Paylaş
◊ “The Queen’s Gambit”te de, “Last Night in Soho”da da karakteriniz bir “ait olma mücadelesi” içinde. Siz de rekabetin yüksek olduğu bir sektörün parçasısınız. Peki sizin kendi mücadeleleriniz neler?
Anya Taylor-Joy: Ait olma mücadelesi, hepimizin belli bir noktada yaşadığı bir şey. Çocukluğumuzda okula başlarken ya da yeni bir çalışma ortamına girerken hepimiz bir noktada bu hissi yaşıyoruz. O yüzden bu çok evrensel bir konu. Mücadeleme gelirsem... Filmdeki karakterim Sandie’nin açlığıyla kesinlikle bağlantı kurduğumu söyleyebilirim. Onun bu dünyanın bir parçası olmak istemesiyle. Çünkü ben de film endüstrisinde kimseyi tanımıyordum ama bu dünyanın bir parçası olmak istediğimi biliyordum. Bir nevi kendi yolumu arıyordum ve okuduğum her şey aradığımın doğru zamanda, doğru yerde olacağını söylüyordu. İşte şimdi doğru yerdeyim.
◊ “The Queen’s Gambit” dizisi sizi yıldız yaptı diyebiliriz. Öyle büyük ses getiren bir işten sonra proje seçmek zor oldu mu?
- Bilmiyorum, üzerinde çalıştığım her şeyde kendimi çok şanslı hissediyorum. Her gün yaptığım işe daha çok âşık oluyorum. Önemli olan da bu. İş için buradayım. Başarı harika tabii ki. Ama günün sonunda yapmayı en sevdiğim şey; her gün kalkıp işe gitmek. Bunu yapmaya devam edebilmek ve şu anda bu projede birlikte çalıştığım insanlar gibi harika yetenekli insanlarla çalışma şansını elde etmek. Kendimi inanılmaz ayrıcalıklı hissediyorum.
SANDIE İÇİN BİR PLAYLIST HAZIRLADIM
◊ Filmdeki müzikler harika bu arada. 60’lı yılların müziği...
- Gerçekten âşık olduğum ilk müzik, 60’lı yılların müziğiydi. Bu nedenle filmde müziklerle aram muhteşemdi. Oynadığım karakterler için playlist hazırlamayı seviyorum. Sandie için de 16 yaşımdayken dinlediğim müziklerden oluşan bir playlist hazırladım. Müzikle birlikte oynamak harika. Müzik, filmi gerçekten görselleştirmenizi sağlıyor.
◊ 60’ların müziğini seviyorsunuz, peki kıyafetler?
- O dönemin kıyafetleri çok eğlenceli. Kıyafetler karakteri nasıl ifade ettiğiniz hakkında çok şey anlatıyor. Filmde çevremdeki beylerin çok ama çok iyi giyindiğini söylemeliyim. 60’larda değildik ama yine de kusursuz bir şekilde o yıllardaymış gibi takıldık.
Edgar beni cesaretlendirdi
◊ Daha önce müzik alanında bir deneyiminiz var mıydı? Şarkı söylediniz mi hiç?
Anya Taylor-Joy: Hep kendim için şarkı söyledim. Duşta mesela. Sahnede hiç söylemedim. Oldukça korkutucuydu. Heyecanlıydım ama Edgar inanılmaz derecede destekleyici bir yönetmen. Beni cesaretlendirdi.
60’lar saplantım var
Last Night in Soho’da harika müziklerin yanında filmin koreografisi de ilgimi çekti. Koreografi derken danstan bahsetmiyorum; filmin temposu ve sahneleri kastediyorum...
Edgar Wright: Ryan Heffington ile son filmim “Baby Driver”da çekimler boyunca sürekli bir koreografım vardı. Aynı şeyi “Last Night in Soho”da da yaptım. Jen White adında harika bir koreografımız vardı. Koreografi, dans sekanslarının ötesinde bir şey. Tüm filmin, dans olmayan sahnelerin bile rüya gibi ve dans gibi hissedilmesini istedim. Açıkçası her film tüm departmanların ortak ürünüdür. Sette bir koreografın olması ve herkesin birlikte çalışması önemliydi. Cafe De Paris’in lobisinde Anya’yı ilk kez gördüğünüz sahne mesela. Orada yeşil ekran yok, hareket kontrolü yok, gerçekten oluyor. Thomasin Mckenzie merdivenlerden aşağı iniyor ve sonra James Phelps (Maitre D’yi oynuyor) kameranın önüne geçiyor ve bir ayna Anya ve James Phelps’in ikiz kardeşi Oliver Phelps’i ortaya çıkarmak için geri geliyor. Bunların hepsi koreografiye sahip sahneler. Bu yüzden çok prova yaptık.
“Last Night in Soho” (Dün Gece Soho’da), moda tasarımı tutkunu Eloise’in (Thomasin McKenzie) kendini bir anda 1960’ların Londra’sında bularak müzik piyasasında yükselmeye çalışan Sandy (Anya Taylor-Joy) ile karşılaşması sonucu gelişen olayları konu ediniyor.
◊ Filmin türünü anlatır mısınız?
- Yazmaya veya fikri tasarlamaya başlamadan önce, özlediğim filmleri ve türleri düşünmeye başlarım. İşlerini sevdiğim pek çok yönetmen ve tür var. Gerçi onlarla kendimi aynı parantez içinde çizmiyorum. Sadece sevdiğim filmlerden bahsediyorum. Michael Powell veya Alfred Hitchcock gibi yönetmenlerin taptığım psikolojik gerilim filmleri var. Ve sanırım bu tarzın bir çeşit Londra versiyonunu yapmak istedim. Bu bir tür saplantıydı, Londra’nın merkezinde bir film yapmak istedim. Yaşadığım 25 yılda Londra’da birçok film çekildiğine şahit oldum ama hiçbiri Londra’nın merkezinde ya da Soho’da çekilmiyordu.
Ayrıca “Shaun of the Dead” 2004 yılında yaptığım korku komedi filmi. Ama her zaman daha ciddi bir şey geliştirmek istedim. Sanırım beni rahatsız eden kısmı gerçekten içime sinen bir konu bulmaktı. Bazı yönlerden korkutan bir şeyler olmalıydı. Sanırım bu yüzden, fikri düşünmekten yazıp yapmaya geçmem 10 yılımı aldı.
LONDRA’DAKİ HER ODADA BİRİLERİ ÖLMÜŞTÜR
◊ Neden 1960’lar? Nasıl karar verdiniz döneme?
- 60’lar saplantım, ailemin plak koleksiyonuyla başladı. 1964’te başlayan ve 1970 yılında abim doğana kadar devam eden bir koleksiyondu. 60’larda yaşayan insanlarla konuştuğunuzda, onların 60’lar hakkındaki hikayelerinin gerçekten belirsiz olduğunu fark ediyorsunuz. Benim ailemin hikayeleri de sinir bozucu bir şekilde belirsizdi. Anne ve babamın 60’larla ilgili tek hikayesi, Jimi Hendrix’i görüp görmedikleri konusundaydı. Babam Jimi Hendrix’i gördüklerini söylerdi. Annem de “Hayır, Jimi Hendrix’i görmedik. Pink Floyd’u gördük” derdi. Bu onların 60’lı yıllarının hikayelerinin tek boyutuydu. Aslında benimki, biraz da daha fazlasını öğrenme çabasıydı.
60’larda büyük şehre gelip başarılı olmak isteme cesaretine sahip olan kadınlar hakkında bir sürü drama vardı. Bu da fikrin bir parçasıydı. 60’lara geri dönmek isteyen bir karakteriniz olsaydı, sonra gidince aslında düşündüğü gibi çekici olmayan bir hikaye yaşasaydı gibi...
◊ Geçmiş nedense romantik ve baştan çıkarıcı görünür, değil mi?
- Filmde Diana Rigg’in söylediği bir cümle var: “Londra’daki her odada birileri ölmüştür.” Buna ben de inanıyorum. Diana da ben de Soho’da yaşadık ve orada çalıştık. Ve o binalar 400 yaşında. Bazı insanlar şehirde dolaşıyor ama geçmişi hiç düşünmüyor. İkimizin de bir odada oturup “Acaba bu duvarlar ne gördü?” diye düşünmek gibi aşırı aktif bir hayal gücümüz var.
◊ Filmde mizah da var. Neden bir parça da olsa filmin mizaha ihtiyacı olduğunu düşündünüz?
- Biraz karanlık gülüşler var ve sonra birkaç dakika rahatlama. Bence filmde oldukça doğal bir mizah var. Sanırım o rahat anlar yazım aşamasında bana doğal olarak geliyor ve ekliyorum.
Filmden önce şarkıları belirlerim
◊ Filmin en önemli yönlerinden biri de müzikleri. Nasıl seçtiniz müzikleri?
Edgar Wright: Pek çok durumda ilk fikre sahip olduğum, yani aklıma gelen ilk şey müziktir. Diyelim hikaye için bir fikrim var. Bazı insanlar post-it notları alır müzikler için. Ben önce filmin müziklerini, şarkılarını belirlemeye başlarım. Böylelikle şarkılardan birini duyduğumda, “Last Night in Soho”yu yapmam gerektiğini hatırlarım. Şarkıyı duyduğum anda sahneyi düşünmeye başlarım. Bende müzikler böyle ortaya çıkıyor. Filmden önce. Şarkılar çok zamansız ve güzel. Tüm film boyunca onlarla birlikte yaşayabilmek de çok güzel. Bu arada gerçekten çok sevdiğiniz şarkıları seçmelisiniz, çünkü onları çekim boyunca 600 kez duyacaksınız.
Paylaş