Cinsel sorunlar evlilik sorunlarıyla ilişkili olabilir. Cinsel problemleri ile başa çıkabilmek için cinsel terapiye başvuran çiftlerin problemleri evlilikte yaşanan çatışmalardan da kaynaklanabilir ve bazen aile içindeki diğer bireylerin fonksiyonlarından da etkilenebilir. Aynı şekilde evlilik yaşamları için yardım isteyen çiftlerin evlilik sorunlarına ek olarak cinsel sorunları da var olabilir. Örneğin eşe karşı duyulan düşmanlık; cinsel etkinlik öncesi baskı ve gerilim yaratılarak, cinsel etkinliği başlatmak için uygunsuz bir zaman seçilerek, fiziksel veya psikolojik açıdan kendini eşine karşı itici göstererek veya eşin cinsel isteğini geçiştirmek için bahaneler bulunarak ifade edilebilir. Görüldüğü gibi cinsel sorunlar evlilik sorunlarının sonucu olabildiği gibi evlilik sorunlarının nedeni de olabilir.
Cinsellik; rahatlamış ve gevşemiş bir halde, sevişmenin ve dokunmanın verdiği hazza odaklanarak, haz alıp haz verebilme, ruhu ve bedeni paylaşabilme, ne olursa olsun bir şekilde boşalabilme bilim ve sanatıdır. Kültürel ve aile yaşantısı olarak birbirinden farklı iki insanın, aynı evi, aynı zaman ve mekanı paylaşmaya başladıkları yeni hayat dönemindeki partner ilişkilerine “evlilik” denir. Evlilik ilişkisinin temelinde karşılıklı sevgi, saygı, güven, cinsellik, bağlılık ve destek duyguları yatar. Cinsellik zevk almaya, keyif almaya, heyecan ve merak duymaya yönelik hem psikolojik hem de biyolojik bir şeyken, evlilik geleneksel bir kurumdur. Bu nedenle her ikisini aynı kefeye koymak çifte zarar verebiliyor. Çünkü cinsellikte önemli olan biyolojik yapı değişmiyor ama sosyal, kültürel, ailesel ve psikolojik unsurlar ön plana çıkıyor, bununla birlikte de cinsel yaşam olumsuz etkilenebiliyor.
Kişiler evlenmeden önceki süreçte sevgili, arkadaş veya âşık olmayı kendilerine yakıştırırlar ve bu süreçte “ateşli sevgili, bağlı âşık, kız arkadaş, erkek arkadaş, dost, yaşamı güzelliklere boğacak kişi” rollerinden herhangi birini üstlenirler. Bu dönemde hem kadın hem erkek bu rolleri üslenmekten mutludur ve rolü hakkıyla oynarlar. Ayrı evlerde yaşanılan bu dönem, özlemlerin, arzuların ve heyecanların olduğu bir dönemdir. Birbirine dokunmak isteği, paylaşılacak cinsellik hayali ve heyecanı kalpleri devamlı çarptırır. Burada toplumsal bakış açısı çiftin hayatlarına yavaş yavaş girmeye başlar. Toplumsal bakış, evlilik öncesi kişilerin sevgili, âşık olmasına izin verirken cinsel deneyimin olmaması gerekliliğini empoze eder. Bu da kişilerde karşı tarafı merak etme ve cinselliği yaşama isteğini artırıcı bir rol oynar. Bu süreçte çift her fırsatı değerlendirmek ister ve karşılıklı iletişim bu dönemde daha iyi olur. Daha sonra evlilik süreci gelir ki, bu süreçte çift attığı imza ile birlikte hayatın gerçekleri ile karşılaşır. Evlenmeden önce taktıkları pembe gözlükleri çıkartırlar. Partnerlerinin hayallerindeki kişi olmadığını fark ederler ve partnerlerinin hayalindeki kişi gibi değil de gerçekte oldukları gibi davranmaya başlarlar.
Evlikte toplum bireylere bilinçli ya da bilinçsiz olarak sayısız “görevler” yükler. Evlenmeden önce sevgili veya aşık olan çiftler evlilik bağı altındayken toplumun yüklediği “yeni sosyal görevler” doğrultusunda hareket etmeye başlarlar. Aslında sadece cinsellik değil; aynı zamanda kişilerin sevgileri, iletişimleri, aşkları yani birbirleri için taşıdıkları anlamda zamanla değişmeye başlar. Evlilik klasik boyutlarda olması gereken bir sürece girer. Yani kadın “karı” rolüne, erkek “koca” rolüne ister istemez girer ve bunun gerektirdiği doğrultuda hareket etmeye başlar. Toplum onlara evlilikte sevgili olma, birbirinin âşığı olma rolünü yakıştıramadığı için artık her ikisi de birer “karı ve koca” gibi davranmak, yani erkek çalışmak ve evini geçindirmek, kadında çocuk doğurmak ve ev işleri yapmak zorundadır.Michel Foucault’nun, “Çalışmak, arzuyu dizginlemek için icat edildi” demesi asla boşuna değildir. Çünkü çiftin farklı sosyal rolleri, aralarındaki cinsel problemler dışında, kimsenin sorgulamadığı “normal” bir şey gibi kabul edilir. Kadın ve erkek belli bir toplumsal rol üstlendiğinde, toplumun onlara verdiği diğer rolleri unutmuş gibi gözükürler. Bu, çiftin fark etmesi gereken büyük bir problemdir. Oysaki kadınlık ve erkeklik cep çakısı gibi olmalıdır. Bilindiği gibi cep çakısının birçok fonksiyonu vardır: Bıçak, kürdan, tirbuşon, tırnak törpüsü, tornavida, makas, vb. olabilir. Değişik fonksiyonları olmasına rağmen çakı hâlâ çakıdır. Kadın ve erkekte aynen böyledir. Kadının ve erkeğin değişik toplumsal rolleri olabilir, ama onlar hâlâ kadındır ve erkektir. Karı, koca, baba, anne, sevgili, eş, çalışan, büyükanne, büyükbaba olabilirler ama onlar hâlâ cinsiyeti olan birer insandır. Çiftlere olan şey, özellikle sevgili rolü olmak üzere, diğer toplumsal rolleri unutarak, hayatlarının belli bir kesiminde oynamaları gereken rolleri bütün olarak benimsemeleridir. Aksi taktirde çift cinsel yaşam, sosyal roller, çocuklar, kariyer, arkadaşlar ve hobileri arasında sıkışıp kalır, cinsellik askıya alınır. Zamanla cinselliği olmayan bir evlilik hastalanır. Hem evliliği canlı ve zinde tutmak için hem de cinselliği bazen diğer sorunları düzeltme amacıyla kullanabilmek için çift; emek harcamalı, birlikte yaşayacakları cinsel hayatı ateşlendirmek için sıra dışı yönlerini ortaya çıkartmalı, birbirlerini cesaretlendirmeli ve karı koca olduklarını cinselliği yaşadıkları o anlarda unutmalı ve gerektiğinde farklı iki yabancı gibi birbirlerine yaklaşabilmelidir.
Evlilikte cinsel yaşamı öldürmemek için kadın anne, erkek baba olsa bile, öncelikle birer kadın ve erkek olduklarını kendilerine hatırlatmalıdırlar. Tutkulu bir erkek veya kadın gibi cinselliklerini yaşayabilmeleri için emek vermelidirler. Yüklendikleri rollerin ve sorumlulukların cinselliğe mola vermeyi gerektirmediğini öğrenmelidirler. Hatta özellikle cinsel yaşantıları için verilecek molaları bu sorumluluklara karşı bir ödül olarak görmelidirler. Bunlar için neler yapabileceklerini “merak” etmelidirler. Örneğin, çift evlilikte iyi bir cinsel yaşam için yatak odasını ailenin diğer fertlerinden ayırmalıdır. Unutmamalıdır ki yatak odası çifte özeldir. “Yatak odasında küslük olmaz, yatak odasında sadece uyunur ve seks yapılır, tartışılmaz”, vb. düşüncelerle çiftin burada oluşturacağı dünya, sadece onlara aittir. Bu ortamda çift sadece bir kadın ve bir erkektir. Çiftin cinselliği doya doya yaşamaya ihtiyacı vardır ve fantezilerle birlikte bu dünyalarını renklendirmeleri gerekir. Çocukların ve diğer aile fertlerinin bu dünyaya girmesine izin verilmemelidir. Çocuklar evde sürekli hareket halindedirler. Girip çıkmadıkları yer yoktur ama eğer yatak odasının yasaklı olduğunu çift anlatmayı başarabilirse cinsel hayatlarını yaşayabilecekleri “ideal bir ortam” yaratmış olurlar.
Özlemle birbirlerine sahip olma duygusu içerisinde başlanılan bir evlilikte, kişiler yasal olarak serbest olan cinselliklerini yine de yaşayamama durumu ile karşı karşıya kalabilirler. Cinselliğe yüklenilen olumsuz anlamlar ve cinselliğin üç silahşoru olan “günah, ayıp ve yasak” kavramı, eksik cinsel bilgilerle desteklenince cinsellikte sorunlar yaşanmaya başlanabilir. Ayrıca cinselliğin ön planda olmaması gerektiği, önce iyi bir ev kadını, yaşamı idame ettirecek gelir sağlayan bir erkek, sonra anne - baba olmak gerektiğini vurgulayan toplumsal kurallar içerisinde çift, önceliğini bu sosyal rollere verir, verince de cinsellik daima geri planda kalmaya mahkûm olur. Bunlarla boğuşan çift, birbirinden ve cinsellikten gitgide uzaklaşmaya başlayabilir. Cinsel yaşam öncelikler listesinde alt sıralara doğru bir yolculuğa çıkabilir. Özellikle kadın anne olduğunda artık cinselliği kendine yakıştıramamaya ve yaşamak istememeye, erkeğe karşı yerine getirilmesi gereken bir “görev” olarak görmeye başlarsa ve erkek de buna ayak uydurursa, aşk oyunları ve cinsel fantezilere ilişkide yer verilmezse, cinselliği bitirecek en önemli darbeler de uzlaşılarak vurulmuş olur. Görüldüğü gibi cinsel yaşantıya engeller getiren aslında atılan bir imza değil; toplumsal ve bireysel olarak yaşama ve cinselliğe bakış açıları ve cinsel fantezilerin baskı altına alınmasıdır.Fanteziler olmadan heyecanlı ve arzu dolu cinsellik olmaz, olamaz.
Çift uzun yıllar evli olsa da, kişiler değişkendir ve kişiler birbirlerinin hala bilmedikleri yönlere sahiptirler. Çiftin birbirlerini ve cinselliklerini yeniden keşfetmeleri için harcayacakları zaman sınırlı olmamalıdır. Bir hayat boyu birbirini merak etmek ve anlamaya çalışmak heyecan duygusunu artırıcı bir faktördür. “Ben seni senden daha iyi tanırım” düşüncesi bir mittir, yalandır, hurafedir. Birbirlerini daima keşfetmeye çalışan çiftler heyecanlarını kolay kolay yitirmezler. Örneğin, evlilikle birlikte çiftin üzerine bir rahatlık çöker ve artık ateşli günlerindeki gibi bakımlarına özen göstermeyi gereksiz görmeye başlarlar. Oysa öz bakım kişinin kendine duyduğu saygının ve sevginin bir göstergesidir. Kendini sevmeyen bir insanın başkasını gerçekten sevmesi de zordur. Evin içerisinde dahi olunsa bakımlı olmak, flört eder gibi davranmak, dokunarak sevgiyi hissettirmek çifti birbirine yakınlaştırabilir. Çünkü dokunmak ve konuşmak sevgiyi ve cinsel arzuyu pekiştirir. Cinselliğe bakış açısını daha olumlu yönde geliştirmek için açık olmak, rahat konuşmak, istekleri, arzuları anlatabilmek ve fantezi geliştirmek cinsel yaşamı renklendirmede çiftin kullanabileceği yöntemlerdir.
Sonuç olarak, evlilik zor fakat zor olduğu kadar da güzel bir süreçtir. “Evlilik ve sevgi emek ister” sözü gerçekten doğrudur. Cinsellik aynı zamanda evlilikleri ayakta tutabilecek, çiftin kendisiyle ve çevresiyle barışık olmasını sağlayabilecek bir araçtır. Eşler birbirlerini anladıkları, gerçekten anlaşabildikleri, birbirlerinin biyolojik saatlerini öğrenebildikleri ve beraber bir şeyler yapmaktan hoşlandıkları sürece ölen tek şey imzaya dayalı korkulardır.
Ergenlik yetişkinlik değildir
Ergenlik; bir kız ya da erkek çocuğun yetişkinliğe geçiş dönemidir. Ergenlik, çocuklukla yetişkinlik arasına, ebeveynler tarafından inşa edilen bir asma köprüye benzer. Anne köprünün inşaatına, çocuk dünyaya gelmeden kendi karnında başlar. Başlanılan köprü inşaatının temelleri, ebeveynlerin kendi ebeveynlerinden kalan bilgi, deneyim ve öğretiler doğrultusunda yani kendilerine bırakılan mirasla atılır.
Bu doğrultuda kalan miras iyi ise; inşa edilen asma köprünün temelleri de sağlamdır, ergen bu köprüden geçerken çok fazla sallanmadan yetişkinlik alanına geçebilir, sağlıklı, mutlu ve başarılı bir yaşamla kendi yoluna devam edebilir ve ileriki yetişkinlik hayatında kendisi de daha sağlam köprüler yapabilir. Kalan miras kötü ise; köprünün temelleri çürüktür, dolayısıyla ergen sağlıksız süreçlerle yetişkinlik dünyasına adım atar, umutsuzca yolunu aramaya başlar ve yetişkinliğinde kendisinin oluşturacağı köprü de çürük olur. Çocukların ve ergenlerin eğitimi bir bütün olarak değerlendirilmeli ve bütünün tüm parçaları ele alınmalıdır, cinsel eğitim süreçleri bütünün dışında bırakılarak yok sayılmamalı, cinselliğe yeteri kadar önem verilmeli ve ebeveynlerin çocuklarına sağlıklı bir miras bırakmaları sağlanmalıdır, aksi durumlarda oluşturulan köprülerin temelinde çatlakların oluşması kaçınılmazdır. Ergenlik döneminde göz ardı edilen cinsellik ve cinsel eğitim, ergenin yetişkinlik dönemine olumsuz giriş yapmasına sebebiyet verebilir. Toplumumuzda kız çocukları erkek çocuklara göre çok daha baskıcı bir yapıyla yetiştirilmektedir. Örneğin 3 yaşındaki bir erkek çocuk pipisini açtığı zaman anne babalar bununla övünürken, kız çocuğunun eteğinin açılması durumda ayıp, günah, yasak kavramlarıyla utandırma ve suçlama daha yaygındır. Bu bakış ne yazık ki kız çocuklarının kendi bedenlerine karşı olumsuz duygular geliştirmesine, suçluluk ve utanç duymalarına ve cinsel arzularının kendi hataları olduğuna yönelik olumsuz duygular beslemelerine neden olabilmektedir. Çocukluktan çıkan ve o güne kadar hep büyümeyi hayal eden genç kızlar, kalçalarının yuvarlaklaşamaya başlaması, memelerinin büyümesiyle birlikte değişen bedenleri ve değişen hormonsal yapıları hakkında yeterince bilgiye sahip değildirler. Bundan dolayı çocukluk dönemini geride bırakan genç kızların karışık duygular içerisine girmesi kaçınılmazdır. Ergenlik döneminde olan çoğu genç kız kendi vücutları hakkında bilgi sahibi değildir, bu nedenle de kendi vücutlarını incelemekten ve cinselliklerini keşfetmekten korkarlar. İşin daha üzücü tarafı ise; bu genç kızların henüz daha kendi vücutlarını tanımaya başlamadan ve ne istediklerini bilemeden cinsel tecrübe yaşamalarıdır ki, bu ileriki yaşamlarında cinsel işlev sorunları ile sıklıkla karşılaşmalarına sebep olabilmektedir. Ancak her şeye rağmen çatlaklarla oluşturulan köprüler aslında ergenlik döneminde onarılabilme özelliğine sahiptir.
Ebeveynler kız çocuklarını vücutları, cinsel gelişimleri ve karşı cins konusunda bilgilendirmelidir
Sevgili dostlarım...
Bayramlar, dargınlıkların unutulduğu, insanların barıştığı, kardeşçe kucaklaştığı, milli ve dini duyguların, inançların, örf ve adetlerin uygulandığı bir toplumda millet olma şuurunun şekillendiği, kuvvetlendiği çok özel zamanlardır. Ramazan ayı, insanları birbiriyle yakınlaştıran, kırgınlıkları bitiren, insanların yüzünü güldüren, gelenekleriyle yaşayan mübarek bir aydır. Ancak hem güzel yurdumuzda hem de dünyada meydana gelen acı olaylar sonucunda, birçok insan yaralandı, sakatlandı ve hayatını kaybetti. Pek çok insan ise bir yakınını ya da ailesini kaybederek ortada kaldı. Yüreklerin yaralı, kulakların sağır ve havanın kurşun gibi ağır olduğu, harflerin tutuştuğu, kelimelerin eridiği, dinleyecek ve anlayacak kulakların sağır olduğu zor zamanlardan geçiyoruz. Bu nedenle, anlatılması gereken doğruların duyurulması için bağırmalı, yapılacak doğru işler için çağırmalıyız. Her şeye rağmen sağduyuya ve hoşgörüye, birlik ve beraberliğe, farklılıkları ve tercihlere saygı duymaya, inatlaşmadan uzlaşmaya, koşulsuz sevgiye ve saygıya ihtiyacımız olduğunu asla unutmamalıyız. Bu yüzden, Ramazan Bayramı’nı anlam ve önemine uygun olarak kutlamalıyız. Bayram günlerinin kazandırdığı birlik ve dayanışma alışkanlıklarıyla, başta aile hayatımız olmak üzere, tüm yaşamımızda iyiye ve güzele yönelmeli, öfkeden uzak durup, Hz. Muhammed’in şu sözlerini hep hatırlamalıyız: “Hayatta üç şey kişinin özüne zarar verir; öfke, açgözlülük ve kibir.”
İNSANLAR BİRBİRLERİNE YAKINLAŞMALI
Birlik ve dayanışmanın pekiştiği, insanlarımızı birbirine daha çok yakınlaştıran, günlük kaygı ve sıkıntılardan uzaklaştıran, yardımlaşmaların arttığı, barış, kardeşlik ve hoşgörünün yaşanmasına vesile olan bayramlar, geleceğe olan güvenimizi tazeleyen çok özel günlerdir. Bu nedenle, Ramazan Bayramı’nı sadece kendimiz ve çevremizle yaşamayalım. Şehit ailelerimize ve gazilerimize, yoksullara, öksüz ve yetimlere, düşkün ve yaşlılara, huzurevi sakinlerine, engellilere, sokak çocuklarına, öğrencilere, gurbettekilere, hastalara ve ilgiye muhtaç herkese Ramazan Bayramı’nı yaşamanın ve yaşatmanın küçük bir fırsatını sunalım. Onları görelim, onları anlayalım ve onlarla sevgimizi verelim ve onlarla paylaşacak bir şeyler bulalım. Çünkü bugün Bayram! Mübarek Ramazan Bayramı... Bugün birlik ve beraberliğimizin temel unsurlarından biri olan Ramazan Bayramı’nı hep birlikte karşılamanın mutluluğunun yaşanması gereken bir gün... Bugün tüm insanların birbirlerine daha çok yakınlaşması, neşe ve mutluluk denizinde yüzmesi, dargınlıkların ortadan kalkması, kardeşlik ve dostluk duygularının daha da kuvvetlenmesi gereken bir gün… Bugün sevinç günü, kederleri bir yana bırakıp mutlu olma günü... Bugün hoşgörü günü...
HOŞGÖRÜNÜN HÂKİM KILINMASI GEREKİYOR
Sağlıklı ve erdemli bir insan davranışı olan hoşgörü; tahammül etme, katlanma, başkalarını eylem ve yargılarında serbest bırakma, farklılıklara saygı duyma, çoğunluğun görüş biçimine aykırı düşen görüşlere sabırla ve anlayışla katlanabilme demektir. Ayrıca beşeri münasebetlerin temeli olan hoşgörü; kendini ifade etme hakkına saygı duyma, izin verme, aldırmama ve iyi karşılama anlamlarına da gelir. Evde, trafikte, sokakta, okulda, işyerinde, hayatın içinde, kısaca insanın olduğu her yerde hoşgörüye ve koşulsuz sevgiye ihtiyaç var... Çünkü hoşgörünün ve sevginin olmadığı yerde çatışma, bencillik, anlaşmazlık, güvensizlik, tartışma ve kavga gibi tüm olumsuzluklar yaşanır. Bu nedenle dostluğu ve sevgiyi, geleceği ve hüznü, acıyı ve yalnızlığı paylaştığımız; birlik ve beraberliğimizi, kardeşlik ve dostluğumuzu en sıcak şekilde hissedebileceğimiz ve hoşgörünün hâkim kılınması gereken Ramazan Bayramı’nın ülkemize huzur ve mutluluk getirmesini dilerim.
DÖRT TİPİ VAR...
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)'ne göre dört tür kadın sünneti yapılıyor. (1) En çok uygulanan birinci tipinde prepusla birlikte klitorisin bir kısmı veya tamamı kesiliyor. (2) İkinci tipinde klitoris ve prepus ile birlikte çevresindeki küçük (labia minör) ve bir kısım büyük dudaklar (labia majör) kesililiyor. (3) Üçüncü tipi Mısır firavunu Pharaoh'dan dolayı "Firavun Sünneti" olarak biliniyor ve klitoris ve prepus ile birlikte küçük ve büyük dudakların neredeyse tümü kesiliyor ve açık yaranın dış çeperleri biraraya getirilerek yara tümüyle dikiliyor, sadece idrar ve aybaşı kanamasının akabileceği ve ancak küçük parmak genişliğinde olan bir açıklık bırakılıyor. (4) Dördüncü tipinde ise kadınlığı ve dişiliği sembolize eden her yere küçük kesiler yapılıyor. Yani sembolik olarak klitoris ve vajina dudakları çiziliyor, klitoris dağlanıyor veya vajina genişletilecek şekilde kesiliyor veya bazı ilaçlarla daraltılıyor.
KADINI VE KADINLIĞI YOK SAYMAK VE AŞAĞILAMAK İÇİN YAPILIYOR...
Kadın sünneti, hem psikolojik hem cinsel anlamda hem de bedensel olarak kadının kendisini ve doğacak çocuklarının sağlığını olumsuz yönde etkiliyor. Afrika'nın "ilkel" geleneklerine göre klitoris kesimi kadının temizliği ve saf bir anne olabilmesi için gerekli... Bu nedenle sünnet olmamış bir kadının evlenmesi doğru karşılanmıyor. Çünkü cinsel zevki keşfeden bir kadının eşine sadık olamayacağına, "iyi, temiz ve saf" bir anne olamayacağına inanıyorlar. Kadın sünneti, İslam dininde dini vecibeler arasında yer almıyor ama buna rağmen kadını ve kadınlığı yok sayan ve aşağılayan birçok dini lider tarafından kadın sünneti zorla uygulatılabiliyor. Bu nedenle kadın sünnetini cinsel hakların ihlalinden önce insan hakları bağlamında ele almak ve çok ağır yasal yaptırımların gündeme getirilmesi gerekiyor..
Sağlıklı ve mutlu bir cinsel yaşam kadınların da hakkıdır
Ülkemizde kadınlarımızın çoğu çocukluk yaşlarından itibaren, cinselliğin çok büyük bir ayıp, yasak ve günah kabul edildiği bir aile ve toplumsal ortamda büyüyor ve yaşıyor. Bu nedenle kızlık zarı ve bekârete aşırı bir önem veriliyor, kadın bedeninin ve bekâretinin korunması gereken en önemli husus olduğu vurgulanıyor, aşırı toplumsal ve ahlaki baskılar nedeniyle cinsel dürtüler konusunda aşırı koruyucu ve kollayıcı olunması gerektiği savunuluyor, küçük yaşta evlilikler yapılıyor, ilk gece ile ilgili abartılı ve yanlış inanışlar bir gerçekmiş gibi algılanıyor ve çevreden anlatılan yanlış bilgiler nedeniyle kadınlarımız çoğu kez cinsel yaşamdan uzak yetiştiriliyor. Ayrıca cinsel eğitimin verilmediği bir ortamda kadınlara yüklenen cinsel obje imajı, hali hazırda cinsel konularda kapalı birer kutu olan kadınlarımızı cinselliği doğal akışı içinde keşfetme şansından da mahrum ediyor. Tüm bu olumsuz koşullara bir de son dönemlerde medyada sıkça rastladığımız fiziksel şiddete maruz kalınması eklendiğinde, kadınlarımızda cinsel işlev bozukluklarının sıkça görülmesine hiç de şaşırtıcı olmamaktadır. Ülkemizde kadınlarımızın yaklaşık %80’ninde cinsel işlev bozukluğu görülmektedir. Eşinden veya partnerinden kötü muamele, fiziksel şiddet gören, ilişkisinin cinsellik dışındaki alanlarında paylaşım hissetmeyen, cinsel ve duygusal ilişki ile ilgili beklentileri karşılanmayan kadınlarda cinsel isteksizliğe, cinsel tiksinti bozukluğuna, ağrılı cinsel ilişki olarak tanımlanan disparoniye, sekonder vajinismusa, orgazm olamamaya ve cinsel uyarılma bozukluklarına sıkça rastlanmaktadır. Şiddet uygulanan kadın, psikolojik olarak hasar görür, kendine olan güveni sarsılır ve özgüvenini kaybeder. Bu nedenle cinsel uyarılma yaşayamayan kadın cinselliği haz almadan yaşar, ağrı duyar, yeterince uyarılamaz ve orgazm olamaz. Cinselliği istedikleri bir şey olarak değil, “kadınlık görevi” olarak algılayan ve fiziksel şiddet gördükleri halde evliliklerini devam ettirmek için kendilerini eşleriyle cinsel ilişki kurmak zorunda hisseden kadınların mutlu ve sağlıklı bir cinsellik yaşamaları mümkün değildir.
Kadınların canı ve yüreği acıyor
Son 3 yıldır yaptığımız saha araştırmaları ve anket çalışmaları sonucunda kadınlarımızın yarısının fiziksel şiddete maruz kaldığını tespit ettik. Kadınlarımızın birçoğunun tokatlama, yumruk atma, tekmeleme ve itip kakmayı fiziksel şiddet olarak sınıflandırmadığını fark ettik. En üzücü olanı da “dayak cennetten çıkmadır, dayağı yiyen, dayağı hak eder” mantığının genel bir kabul olarak zihinlere yerleşmiş olmasıdır. Sebebi her ne olursa olsun kadına şiddet son bulmalı, anaokulundan itibaren cinsel eğitim verilmeli, evlenmeden önce anne-baba ve eş eğitimleri zorunlu hale getirilmeli, kadına yönelik şiddet konusundaki cezai yaptırımlar artırılmalı ve sosyo-kültürel çalışmalara ağırlık verilmelidir. Çünkü kadınlar sevilmek ister, dövülmeyi ve aşağılanmayı değil. Ancak bu şekilde bir kadınlar, kendilerini tekrar cazip, değerli ve beğenilir olarak görebilirler. Son olarak insanlar öfkelenebilir fakat önemli olan öfkenin şiddete dönüşmeden ifade edilebilmesidir. Şiddet yalnızca şiddet gören kişiyi değil, tanık olan kişilerin psikolojik durumlarını, özellikle çocukların psikososyal gelişimini de çok olumsuz etkilemektedir. Fiziksel şiddete maruz kalan kadınlarda pek çok ruhsal ve bedensel hastalık zamanla ortaya çıkmakta ve aile hayatımızın temel direği olan kadınlarımız mutsuz bir nesil yetiştirmek zorunda bırakılmaktadır. Bu nedenle kadınlara uygulanan şiddet sadece cinsel sorunlara yol açmıyor, toplum ruh sağlığını da tehdit ediyor.
Sünnet 3 yaş öncesi veya 6 yaş sonrası yapılmalıdır
Sünnet sadece dinsel bir tören değil aynı zamanda psikoseksüel bir süreçtir. Sünnetin yapılacağı yaşla ilgili alınacak yanlış bir karar çocuğun gelecekteki kişiliğinde, cinsel yaşamında ve cinsel kimlik gelişiminde ciddi bir travma etkisi yapabilir. Hem kız hem de erkek çocuklar için psikoseksüel gelişimin gerçekleştiği ve çevreden gelecek olan travmalara en çok açık olunan yaş aralığı 3–6 yaştır. Çocuğun somut olarak cinselliğin farkına vardığı 3–6 yaş arası ödipal döneme denk gelmektedir. Bu dönemde erkek çocuk bir yandan kendi cinsinden olan ebeveyniyle kendi cinsine ait kimlik özelliklerini oluştururken, bir yandan da kendisinin ve karşı cinsin cinsel organını tanımaya yönelik keşifler yapar. Kız çocuğunda penisin olmadığını keşfeden erkek çocuk, annesine olan düşkünlüğü nedeniyle en büyük rakibi olan babasının kendisine kızacağını ve cezalandıracağını ve bu nedenle penisini yitireceğini zanneder. 3–6 yaş dönemi beden bütünlüğünün önem kazandığı, en küçük yaralanmaların bile korku ve büyük endişelerle karşılandığı bir dönemdir. Penisin amcalara gösterilmesinin istenmesi, bu organın toplumda ne kadar önemsendiğini vurgularken, bir yandan “penisin kesileceği, koparılacağı”, hatta “yenileceği” şeklinde yapılan şakalar çocuğun penisi kaybetme korkusunu uç boyutlara vardırabilir. Böyle bir süreç içerisindeki çocuğu sünnet ettirmek, tüm bu korkularının bir anlamda gerçek olduğunu ona dolaylı yoldan göstermektir. Bu nedenle 3–6 yaş dönemi sünnet için uygun bir dönem değildir. Sünnet için 3 yaş öncesi ya da 6 yaş sonrası daha uygundur.
Sünnet oldubittiye getirilmemelidir
İster yetişkin olalım isterse çocuk, bilmediğimiz, daha önce tecrübe etmediğimiz şeylerden kaçınır ve korkarız. Bu bağlamda çocuk da o güne kadar sadece çevresinin anlatımıyla bildiği sünneti kendi bakış açısı ile değerlendirmekte ve kendi dünyasında bir yetişkininkinden çok daha farklı şeyler yaşamaktadır. Sünnet, yaşı ne olursa olsun, çocuğun dünyasında bedenine yönelik kendi kontrolü dışında maruz kalınmış bir saldırı olarak algılanabilir. Çocuğa sünnet işlemi ile ilgili onun anlayacağı bir dilde açıklama yapmak gerekmektedir. Bunun için de öncelikle sünnet işlemine neden gerek olduğu ve sağlığı açısından neleri kazanabileceği çocuğa anlatılmalıdır. Daha sonra önce güvendiği birilerinin daha sonra da doktorun yapılacak işlemi anlatması gerekmektedir. Bu nedenle tercihen babanın, öncelikle çocuğu korkutmadan bu işlemi anlatması, penisini kaybetmeyeceği, kendisinin de bu olayı yaşadığını vurgulaması çocuğun rahatlamasına neden olacaktır. Daha sonra sünneti yapacak olan hekimin, uyuşturma sürecinden başlayarak bütün süreci yaşına ve anlama düzeyine uygun olarak çocuğa anlatması gerekir. Yani “oldu da bitti maşallah” söylemi doğru değildir.6 yaşından sonra, ehliyetli bir kişi tarafından çocuğun hazırlandığı ve bilgilendirildiği bir sistemle yapılan sünnet, ruhsal açıdan büyük sorunlar oluşturmayacaktır. Birden fazla erkek çocuğu olan ailelerdeki çocuklar, sünnet için aynı anda uygun yaş döneminde değillerse ayrı ayrı zamanlarda sünnet ettirilmelidir. Sünnet töreni iki kardeş için ortak olarak yapılabilecekse büyük kardeşe diğerinin endişesini azaltmak gibi bir yük vermekten kaçınılmalıdır.
Sünnet düğüm’ümüz hayırlı olsun
Ülkemizde “
Erken evlilikler çiftin çocukluğundan, gençliğinden ve yaşamından çalınan bir takım özgürlükleri akla getirir
Toplum tarafından genellikle bir sorun olarak değerlendirilmeyen erken yaş evlilikleri sorunlu ailelerin artmasına neden oluyor. Ataerkil ve geleneksel toplum yapısı, erken yaşta evlilikleri normalleştirmiş ve meşrulaştırmıştır. Oysa erken yaşta yapılan evlilikler özellikle kız çocuklarının toplumdaki eşitsiz konumunu pekiştirmekte ve hayat tercihlerini azaltmaktadır. Ruhsal ve bedensel gelişimini henüz tamamlamamış, kendi yaşamının iplerini eline henüz alamamış, haklarını bilmeyen yüzlerce genç kız ya kendi istekleri ile ya da ailelerinin zorlaması ile evlenmektedir. Her ne kadar erken yaş evlilikler doğunun adetleri arasında yer alan bir husus ise de, bazen batı toplumunda da kişilerin kendi tercihleri doğrultusunda yapılmaktadır. Toplumun erken evlilik için nedenleri mevcuttur. Bazen yoksulluktan kurtulma isteği, bazen yalnızca bir aidiyet arayışı, bazen mevcut durumda kurtulup daha iyi görülene koşma, bazen köle gibi satılma, bazen “evde kalırsın, yaşın geçerse kimse seni almaz” gibi yüz yıl öncesinden getirilip halen terk edilemeyen baskılar, bazen bir aşk, bazen de kendini ifade etme isteği küçük yaşta evliliklerin nedenleri arasındadır. Batı bölgelerinde ise sıklıkla evliliği bir maharet, bir başarı veya bir yetişkinlik hareketi gibi algılayan ve birbirine âşık sevgililer sevgilerini yasaklar doğrultusunda yaşarken bunu meşrulaştırma isteği ile aynı doğu toplumundaki yaşıtları gibi ani ve özenti sahibi bir karar alabilmektedirler. Hatta bu doğrultuda batıda yaşayan birçok aile özellikle 13–15 yaş arasındaki kızlarının evliliklerine onay verilmediği için, baskıya maruz kalan genç kızların evden kaçma girişimleri söz konusu olabilmektedir. Bu durum genç yaşta yapılan evliliklerden bile daha kötü sonuçlara sebep olmaktadır. Özellikle kız çocuklarının biyolojik, psikolojik ve sosyal gelişimini tamamlamamış olmaları ve bununla birlikte erken evliliğin sonucu olarak meydana gelen bebek doğumları, bireyin yaşam evrelerini sağlıklı geçirip, sağlıklı bir kişilik yapısı geliştirmesini ve çözümleyici yaklaşımlar göstermesini engeller niteliktedir. Kendi ergenlik sorunlarını halletmeden önce ebeveyn olan bu tip ailelerin çocukları sorunlu kişilik yapısına sahip olabilmektedir. Toplum olarak ilerlemiş bir ülke, iyi koşullarda yaşamını sürdüren insanlar ve mutlu çocuklar beklentimiz iken, yaşanılan bu evliliklerle birlikte toplumun çekirdeğini oluşturan aile ve bireyleri sağlıksız kılınmaktadır. Bu noktada hem devletimize hem ruh sağlığı profesyonellere hem de ailelere çok fazla iş düşmektedir. Evliliğin nasıl bir düzen olduğuna, aile ortamının ne tür şartlara sahip olması gerektiğine ve diğer benzer durumlara açıklık getirilmesi gerekmektedir. Ebeveynlerin çeşitli eğitimlerle görsel ve işitsel medya kullanılarak erken yaşta evlilik, kadın hakları, çocuk hakları, aile içi şiddet gibi önemli konularda bilinçlendirilmeleri gerekmektedir. Aile planlaması hizmetlerinin yaygınlaştırılması, aile planlaması olgusunun topluma daha açıklayıcı bir şekilde yansıtılması, din görevlilerinin, günümüz koşullarında erken evliliğin sakıncalarını gerekli yerlerde gündeme getirerek vurgulaması önemli hususlardandır. 18 yaş altındaki evliliklerin yasalarla kesin bir şekilde engellenmesi, özellikle kız çocuklarının eğitime dâhil edilmesi, kadınların ekonomik anlamda özgürlüğünün sağlanması, kadınların iş kurma ve meslek edinmelerinin sağlanması, cinsel istismar, cinsiyet ayrımcılığı ve toplumsal halk sağlığı konularında toplumun bilinçlendirilmesi, ekonomik koşulların iyileştirilmesi gerekmektedir. Tüm bunlarla birlikte ayrıca evlenmeyi düşünen bireylerin de kendilerine şans vermesi ve ani kararlar almadan önce uzun bir süre birbirlerini tanımamaları gerekir. Unutulmamalıdır ki erken evlilikler o kişilerin çocukluğundan, gençliğinden ve yaşamından çalınan bir takım özgürlükleri akla getirir. Evlilik öncesi fiziksel tahlilleri zorunlu tutan devlet evlilik öncesi eğitimi şart koşmalıdır. Çünkü evlilik ile oluşturulan aileler ülke gelişimini sağlamaktadır. Aslında ne koşulda olursa olsun erken yaşta yapılan evliliklerin sonucu baştan bellidir. Bu evlilikler yeni neslin sağlıksız ve yetersiz bir şekilde gelişmesine neden olmaktadır.
Küçük yaşta yapılan evlilikler çift için bir travmadır
Zorla da olsa rızayla da olsa küçük yaşta evlilikler hem erkek hem kadın için bir travmadır. Henüz gelişimini tamamlamamış gençlerin evliliğin getirdiği ağır sorumlulukları yüklenmesi psikolojik travmaların ortaya çıkmasına neden olabilmektedir. Hem erkek çocuk için hem de kız çocuğu için evlilikten önce yaşanması ve deneyimler kazanılması gereken birçok olgu mevcuttur. Bu süreç tamamlanmadan yapılan erken evliliklerde pişmanlık, öfke, özlem, hayal kırıklığı gibi duygular yoğun bir şekilde yaşanmaktadır. Erken evliliklerde ortaya çıkan sorunlar arasında en çok depresyon, kaygı bozuklukları, fobik problemler, güven problemleri, sağlık ile ilgili problemler ve intihar girişimleri bulunmaktadır. Erken yaş evlilikler erken gebelik ve doğumlara yol açabilmektedir. Fiziksel gelişimini tamamlayamamış, ruhsal olgunlaşmasını tamamlayamamış gençler erkenden evlendiklerinde, gebelik ve doğumlarda anne veya çocuğun ölümüne, çocukların sağlıklı bir şekilde gelişimlerini tamamlayamamalarına neden olabilmektedirler. Ayrıca, erken yaş evliliklerinde aile içi sorunlar daha fazla görülmekte, çocuk bakımı ve çocuğu büyütme noktasında çift yeterli bir olgunlukta olamadığından ciddi sorunlar yaşamaktadırlar. Aile içi şiddet ve evlilikten mutlu olamamaları, kadında ve erkekte psikolojik sorunların görülmesine yol açabilmektedir. Bu tür evlilikler kadın için katlanılması gereken bir durum, erkek içinse mutluluğu dışarıda aramak için bir bahane olabilmektedir. Genç karı koca arasındaki sorunlar ailelerini de etkilemekte, aile ve eşler arasında kavgalara, kıskançlıklara, şiddete neden olmaktadır. Bu durum yıpranmış ailelere, mutsuz çiftlere, ortada kalmış ve psikolojik sorunlarla büyüyen çocuklara yol açmaktadır.
Kadınlara yönelik şiddet, erkek egemen toplumun bir yenilgisidir
Türkiye’nin kadına karşı şiddet ve ayrımcılığı bitirmek için yasal çalışmalar yaptığı, polislere kadına karşı ayrımcılık ve şiddet için eğitim verildiği dönemde Milli Eğitim Bakanlığı’nın ilköğretimde okutulan Vatandaşlık ve Demokrasi dersi müfredatında yaptığı düzenlemeler dikkat çekti. Eski programın “Hak ve Özgürlüklerimiz” başlıklı 3. ünitesinde yer alan ve öğrencilere aktarılması istenilen “BM Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi” yeni programda yer bulamadı. Eski programda öğrencilerden sözleşmelerin maddelerinin kâğıtlara yazılarak öğrencilere dağıtılması ve öğrencilerin bu hakları anlatmaları isteniyordu. Öğrenciler yeni dönemde benzeri etkinlikleri yapamayacak. Bu etkinliklerin artık yapılmayacak olması ve yeni uygulamalar kadına yönelik şiddeti yeniden tartışmamıza yol açtı. Kadının enerjisini tüketen, fiziksel sağlığını tehlikeye atan ve özsaygısını ortadan kaldıran şiddet olayları sadece bir sonuçtur. Bu sonuca yol açan nedenler üzerinde durulmadığı sürece kadına yönelik şiddeti ortadan kaldırmak mümkün olmayacaktır. Saldırgan kişiliklerin oluşmasında travmatik unsurlar, huzursuzluklar, parçalanmış aileler, aile bunalımları, kişilik bölünmesi ve paranoya önemlidir. Şiddetin temelinde anne, baba, çocuk, aile ilişkisi ve sosyal, kültürel ve ekonomik faktörler birliktedir. Saldırganlık ve şiddet, duygusal yükü fazla birtakım örnekler yolu ile öğrenilir. Evde ve okulda disiplini sağlamak üzere şiddet kullanımına tanık olan çocuk, yetişkinliğinde bunu sorun çözmede doğal bir seçenek olarak görmektedir. Toplumun da şiddeti bir sorun çözme yöntemi olarak benimsemesinin önemli rolü bulunmaktadır. Şiddet çoğunlukla cinsiyete dayalı sosyal normlardan kaynaklanmaktadır. Erkekler, kadınlar üzerindeki haklarının tehdit altında olduğunu düşündüklerinde ya da kadınların evdeki sorumluluklarını yerine getirmemeleri durumunda şiddete başvurmaktadırlar. Bir erkek eşinin rolüne uygun olarak davranmadığını, sınırlarının ötesine geçtiğini, haklarını savunduğunu anlarsa buna şiddetle karşılık verebilmektedir. Kocaya itaat etmemek, koca kendisine kızdığında cevap vermek, yemeği zamanında hazırlamamak, çocukla ya da evle yeterince ilgilenmemiş olmak, kocaya para ya da kız arkadaşlar konusunda sorular sormak, kocadan izin almadan bir yere gitmek, cinsel ilişkiyi reddetmek ya da sadakatinden şüphe etmek gibi davranışlar cinsiyet normlarını çiğnemek anlamına gelmekte ve erkeklerde şiddeti körüklemektedir. Şiddet vurma, tokatlama, tekme atma ve zorla cinsel ilişki gibi fiziksel saldırı; devamlı küçümseme, gözünü korkutma ve hakaret etme gibi psikolojik istismar şeklinde ortaya çıkabilmektedir. Kadını arkadaşlarından ve ailesinden ayırma, hareketlerini takip etme ve kaynaklara erişimini kısıtlama gibi kontrol etmeye yönelik davranışlar da söz konusu olabilmektedir. Kadınların istismar karşısındaki tepkileri çoğunlukla mevcut seçeneklerle sınırlı olmakta ve genellikle ilişkilerini devam ettirmektedirler. Eşinin ceza yemesi korkusu, başka geçim kaynağının olmayışı, çocuklar için endişelenme, duygusal bağımlılık, aile ve arkadaşların desteğinin bulunmayışı, durumun ileride değişeceğini ümit etmek, boşanırsa bunun kabul gören bir şey olmadığını bilmek, reddedilme ve toplumun lekelemesi korkusu kadının yardım talep etmesini önlemektedir. Fiziksel veya cinsel bir istismarın mevcut olduğu bir ilişkiye son vermek ise bir süreci gerektirmektedir. Bu çoğunlukla önce inkâr, kendini suçlama ve tahammül dönemlerini içermektedir. Daha sonra partnerle ilgiyi kesme ve kendine gelme dönemi gelmektedir. Son aşamada ise kesin karar verilmekte ancak ülkemizde yaşayan kadınlar için bu karar ne yazık ki can güvenliğini dahi tehdit etmektedir. Kadının ayrıldıktan hemen sonra cinayete kurban gitme riski en fazladır. Toplumumuz kadınları bir yandan ana olarak kutsarken diğer yandan rahatça dövülmelerine hatta öldürülmelerine duyarsız kalmaktadır. Gelecek nesiller üzerinde etkin rolü olan kadına yüklenilen bu olumsuzluk kadının öz saygısının, değerlilik duygusunun yitirilmesine, güven duygularının olmamasına, kendi cinsini değersiz görmesine, toplumun ön gördüğü role yönelik kızgınlık geliştirmesine neden olabilecektir. Böylece kadınlar kendilerini yalnız, anlaşılmaz, mutsuz hissedecektir. Mutsuz ve yalnız olan kadının ise bir çocuğu sağlıklı süreçlerle büyütebilmesi mümkün olmayacak, erkekleri düşman, uzak durulması gerekilen kişiler olarak görecektir. Uygarlığımızın gelişebilmesi için kadına yönelik şiddeti tüm boyutları ile ele alıp çözüm yollarına gitmemiz gerekmektedir. Bu nedenle kadınlara yönelik şiddet, erkek egemen toplumun bir yenilgisidir.
Cinsiyet ayrımcılığını reddeden bir anlayış geliştirilmedikçe, kadınlara yönelik şiddet bitmeyecektir
Kadınlara karşı şiddeti sadece kadının yasal haklarını teminat altına alarak ve istismarcıları cezalandırarak ortadan kaldırmak mümkün değildir. Yasal düzenlemeler önemli ve gereklidir ancak yasalarla sınırlı kalmak bataklığı kurutmadan sivrisinekleri öldürmeye çalışmak gibidir. Bataklığı kurutabilmek emek isteyen, çaba isteyen, toplumun bütün katmanlarını içine alan uzun vadeli stratejilerin oluşturulmasını gerektirmektedir. Kadına yönelik şiddeti doğuran temel unsurun cinsiyet ayrımcılığı olduğu gerçeği göz önünde tutulmalıdır. Eğitim ve öğretimin ilk evrelerinden itibaren her düzeyde toplumsal cinsiyet ayrımcılığını ortadan kaldırmaya yönelik programlar düzenlenmeli, medyanın bu konudaki farkındalığı ve etkinliği arttırılmalı, toplumsal bilinç düzeyi geliştirilmelidir. Anasınıflarından başlayarak toplumsal cinsiyet ve kadın sorunlarına duyarlı eğitim programları desteklenmeli, her iki cinsin de benimseyeceği ve içselleştireceği uygulamalar ortaya konmalıdır. İstismarcı davranışlara dayanak oluşturan inanç ve tutumlar üzerinde durulmalıdır. Kişiler, insanlar arası ilişkiler konusunda eğitilmeli, toplum kadın erkek eşitliği konusunda bilinçlendirilmeli, kadına saygı kavramı işlenmelidir. Ayrıca dayak yemiş kadınlara sığınacak yerler ve kriz anlarında yardım sağlanmalı, danışmanlık hizmetleri verilmeli, saldırgan erkekler tedavi görmeye teşvik edilmelidir. Kadına karşı şiddetin tepki duyulması gereken bir boyut kazanması, kadınlar ancak toplumun eşit statüdeki üyeleri olarak yerlerini kazandıklarında mümkün olacaktır. Sonuç olarak, cinsiyet ayrımcılığını reddeden bir anlayış geliştirilmedikçe, kadınlara yönelik şiddet bitmeyecektir.