Ben onları yolda, çarşıda, pazarda, sağda-solda sık sık görürüm. Sıvışıp yan çizerken, kendi kendime “kaç, mayın...” derim.
Birisi trafikte tam yanımda durdu.
Göz göze geldik, bir kaşı havada, anladım; mayın...
Sol elini camdan sarkıtmış, arabasının kapısına pat pat vuruyordu... Işık yanmadan arabasını bir-iki zıplattı.
Patladı patlayacak...
Yine dönüp bana baktı mayın, gözlerimi kaçırdım. Arabamın tavanındaki tozu elimle siliyormuş gibi yaptım, halbuki orada toz yoktu...
Yine zıplattı arabasını...
(.......)
Bu iyi bir şey...
Aksilik ben çok dans bilmem. Yoksa her çeşitten canlı ortasında durmadan dans edecektim ve muhterem karım evin ortasında “iki ileri, bir geri, yarım sağa” dans etmekte olan bendenize soracaktı:
“Yine ne gördün?..”
“Kedi geçti?..”
“Deminki neydi?..”
“Kuş...”
Kediler, köpekler, kirpiler, kelebek, çekirge...
*
Sakarya adliyesinden çıkan Namık söylene söylene işe koyuldu, kimsesiz yedi köpeğe bakmaya başladı.
Önceleri bunu laf olsun diye yaptı, kaytardı, köpekleri unuttu kimi zaman, kimi zaman kahvede lafa dalıp onlara su bile vermedi.
Bir zaman sonra köpeklerin yemek zamanı için saatine bakmaya başladı. Oyununu-arkadaşlarını bırakıp onların karnını doyurmaya gitti...
Birisi eksik olduğunda telaşlandı.
Birisi hastalandığında canı sıkıldı.
Çoğu zaman köpeklerden söz ederken gözlerinin içi parladı...
Ve kahveye onlarla gelmeye başladı, önde Namık, arkasında yedi köpek...
(.......)
O “Adı domates” dedi...
“Nereden getirdin?..”
“Frenk tarafından...”
Domatesi çok sevdiler, domatesli kebaplar yaptılar, domatesli pilavlar pişirdiler...
Osman benim baş küfürbazım... Bütün küfürbazlarımın en iyi, bence en içteni, en söz sahibi olanı ve küfürbazlarımın başta geleni...
Tabii ki yüzünü hiç görmedim, sesini duymadım. Bir yerde karşılaşsak tanımam olası değil. Sadece küfür dolu mesajlarından tanırım onu.
Çok kibardır Osman...
Bana attığı her küfür dolu mesaj “Saygılar sunarım” diye biter. Küfür sözcüklerinden önce de “Kusura bakmayın...” der:
“Kusura bakmayın ama, ben sizin taaaa...”
Anlayışlıdır da...
Bu köşede “Osman” denildiğinde, bunun kendisi olduğunu hemen anlar “Yine beni yazmışsın ama, ben de senin...” diye yanıt verir.
Vefalıdır...
Ben onu çok sevmiştim.
Büyüyünce onun aslında anneannem olmadığını, Ermeni kızı olduğunu, tüm ailesinin öldürüldüğünü, Gümüşhane tarafından canını kurtarıp geldiğini ve dedemin ikinci karısı olduğunu öğrendim...
Gözlerindeki o hüzün ve acı hiç geçmedi...
Adını değiştirip “Ümmühan” yapmışlardı...
Fark etmez, o benim anneannemdi.
*
Yıllar geçti aradan, bir adam tanıdım, bir elinin üç parmağı sakattı.
Çok yakışıklı, tertemiz giyimli, artık çalamadığı bir kemanı olan, ahşapla uğraşmayı seven, eski bir mimardı. 6-7 Eylül olaylarında İstanbul’daki ofisi basılmış, eli sakatlanmış, o da Ankara’ya gelerek bir elçilikte çalışmaya başlamıştı.
Benim okurlarım her zaman haklıdır, şöyle dedim kendi kendime:
“Eşeklik ettin...”
Yani “eşeklik” eşeklere özgü değil.
Neyse bu açıdan “kim aslında kimdir”in içinden çıkamayız. Nitekim Başbakan da şaşırıp “...eşek ölür kalır eseri” demiştir.
*
Bu dünyayı böyle çekilmez, sevimsiz, kirli, zevksiz, çirkin yapan elbette eşekler değildir.
CHP İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin, kara çarşaftan sonra bir muhteşem açılım daha yaparak, yine ağzını açtı; İstanbul’da imara aykırı ve ruhsatsız yapıların belli bir harç karşılığında affedilmesini... Böylece toplanacak 10 milyar dolar ile de IMF’ye gerek kalmayacağını söyledi. Ve bu konuda, İstanbul Belediye Meclisi’nde AKP’ye destek vereceklerini sözlerine ekledi...
Kentlerin avantacılar-beleşçiler tarafından böyle yağmalanmasının tek nedeni vardır;