarak kısa aralıklar vermek ve normalde gözden kaçan birçok ayrıntı keşfetmek keyifli olabiliyor.
ÜÇ-BEŞ DAKİKALIK BRONZ
Seks yapmak; rahatlamış ve gevşemiş bir halde, sevişmenin ve dokunmanın verdiği hazza odaklanarak, haz alıp haz verebilme, ruhu ve bedeni paylaşabilme, ne olursa olsun bir şekilde boşalabilme bilim ve sanatı olarak tarif ediyoruz. Çiftler bu sanatı icra ederken altın, gümüş ve bronz olmak üzere üç tür seks deneyimi yaşayabiliyor. “Altın seks” adını verdiğimiz kaliteli seks ortalama iki saat sürüyor. Daha çok yaşanan ve “gümüş seks” adını verdiğimiz normal seks ortalama otuz dakika sürüyor. Daha nadir yaşanan ve “bronz seks” adını verdiğimiz hızlı seks ise ortalama üç beş dakika sürüyor, ışık hızında ve çabucak... Kadının erkeği reddetmek yerine onun tatmini sağlamasına izin verdiği ve daha çok erkeğin boşalıp rahatlamasını hedef alan bronz seks, erkeğin adrenalinin tepeye vurmasını sağlıyor. Çiftlerin seks repertuarlarına erkeklerin fiziksel kadınların ise duygusal tatminlerinin ön planda olduğu bronz seks deneyimlerini eklemeleri, hem yorgunken çok özel deneyimler yaşanması hem de yakın ilişkilerde tutkunun devam etmesi için işe yarayabiliyor. Kadın bazen seks yaparken tam havaya giremeyebiliyor, orgazm taklidi yapmak yerine, samimi ve dürüstçe “Haydi bronz seks yapalım!” diyebiliyor. Böylece hem eşini yarı yolda bırakmıyor hem tahrik olma konusunda endişelenmesine gerek kalmıyor hem de bir açıklama yapmak zorunda olmuyor.
ERKEĞE MORAL HEDİYESİ
Bu aynı zamanda kadının erkeğe bir moral hediyesi oluyor, onu ne kadar çok sevdiğini hissettiriyor. Ayrıca çoğu zaman erkeğin kadına sarılması, onu arzulaması ve onunla tatmin olması kadına yetebiliyor. Seks yapma havasında olmasa bile, eşini baştan çıkarabileceğini düşünmek kadına zevk verebiliyor. Hatta bazen çift bronz sekse başlıyor ve zamanla kadın havaya girerek tahrik olabiliyor ve çift gümüş sekse geçiş yapabiliyor. Bronz sekse başlayan bir kadın gerçekten havasında olup olmadığını da anlayabiliyor. Erkek, kadını sevgi ve değer verme yönünden desteklendiğini hissettirirse, daha çok gümüş seks ve ara sıra da altın seks deneyimi yaşatacağını vaat ederse, kadın bronz seks fikrine daha açık olabiliyor.
Şu yalan dünyada kendisi için neyin daha çok önemli olduğunu düşündüğünde, aklına ailesi, dostları, işi, sağlığı, yalnızlığı, kalabalıklar içindeki sureti gibi birçok şey gelebiliyor. Sonra kendisi için önemli olanlar listesinin çok da katı olmadığını, değişken olduğunu, yenilendiğini, zamanla yer değiştiğini ama bazılarının hiç değişmediğini anlıyor. Çünkü bazen öyle bir mutluluk yaşıyor ki, tarifi imkânsız bir huzur doluyor içi ve listesini alt üst edebiliyor bir anda. Bazen yeşilin ve sarının her tonuyla ve gökyüzüyle dans eden, masmavi sularıyla ve mutlulukla beraber huzur veren bir deniz, umudu çağırabiliyor, köpük köpük dalgalarını yerleştirebiliyor gözlerine, bir mucizenin parçası yapabiliyor insanı... Bazen sıcak bir yaz günü serin esiveren bir yel, rahatlatabiliyor, huzur verebiliyor. Bazen yeşilin her tonuyla doğa, yine yeni, yeniden hayat verebiliyor, cana can katabiliyor. Bu nedenle hayatı olduğu gibi kabullenmek ve “beş duyu ile sevmek ve hissetmek” gerekiyor.
ANLAMINI BİLMEK GEREKİYOR
Dış dünyanın uyaranlarını görme, işitme, koklama, dokunma ve tatma organlarıyla algılama yeteneğine “duyu” adı veriliyor, duyulama etkinlikleri ile çeşitli dışsal duyuların nesneleri arasındaki farkı ortaya koyan yeti, duyulama etkinliğinin farkına varan içsel bir güç ve somut fizik gerçeklikleri maddesel bir şekilde bilme gücü olarak biliniyor. 5 duyu ile ana odaklanmak önemli, çünkü dokunma affedicilik olarak bilinen dünyayı, koklama kendini düşünmeme olarak bilinen gökyüzünü, tatma sabır olarak bilinen suyu, görme sevgi olarak bilinen ışığı ve işitme adanmışlık olarak bilinen havayı temsil ediyor. “İçine doğma”, “duyu dışı algı” ve “önsezi” olarak da adlandırılan “6. his” ise en basit tanımıyla, kişinin olacak olayları tamamen doğal bir güdü ile önceden bilmesi olarak biliniyor. 5 duyudan tamamen farklı olarak gerçekleşen bu durum, bilimsel olarak kanıtlanamayan bir fenomen.
5 DUYU İLE SEVİŞMEK
İnsan sevdiği zaman yalnız yüreğiyle ve beyniyle seviyor ama seviştiği zaman beş duyusunun tümü devreye giriyor. Çünkü (1) görsel algı en önemli algıların başında geliyor, çoğu kez beyin ilk yaklaşım alarmını gözlerden alıyor, beğeniyor, istiyor. (2) Bazen kişi bir ses ile görünenden önce esir olabiliyor, (3) koklayarak daha derin duyguların kapısını aralayabiliyor, (4) dokunarak parmaklarıyla partnerinin tenini, (5) dudaklarıyla bütün bir bedeni tadarak tanıyabiliyor, algılayabiliyor. Yani insan 5 duyu ile sevişerek ana odaklanabiliyor, “Yetersizim, değersizim”, “İyi bir partner değilim”, “Güzel değilim” gibi geçmişin endişe ve korkularından, “Yine aynısı olacak, başaramayacağım”, “Kesin beni terk edecek” gibi geleceğe dair kaygılardan ve bedeni ile ilgili olumsuz düşüncelerden kurtulabiliyor, beyninde seviştiği bedenin haritasını net bir şekilde çıkartabiliyor.
DENEYİMLEMEK GEREKİYOR
Sevgiyi anlatmak için öncelikle onu 5 duyu ile deneyimlemek ve yürekte hissetmek gerekiyor. Tüm bilgilerden, bilgelerden, öğrenilmişliklerden öte olan böylesi bir hissediş için, öncelikle insanın kendisini sevmesi, olduğu gibi kabul etmesi ve 5 duyu ile hayatı yaşaması önem taşıyor. Çünkü hayat yaşla değil, yaşamakla anlaşılıyor. Kendiliğinden ne iyi, ne de kötü olan hayata, seçimleriyle insan iyiliği de kötülüğü de katabiliyor. Bu nedenle insanın ne istiyorsa onun hayalini kurması, gitmek istediği yere gitmesi, olmak istediğini olması, yapmak istediğini yapması çok önemli… Çünkü her insanın sadece bir hayatı yani bütün yapmak istediklerini yapması için sadece bir şansı oluyor. Bu nedenle Mevlana’nın dediği gibi, sözde değil özde sevgiyi yaşamak ve sevgiyi deneyimlemek için tene değil cana dokunmak, dışı değil içi sevmek gerekiyor.
Erken boşalmanın en iyi profesyonel tanımı, cinsel ilişkilerinin çoğunda erkeğin ne zaman boşalacağı üzerinde gönüllü, bilinçli kontrolünün olmamasıdır. Önemli olan boşalma refleksi üzerinde istemli denetimin olmaması ve yüksek uyarılma düzeylerine, refleks olarak boşalmanın ortaya çıkmadan dayanılamamasıdır.
ERKEN YERİNE İSTEMSİZ
Yani erken boşalmada önemli olan süre değil, boşalma refleksi üzerinde dolaylı olarak istemli bir denetimin olup olmamasıdır. Denetimsizliği tanımlamada “erken” sözcüğü uygun olmadığından “erken boşalma” yerine “denetimsiz boşalma” ya da “istemsiz boşalma” terimlerinin kullanılması daha uygun olacaktır. Normal koşullarda uyarıldıktan sonra yaşanması gereken ve çiftin bir süre ilişkide kalması dönemi olan plato erken boşalan erkeklerde ya çok azdır ya da mevcut değildir. Yani gönüllü uzatma veya erteleme noktası mevcut değildir. Bu durumu hastalar şöyle ifade edebilirler: “Giremeden veya birkaç kez gidip geldikten sonra hemen boşalıyorum.” “O an geldiğinde kendimi kontrol edemiyorum.” “Kendimi yetersiz ve değersiz hissediyorum.” “Utanmaktan ve özür dilemekten sıkıldım.” “Her seferinde korktuğum başıma geliyor.” “Hemen girsem, dışarıya boşalmasam istiyorum.” “Her şey çok hızlı gelişiyor, kendimi kontrol edemiyorum.” “Artık bezdim ve yoruldum.”
KRİTİK SÜRE 7 DAKİKA
Erken boşalma tanı kriterlerim şunlardır: (1) Penis vajina birlikteliğinin 7 dakika ve üstünde sürdürülememesi. (2) Yaşanan seksüel aktivitelerde bayan partnerin tatmin olmaması. (3) O an geldiğinde erkeğin kendini tutmak istemesine rağmen denetimsiz ve istemsiz bir şekilde boşalma refleksi üzerinde dolaylı bir kontrolünün olmaması. (4) Yenileyici ve tekrarlayıcı bir biçimde her cinsel ilişkide denetimsiz boşalmanın gerçekleşmesi. (5) Haftada 1 veya 2 cinsel birleşmeden oluşan düzenli bir cinsel hayata rağmen yukarıdaki sorunların altıncı aydan sonra da devam ediyor olması.
ÜÇ BÜYÜK KORKU
Erkeklerin 3 büyük korkusu vardır. Bunlar; (1) “ya penisim sertleşmezse”, (2) “ya önsevişme sırasında vajina içine girmeden penisim inerse” ve (3) “ya partnerim boşalmadan erken boşalırsam” şeklindedir. Ancak ön sevişmeyi boşalmadan uzun süre sürdürebilen bir erkek, vajinal ilişkiyi de o kadar süre devam ettirebilir. Ayrıca konuşma, araba kullanma, yemek yeme gibi günlük davranışlar cinsel yaşamla çok yakından ilgilidir. Bir cinsel terapist olarak ortak rahatsızlıkları olan insanların ortak özellikler sergilediklerini gözlemledim. Mesela erken boşalıp da yavaş araba kullanan ya da yemeğini yavaş yiyen bir erkek görmedim. Bunlar son derece ciddi ve yaygın meseleler. Örneğin genellikle geçmiş cinsel travma öyküleri olan erken boşalan erkekler; boşalma için aceleci olurlar, geçmiş cinsel performanslarından utanç duyarlar, partnerlerinin yaşanan cinsellikten haz almadığı endişesi içindedirler, duyulara ve dokunmanın verdiği hazza odaklanamazlar, cinsel açıdan deneyimsizdirler ve cinsel açıdan kendilerine güvenmezler ve cesaretleri eksiktir.
ORTAK ÖZELLİKLER
Ülkemizde her 3 kadından 1’i evde kocasının ya da sevgilisinin fiziksel şiddetine maruz kalıyor. Şiddetin kaynağında toplumun her yanında izlerini görebileceğimiz erkek egemenliği, cehalet ve toplumun ikiyüzlülüğü yatıyor. Erkeklerin egemenliklerini tehdit altında görmeleri, ya da bu egemenliği güçlendirmek istemeleri şiddet davranışına yol açıyor.
Keçiören’de meydana gelen bu olayda da kız arkadaşının kendisini aldattığını iddia eden genç, arkadaşlarıyla birlikte kız arkadaşı ve ablasını hem dövüyor hem de o anları cep telefonuyla çekip sosyal medya hesabından paylaşıyor.
Bu görüntülerde genç, kız arkadaşına sürekli “Özür dile, yüzünü göster” diye bağırarak tokat atıyor. Videoda gencin “Kızlara vurulmaz diyorlar ama aldatırsa, hele ben rezil olursam böyle vururum” deyip tokat atması ve “Bu videoda da diyorum kızlara vurulmaz, şiddet diye bir şey yok... Var abi” sözleri dikkat çekiyor. Videodaki bir diğer önemli ayrıntı ise gencin “Eskilerine bakılırsa sen çok iyisin. Daha dövmedim. Haşat olman lazımdı senin” sözleri...
ÇOCUKLUK TRAVMASI
Daha çok erkekler tarafından evde uygulanan şiddet, çocuklara fiziksel yaralanmalar, aşırı korku, yetersizlik duygusu, özgüven eksikliği gibi çok zarar veriyor. Bu zararları yaşayan bir çocuk yetişkinliğinde travmasını tekrar edebiliyor ve tanık olduğu veya bir parçası olduğu şiddet eylemlerini tekrarlıyor. Çünkü “şiddeti uygulayan zalim”, “şiddete maruz kalan kurban” ve “şiddeti seyreden kurban” rolleri çocukluk travmalarının özünü oluşturuyor ve yetişkinlikte bu rollerden birini tekrar etmeye kişiyi zorluyor.
ŞİDDET NORMALLEŞİYOR
Şiddet normalleştiriliyor ve bazen şiddet uygulayan (döven erkek), bazen şiddete maruz kalan (dayak yiyen kız) bazen de seyirci (şiddeti çekip yayınlayan ve seyredenler) olarak yetişkinlikte bu roller tekrar ediliyor. Yani aşağılanan aşağılıyor, dövmek çok yanlış bir algıyla sahiplenme veya bir sevilme ifadesi olarak algılanabiliyor bir şekilde... Görüntülere baktığımızda, dayak atan da dayak yiyenler de şiddeti hak görüyorlar ve kabulleniyorlar. Bu bir kültür meselesi. Kadına yönelik şiddeti insan hakları ihlali olarak görmek ve nedeni her ne olursa olsun, şiddetin ağır bir şekilde yasal olarak cezalandırılması gerekiyor.
MAHREM GÖRÜLMEMELİ
Bazen bir an aklından geçen birini hiç beklenmedik bir anda karşısında buluverir, kimi zaman nedensiz bir sıkıntı kaplar tüm benliğini, “Hadi hayırlısı” der ve bir süre sonra üzücü bir haber alır, bazen “İçimde kötü bir his var” şeklindeki bir cümle dökülür dudaklarından, kötü bir şey olacağından korkmaya başlar ve gerçekten de kısa süre zarfında kötü bir olay olur, bazen de rüyalarında gördüğü şeyler, gün içinde gerçekleşiverir, işte bu tür olağanüstü durumlar 6. his yeteneğinin birer göstergesi olabiliyor... “İçine doğma”, “duyu dışı algı”, “önsezi”, “durugörü”, “duyu dışı algılama (ESP, extrasensory perception)”, “uzaktan görü” ve “uzaktan hissetme” olarak adlandırılan “6. his” en basit tanımıyla, kişinin olacak olayları tamamen doğal bir güdü ile önceden bilmesi olarak tanımlanıyor. Dokunma, görme, işitme, tat alma ve koklama olarak bilinen 5 duyudan tamamen farklı olarak gerçekleşen bu durum, bilimsel olarak kanıtlanamayan bir fenomen… Kelime anlamı olarak felsefede, mistisizmde, ezoterizmde ve farklı öğreti sistemlerinde değişik anlamlarda kullanılan bir terim... Oysa 6. his aracılığı ile kötü olayların gerçekleşeceğinin bilinmesi, çoğu insanın hayatı boyunca birkaç defa yaşadığı bir deneyim…
ALTINCI HİSSİN KÖKENLERİ
Beynin sağ yarım küresi sıklıkla kullanıldığında sezgisel kapasite artıyor. Diğer yandan yapılan bir çok bilimsel araştırma beynin sinir sisteminin bir parçası olan empatik nöronların önseziler konusunda asıl rolü üstlendiği gösteriyor. Bu nedenle çok yakın ilişki içinde olan insanların, özellikle de birbirine âşık çiftlerin beyinlerinin zaman zaman birlikte işlediği bilinen bir gerçek... Öte yandan, örneğin ıssız bir sokakta, kişi takip edildiğini ya da arkasında birinin olduğunu gerçekten de hissedebiliyor. Bu tip bilinçsiz olarak algılanan duyuların toplamına “6. his” adı veriliyor. Çoğu bilim insanı, böyle bir duyu tipi olduğunu kabul etmiyor. Ancak arkada gerçekten biri varsa, ayaklarından çıkan çok düşük şiddetli sesler, bilinçte algılanamayabiliyor ama bilinçdışı tarafından fark edilebiliyor. İşte buna, duyusal sızıntı adı veriliyor. Bu sızan uyartılar, beyinde işlenebiliyor, içgüdüsel olarak korku hissini ve deri reseptörlerini tetikleyebiliyor, sese bağlı olarak oluşan ufak titreşimler, vücutta ve ses duyu organlarında titreşimlere neden olarak bilinçdışı bir algı doğurabiliyor. Bilindiği üzere deprem sadece saniyeler önce hareketlenmişken bunu insanlardan önce hayvanlar sezebiliyor. Aslında bu güçlerin, hayvanlar gibi geçmiş çağlarda insanlarda da var olduğu düşünülüyor. Yani insanın doğaya en yakın olduğu, doğa ile bir bütün oluşturduğu zamanlarda, insanlar bu yetilerini kullanarak gelecek tehlikeleri sezinleyebiliyor ve tehlikelerden korunabiliyordu... Ancak medeniyet ilerledikçe insanın önsezilerini kullanma ihtiyacı azaldı ve gücünü kaybetti, derinlerde bir yerde saklı kaldı, unutuldu. Bunların hepsi ve daha fazlası 6. hissin kökenleri olarak dikkat çekiyor.
TOPLUM İNANIYOR
Toplumun yüzde 80’i 6. hisse yani zaman ve mekanla sınırlı olmayan uzak yerlerden bilgi edinme yeteneğine inanıyor. Normal duyularla ulaşılamayan bilgilere ve hislere ulaşma, gözün önünde kısa bir görüntü (soluk, kısa süreli hızlı geçen, puslu görüntüler), ses işitme, tat veya koku şeklinde olabiliyor. Bu esnasında bazı kişilerde kaygı, korku, terleme, nabız yükselmesi, bulantı, garip bir neşe gibi değişik duygu halleri ortaya çıkabiliyor. Bu haller bazen rahatsızlık verici olabiliyor ve kişide ciddi psikolojik sorunlara neden olabiliyor. Ulaşılan bilginin erişim seviyesi zamandan bağımsız oluyor, geleceğe, şimdiye ve geçmişe ait olabiliyor. Aynı zamanda da mekandan bağımsız olan bu durum, uzaklıkla da sınırlı değil... Ancak görülenlerin ya da algılananların, normal duyu organlarıyla alışılan tarzda net ve canlı olmaması kafaları karıştırıyor. Çalışılarak ve isteyerek elde edilmesi zor bir durum olan 6. hissin doğuştan gelen bir yetenek olarak ortaya çıktığına ya da sonradan geliştiğine inanılıyor.