İçgüdüsel olsa gerek... Gözümüz hep uzaklarda bizim. Ateşli bir gitmek arzusu var içimizde. Ara sıra peydahlanan ama hiçbir zaman tükenmeyen... Keşfetme merakı ve macera tutkumuzu dindirmek için turistik amaçla gittiğimiz uzak yerler başkaca diyarlar var elbette... Merakımızı giderdikten sonra evimize dönüp hayatımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz... Ceketimizi alıp evden çıktığımız, dönmemek üzere gittiğimiz, bilinmez uzaklarımız da yok mudur? İçimiz sıkıldığında, hüzün bastığında, anlaşılamadığımızı düşündüğümüzde, hayata küstüğümüzde, yalnız kalmak istediğimizde ne yapıyoruz? Her şeyi, herkesi bırakıp gitme arzusuyla aklımıza ilk gelen yer değil midir, uzaklar? Uzaklar derken; sadece uzaklaşmak değil kastım, derenin öte yakası ya da şu ilerdeki tepenin ardından bahsetmiyorum... Herkesin kendine göre bir nevi uzakları vardır mutlaka... Düşlediğimizde çoğunlukla huzur ve dinginlik veren cinsten uzaklar... Hani deriz ya “Çook çok uzaklar” evet, işte tam da oralar... Uzak masalsı şehirler, devasa okyanuslar, uçan halıya binerek varılan gizemli ülkeler, astral seyahatle gidilen dünyalar ve hatta başka evrenlerde gözümüz. Ailemizi, dostlarımızı ya da sevdalımızı; genelde fark etmiyor ama gönül koyduklarımızı cezalandırmanın bir yöntemi, belki de en etkili yolu... Uzaklaşmak. Uzaklaşınca rahatlıyoruz bir nebze. Hangi hayat doğru, eskisi mi yenisi mi? Emin olamıyoruz sonra da... Araf’ta kalıyoruz... Ve uzaklara gitmek arzusu yeniden peydahlanıyor...
‘NOVAVERA’YLA ŞAHANE BİR AKŞAM YEMEĞİ
Geçtiğimiz cuma akşamı Wyndham Ankara No:4 Restoran’da, al yanaklı nefis bir hanımefendiyle, güncel tabirle “Date”im (Randevu) vardı. Birkaç yıl önce tesadüfen görmüş ve çok sevmiştim. İsmini unutsam da yüzünün berraklığı, saçlarının şekli, giysilerinin renkleri hep aklımdaydı. Bir daha karşılaşabileceğim aklımda yokken ortak arkadaşımız sevgili Elif Erol yeniden tanıştırdı. Böylesi güzel bir hanımla “Date” yapmayalı epey olmuştu o yüzden heyecanım had safhadaydı. Adı “Nova Vera”ymış... Etkileyici ismi olduğunu fısıldadım kulağına, gülümsedi. Türkçe anlamı “Yeni Bahar” olan adını da çağrıştıran baharı ve buram buram taze çimen kokuyordu, mest oldum. Yediğim yemeklere yansıttığı lezzetini algılamak zor olmadı, tadı damağımda kaldı. Tahmin edemediyseniz ben itiraf ediyorum. Markanın kurucusu Bahar Alan’ın kendi ismini verdiği, ressam Hülya Özdemir’in fırçasıyla mitolojik vasıflarda bir kadının ruhuna bürünmüş Ayvalıklı şahane bir zeytinyağından bahsediyorum. Kalabalık bir masamız vardı ve sadece benim değil, yemeğe katılan diğer kıymetli misafirlerin de Nova Vera’ya hayranlığı yüzlerinden okunuyordu. Doyamadık birbirimize... Yakın zamanda İncek’teki “Müze Evliyagil”de “Date” için bir daha sözleştik.
KOKULU AŞK
Geçtiğimiz haziran ayında yayınlanan kitabım “Aşk Pişirmek”de “Kokulu Aşk” adıyla yazdığım öyküde geçen kokulu çöreğin, öyküyü okuyanların iştahını kabartması durumu hoşuma gidiyordu elbette. Öyküden sonra çöreği arayıp bulamayanların haklı serzenişlerini göz ardı etmek olmazdı. Yaptığı her işi aşkla yapan sevgili “Sezgice” geldi aklıma. Geçen gün “Kokulu çörek pişti” diye mesajı gelince sevinçten dört köşe vaziyette soluğu Sezgi ve eşi Burak’ın birlikte çalıştıkları Ansera Çarşı’daki fırında aldım. Çarşı, çörek ve içindeki baharatlardan mahlep, rezene, zerdeçal, anason kokuyordu. Ben ba-yıl-dım, mutlaka tatmalısınız...
‘MERHABA 2025
Yıllarca deneyimlediğimiz aralık ayı rutinlerinde; sabırsızlıkla beklediğimiz yeni yılın gelişini karşılamanın heyecanıyla yüreğimiz pır pır ederken, eski yılın kazandırdıklarını kayıp gibi görür ve gece 12 çanı ile hafızamızdan silindiğini düşünürdük. Dikkat ederseniz “eski yılın kazandırdıkları” dedim. Geçmiş yılların bize kazandırdıklarının farkında değiliz çünkü. Ve hatta yılların kötü geçtiğini düşünüp, geçmiş olması çılgınlar gibi sevinmemize sebepti... Evet, umut tazeliyorduk. Peki ya yaşadıklarımız, öğrendiklerimiz? Sizi bilmem ama ben son yıllardaki aralık aylarında önceleri farkında olmadığım ancak yaş ilerledikçe su yüzüne çıkarak, beni de içten içe etkileyen karmaşık duygularla cebelleşmeye başladım. Bir yandan geçtiğimiz yıldan öğrendiklerimi arşivliyor, gelecek yılın temiz sayfasını açmanın heyecanı sarıyor; diğer yandan yaşlanmanın hüznü ile olgunlaşmanın ağırlığı çöküyor üzerime. Farkındaysanız, yaş aldıkça hayatın akışına yetişmekte zorlanıyor ve nefes nefese kalıyoruz. Peki, bu durumda biz ne yapıyoruz? Hayır, elbette ki kenara çekilmiyoruz. Enerjimizi ve nefesimizi kullanmakta tutumlu ve planlı olmanın yollarını buluyoruz. Fazla efor harcamadan hayatın akışına uyum sağlamaya başlıyoruz... Önceleri şuursuzca harcadığımız zamanımızı, enerjimizi daha az harcayıp, aklımızı daha çok kullanmayı keşfediyor ve rahatlıyoruz. Bizi küçümsemeyin... Kapı aralığından bakarken insanı, aralık ayından bakarken hem geçmişi hem de geleceği tanıyabiliyoruz.
USTA’NIN ELİNDEN ‘SU BÖREĞİ’
Stüdyo Pizza ve Şef Murat Artukmaç, Ankara’nın gastronomi alanında yüz akı olmaya devam ediyorlar. Şef, sosyal medyadaki hesabından paylaşınca gözlerime inanamadım, su böreğine karşı dizginleyemediğim bir tutkum var çünkü... Stüdyo Pizza’nın sevgili müdürü Sahra Tuncer’i arayıp “Halüsinasyon mu” diye sordum. “Hayır tamamen gerçek” cevabı yüreğime su serpti. Pazar ve pazartesi kapalı oldukları için salı gününü iple çektim... Sahra randevumuzu birkaç saat erteleyince içim büzüldü. Neyse ki tadım vakti geldiğinde rahat nefes alıyordum... Şef yoktu ama telefondan böreğin içeriğini anlattı. “En önemli tarafı pizzalarını da yaptıkları organik ‘Spelt’ (Kavuzlu veya Kızılbuğday da deniyor) unundan yapılmış olması” dedi şef. İçeriğinde Trüf (Bir çeşit yer mantarı) yaprağı, ezmesi ve yağı bulunması su böreğini farklı bir boyuta taşımış, çok sevdim. Koyun, inek ve keçi sütlerinden harmanlanarak yapılan, sevgili şefin de askerliğini yaptığı Kırklareli’ye has “Süzülmüş Kardeşler” marka, paçal beyaz peynir böreğe çok yakışmış. Geleneksel yöntemlerle açılıp haşlanan hamur aralarına serpiştirilen tereyağı, sadeyağ karışımı hem lezzeti hem kokuyu taçlandırmış. Sunum sırasında tabağın dibine serilen İspanya’ya has “Arbequina” cinsi zeytinlerin, Manisa’da yetişen üründen soğuk sıkımla elde edilmiş zeytinyağı ve kokusu damağınızı da ruhunuzu da ele geçiriyor, müptela oluyorsunuz.
HEM DERYA USTA, HEM DE PELİN HAYDİ ‘ARA SICAK’A GELİN...
Kadınların olduğu restoranlar bana güven veriyor, karşılaştığımda çok seviniyor ve onlara katkıda bulunmaya çalışıyorum. Tadımına gittiğim restoranların mutfağında annelerin bulunmasına mutlak özen gösteriyorum. Geçenlerde çocukluktan arkadaşım Memcik’le, oğlu Kaan Tarakçı ile yeğeni Kerem Ülgü’nün birlikte işlettikleri ve artık Ankara’yla özdeşleştiğini düşündüğüm Üsküp Caddesi’ndeki “Ara Sıcak Meyhanesi”nde buluştuk. Epeydir uğramıyordum içeri girince farklı bir hava soludum. Önceleri vasat olan mezelerinin tadının lezzetlendiğini fark ettim. Memcik farkın sebebini söyledi, hoşuma gitti. Meğerse sevgili Kerem’in eşi Pelin Ülgü kolları sıvayıp mutfağa girmiş, lezzet farkı ondanmış... Lezzetlerine tutulduğum “Atom, Çıtır Meze ve Renkli Kuş” Pelin’in eserleriymiş. Daha bitmedi dedi Memcik... “Az önce bayıla bayıla yediğin, fırında tereyağlı levrek, çıtır tekir ve ahtapotu pişiren de kadın, Derya usta” dedi, iyice mest oldum. Derya Usta’nın eşi Uğur da mutfaktaymış. Yani anlayacağınız, restorana girince hissettiğim farklılık aile sıcaklığıymış. Siz de ailenizle gidin. Aile saadetinin tadına doyamayacaksınız.
Sanat yoluyla arınabilmek için öncelikle sanatı sevmek ve elbette ki anlamaya çalışmak gerek. Yaşama bakış açımızla ilgili bu durumu anlamak toplumun kültürel yapısıyla da ilintili. Çoğunlukla inkâr etsek de toplumumuzda sanata bakışın kısır olduğu malum... Sanata “Angarya, antin kuntin işler” sanatçıya da “Serseri, avare, Leyla” yakıştırmasını çekinmeden yapabilen bir toplumun içinden inadına çıkan sanata; “Devrim”, sanatçıya; “Devrimci” demek gerekmez mi? Her şeye rağmen estetiğe olan inancını hayatına yansıtan insanların topluma kazandıracağı şahane bir dinamizm olduğuna inanıyorum. Sonbahar mevsimindeyiz doğal olarak kimi ağaçların yaprakları kızarıyor, sararıyor ve sonra dökülüyor. Kimileri bu durumu değerlendirirken içinin karardığını, soğuk havanın üşüttüğünü ve yerlere dökülen yaprakların kirliliğinden şikâyet ediyor. Kimilerinin de yüreği kabarıyor heyecan basıyor “Nefis bir manzara” diyerek, bununla ilgili şiirler, metinler yazıyor. Gördükleri nefis manzarayı tuvale aktaranlar, fotoğraflayanlar, seramiklerine, kilimlerine desen olarak işleyen sanatçılar olduğu gibi... Bir başkasının yeteneği olmayabiliyor, kâğıda, tuvale dökemeyebiliyor ancak illaki kalbi atıyor... Aşık oluyor... Aşk da bir nevi sanat değil midir?
BULUTLARIN ALTINDA: GERÇEKLER VE DÜŞLER ‘SERDAR ACAR’
Yıllar önceydi bir resim sergisinde, estetiği seven herkes gibi hoşuma giden resimlere kısaca bakıp geçiyordum ki; 70’li yaşlarında bir hanımefendinin bir resmin önünde dakikalarca durup neredeyse gözünü kırpmadan dikkatlice izlemesi ilgimi çekti... Ben tüm sergiyi gezip tamamlamıştım ancak kadının halen aynı resmin önünde duruşu normal miydi anlamak istedim. Kadın benden ya da diğerlerinden farklı olarak ne görüyor diye meraklanmıştım... Oradan ayrılmadan önce yanına gidip usulca “Çok uzun baktınız... Ne gördünüz?” dedim... Soruya verdiği cevap etkileyiciydi... “Kendimi” dedi. Şaşkınlığım geçmeden “İstersen sen de kendini görebilirsin” diye devam etti. “Hayat bu demek işte... Her rüyada olduğu gibi her resmin içinde olma ihtimalimiz de var...” Nefis bir tespitti ve beni derinden içine aldı... Sanatçı Serdar Acar’ın resimlerine baktığımda da derinden etkilendim ve aklıma yaşadığım yukarıdaki diyalog geldi.
GERÇEKÜSTÜCÜ GERÇEKLİK
Her resimde kendimi bulmam kolay olmuyor ancak Sevgili Serdar’ın kullandığı renkler, insanlar, ağaçlar, evler, pastoral yaşam ile biz izleyiciye yorumlamak, belki de doldurmak için bıraktığı geniş alanlarda kendi özlemlerimle örtüşen dingin duyguları bulabilmek zor olmadı. Sohbetimizde de “Mümkün olduğunca izleyiciyi anlamı çarpıtmaması için yönlendirmekten kaçınıyor ve yorumlaması için ona geniş alan bırakıyorum...” dedi. “Gerçeküstücü gerçeklik” kavramını kullanırken gerçeğin aslında gerçeküstü bakışla birlikte anlamlandığını vurgulamasına şapka çıkardım. Kararlı bir özgürlükle işlediği duygularını tuvale aktarmaktan aldığı haz; tamamen kendi iç dünyasının sanata ibadet etmek olarak değerlendirdiği üretimi tetiklemesinden kaynaklanıyor.
ARTSY ATAKULE VE ECE KALELİ
Sonradan peydahlanan ve aslında var olmayan kişiliklerimiz ile beğenmediğimiz özgün halimiz anlaşamıyor, farklı yönlere gidiyoruz...! İçimizde kaç ayrı kişilik barındırdığımız belli değil... Duygular öylesine karmaşık ki, kendi kendimize, kendimizle her an kavgalıyız. Bedenimiz bir tarafa gittiğinde ruhumuz gelmek istemiyor. Özellikle de son yıllarda gelişen teknoloji ile birlikte hem tatminsizlik hem de aç gözlülük tavan yapmış durumda. Sosyal medyada kullandığımız “avatar”lara dönüştük zahir. Doğadan ve doğallıktan uzaklaştıkça insanlık ve merhametten de hızla uzaklaştığımızın farkına varamadık. Sanattan, zanaattan ve en önemlisi bilimden ayrıldık... Hazzı ve duyguyu internet üzerinden kredi kartıyla satın alabildiğini düşünen “insanoğlu” artık her şeye muktedir olduğuna inanırken, adım adım insanlıktan çıktığından haberi yok. Her birimizin gerçek kimliği kaybolmuş, her sosyal medya uygulamasının kriterleri ve kitlesine göre oluşturduğumuz kişiliklerle yaşıyoruz. Bir sosyal medya uygulamasında bilgili, üretken ve duyarlı avatarımız dolaşırken, bir başka uygulamada zengin, havalı ve popüler avatar sahneye çıkıyor... Kiminde olmayan paramızı saçarken bir diğerinde yine olmayan zekâmızı saçıyoruz... Lütfen kendinize gelin artık!
‘İLLÜSTRATİF’ 2 SERGİSİ
Fransızca kökenli “illüstrasyon” kelimesinin karşılığı dilimize “resimleme, bezeme” olarak çevrilebilir. Yazılı bir metni canlandırma, resim veya çizim yoluyla anlatma, aydınlatma yoluna da illüstrasyon diyebilirsiniz. “İllüstratör” de denilen sanatçının hayal gücünü abartılı şekilde kullanarak resimlediği hikâyenin metnine girdiğinizde; kendi hayal gücünüzün de zenginleştiğinin farkına varmanız olası, bir günümüz tasarım sanatı da denebilir. Çizgilerinizi hayal gücünüzle uyuma soktuğunuzda elde ettiğiniz tatminin dışa vurumu da olabilir. Küratörlüğünü sanatçı akademisyen “Özlem Tekdemir”in yaptığı sergide “Ali Çağan Uzman, Ayşe İnan, Cem Yünür, Ekin Kılıç Ezer, Kayahan Kaya, Ozan Bilginer, Özlem Tekdemir, Selin Saygılı, Uğur Erbaş ve Zeynep Karabacak”, illüstrasyonun yaratıcı potansiyelini, farklı teknikler ve yaklaşımlar aracılığıyla keşfetmiş. Sergi ikinci edisyonuyla 2-16 Kasım tarihlerinde Farabi Sokak’taki Tosca&Art Desing’da izlenebilir.
POLATLI USULÜ ‘KÖFTEKARE’
Adını, Polatlı’ya has geleneksel köftenin kare oluşundan alan yepyeni bir ağız tadı mekânı ve butik köfteci “Köftekare.” Yaklaşık dört ay önce açılan, Atakule’nin çapraz karşısındaki Atatürk heykelli “Atameydan”ın hemen arkasında bulunan ince uzun aralıktan gidilen tarihi “Kınaç Pasajı”nın içindeki köfteci, tam da bir zula mekân. 40 yıllık arkadaşım diyebileceğim kadar yakın dostum Tayfun Sırt ve yeğenleri Bora, Tayfun, Tufan ve Furkan’ın birlikte çalıştığı, tam sevdiğim cinsten butik aile işletmesi. Köfteciye gittiğimde deneyimli gastronom İlker Özkan’la birlikte köfte dışında servise yeni çıkaracakları Viyana usulü “Şinitzel”in tadım ve sunum aşamasına da şahit oldum. Sade yağla 4-5 dakika pişirilen şinitzel, altın sarısı, eşsiz kadife görünümü ve yanındaki patates salatası ile muhteşem duruyordu. Tek kelimeyle ba-yıl-dım. Köfte de şinitzel de Ankara’da yiyebileceğiniz en iyilerin arasına rahatlıkla girer. Mutlaka gidin. Çok seveceksiniz.
Başlığı bir daha okuyun isterseniz... Sizi tabii ki sınamıyorum. “Bir kelebek ömrüdür yaşamak...” cümlesini “hayat kısa” diye yorumlayacak aklımız var elbette diye sitem edeceksiniz biliyorum... Genel anlamda kendim de dahil olmak üzere “Mevzuu idrak, kavrama, doğru anlama ile hayatın akışına sokma” konusunda zafiyetlerimiz var. Güya her şeyi biliyor ve anlıyoruz ya? Bunu da anladık yani... “Hayat kısa, işte, niye yüzümüze vuruyorsun” şeklinde durumdan memnun olmadığını ifade eden ve azarlayan bir gergin tayfa çıkacaktır mutlaka... “Hayat kısa, elden ne gelir ki” diyecek kaderci tayfa da var. Olaya bilimsel yaklaşan, “Tıp ilerledi, insan ömrü eskiye nazaran uzadı artık...” deyip müsterih olmamız için sebep veren iyimser tayfa ile “Hayat kısa ama bizim paramız var, uzun yaşıyoruz” diyerek ayrıcalıklı olduğunu düşünenleri de azımsamayın. Tüm bu yaklaşımlara tek bir cevabım olur. "Ruhumuz nasır bağlamış." Ruhumuzun ana dili “sanat” ve biz toplum olarak sanat ve estetikten çok uzağız. “Hayat kısa, kuşlar uçuyor...”
MİTLER, DÜŞLER, MASALLAR, ANLATI VE ANILAR...
Öncelikle endüstriyel üretimi, sonraları gastronomisiyle gönüllere yerleşen Gaziantep’in yeni nesil gençleri şehre yeni vizyon katmak ve belki de en büyük eksiği giderme düşüncesi ile sanata yönlenmesi bana kentin kültürel geleceği açısından umut verdi.
12 Ekim’de Gaziantep Genç İş İnsanları Derneği’nin (GAGİAD) düzenlediği “GAGİAD Kültür Sanat Festivali” için Antep’teydim. 26 Ekim’e kadar sürecek festivale farklı disiplinlerden 62 sanatçı, 170 eserle katılıyor. Gaziantep’in tarihi mekânı “Pürsefa Han”ın atmosferi ile sergilenen eserler, görünenle birlikte gizemli duygularla harmanlanıyor. Hanın içindeki sergide gezinirken zaman yolculuğunun kokusunu soluyan sanatsever mistik bir deneyim yaşıyor. Tarihi hanın avlusunun, duvarlarının ve hatta her köşesinin, belki de işlenen her taşının şahit olduğu “Mitler, Düşler, Masallar, Anlatı ve Anıların” kokusu çok değerli sanatçıların eserleriyle adeta canlanıyor.
DİLEK KARAAZİZ ŞENER VE PLATFORM ARMONİ
Hem adını hem de tadını öylesine sevmişiz ki; yaşadığımız topraklar, Anadolu “Köfte diyarı” bizler de yine Farsça’dan alıntıladığımız ve “Köfte yiyici” manasında sevimli bir azarlama sözü olan “Köftehor”a dönüşmüşüz. Evet, abartısı yok! Evde her annenin çocuklarına, Anadolu’da her şehrin ve hatta neredeyse her kasabanın eskiden çoğunlukla seyyarda, şimdilerde lokantada ekmek arası veya porsiyon servisi yaptığı kendine has köftesi mutlaka vardır. Ankara’da onlarca köfte dükkânı arasından en leziz 5 köfteyi bulmak hiç de kolay olmadı.
KEBAPÇI EMİN USTA (ANKARA KALESİ)
EN LEZİZ RAKAM ‘111’
Kale Mahallesi, Koyunpazarı Sokak’taki Beypazarılı Kebapçı Emin Usta’nın serüveni; babası Durmuş Güven’in 1958 yılında mahalle esnafına pişirdiği köfte, kuzu şiş, kuru fasulye ve pilavla başlıyor. Babasından sonra aynı menüyü babasının yöntemiyle pişirmeyi sürdüren Emin Usta’nın elinin lezzeti Ankara’nın da sınırlarını aşmış. Çevredeki şehir ve ilçelerden gelenler Emin Usta’da “111 yani az köfte, az kuru, az pilav” yemeden memleketlerine dönmüyorlarmış. Şimdilerde kenara çekilen Emin Usta’nın oğlu Bülent geleneksel pişirme yöntemini ızgarada sürdürürken torunu Berkay salonu yönetiyor.
TARİHİ LEZZETLİ 1976 (HOŞDERE CADDESİ)
‘TARİHİ BABA, LEZZETLİ OĞUL’
Çok kirlendik çoook... Evet evet bayağı kirliyiz ve her şeyi de kirlettik haliyle... Bildiğiniz anlamıyla değil bu kirlilik... Yıkanmadığınızdan, hamama gitmediğinizden ya da evde duş almadığınızdan bahsetmiyorum... Bedenleriniz kirli olmayabilir ancak bu sizin steril olduğunuz anlamına da gelmiyor... Nazar veya göz değmesi kirliliği de değil... Sirkeli suyla durulansanız bile temizleyemeyeceğiniz bir kirlilik bu... Ne demek istediğimi anlamış olmalısınız... Anlamazlıktan gelmeyin lütfen... Açıkça ve yüksek sesle söylesem anlar mısınız? Zihnen kirliyiz, fikren kirli ve hatta benliğimiz yani ruhumuz da kirli... Hiçbirimiz kendimizi bu kirlenmenin dışında tutmamalıyız... Zira aynı havayı soluyor, aynı sokaklarda yürüyor ve ne yazık ki aynı gökyüzünün altında yaşıyoruz... Meşhur halk deyimi ‘cuk’ diye oturuyor; ‘Körle yatıp şaşı kalkıyoruz...’ Aynaya bakıp vicdan muhasebesini samimice yapmadığımızdan olsa gerek kendimize toz kondurmuyoruz... Girişte alıntıladığım yazar ‘Jack London’ cümlesine katılmayan olur mu bilemedim... Eğer bu bir duaysa; sonsuz sayıda ‘amin’ diyorum... Bir temenniyse bütün kalbimle katılıyorum... Bir arzu, bir istek yahut bir özlemse; olabilmesi için ne gerekiyorsa yapmaya hazırım... Buna rağmen halen anlamazdan gelmeye devam edip saydığınızı duyuyorum... Çevreyi kirletmediğinizi, evde düzenli ve hatta obsesif bile sayılabileceğinizi... Gürültü yapmadığınızı... Kimseyi rahatsız etmediğinizi falan sayıyorsunuz... Madem bu kadar temiz ve sevgi dolu olduğunuzu düşünüyorsunuz... ‘Gökkuşağındaki renkleri de sayabilir misiniz?’
SANATIN KOKUSU HER YERDE ‘DEPPO 29’
Beyaz Zambaklar Sokak’ın, yemek ve sanatla harmanlanarak hazırlanmış keyifli mekânı ‘Deppo29.’ İlk açıldığı dönemde nefis yemeklerinin yanı sıra sanata verdiği önemle birlikte yazmıştım. Geçenlerde Ankara Kahve Festivali’ndeki standı ve işletmecisi sevgili ‘Çağatay Doğan’la karşılaşınca bu güzel mekânı hatırlatma gereği duydum. Yeni neler var diye gittiğimde; girişteki tahtada üst kattaki sergi salonunda yeni başlayan ‘İkiz Gündemler’ isimli ‘Ceren Ay’ sergisi ilan edilmiş. Sessizlik, dinginlik ve sanatın kokusu ile birlikte, vitrindeki bateri ve piyano da yerinde duruyordu. Sabunlar, el yapımı kupon ürünler, farklı sanatçıların eserleri yine teşhirdeydi. En çok ilgimi çeken ise, Ilgaz Dağı’nda ‘Beetolia’ isminde doğal ve organik çiçek balı üretmişler ve hem de kendi elleriyle şahane bir şişeye koymuşlar. Düşük şeker oranı anlamında da Londra’dan ödül almış. Kupon sayılabilecek miktarda az üretilmesi çok değerli olduğunun da bir kanıtı. Sevgili şef Oğuzhan şahane bir kurabiye pişirmiş, taze taze, kahveyle birlikte ikram etti, bayıldım. Margeritha pizza ile tavuk salatasının en beğenilenlerin arasında olduğunu söyleyince sipariş verdim. Fotoğraflarını çektikten sonra yorumlamaları için benim evdeki yeni nesil ergenlere de tattırdım. İkiz kızlarım Asya ve May ikisine de bayıldılar... Kısa zamanda ailece yemeğe ve sanat solumaya gideceğiz, sizi de bekleriz.
YARATICILIK STÜDYOSU ‘RİNG’
Başlığa koyduğum ‘Gaziantep Yolunda’ türküsünden alıntıladığım ilk mısrayı mırıldanırken ‘Cem Adrian’ kalitesine ulaşamıyorum elbette, onun çok etkileyici bir tonu var... Bu türküyü özellikle ondan dinlemenizi tavsiye ederim. Geçen hafta Hürriyet Gazetesi olarak açılışına gittiğimiz ‘gastroANTEP Kültür Yolu’ festivalinde çok etkileyici bir versiyonunu daha duydum. Ekip olarak ziyaret ettiğimiz ‘Engelsiz Yaşam Merkezi’nde biz kapıdan girer girmez türküyü çalmaya başlayan özel insanların oluşturduğu orkestra ve solistin şahane yorumu hepimizin soluğunu kesti. Türkü bitene kadar nefes almak istemedim... Ermeni bir kıza vurulan ve kavuşamayan bir gencin aşkından verem olmasının hikâyesini anlatan anonim türküye kapılmamak mümkün değildi; her kelimesinin anlamı yüreğimizi dağladı... İmkânsız aşkı da hastalığı da solistin sesindeki hüzün gibi yaşadık desem abartmış olmam...
GASTROANTEP
Antep yemeklerinin lezzeti mi türkülerini yoksa tam tersi türküleri mi yemeklerini lezzetlendirmiş emin değilim; ancak Anteplilerin lezzetinin hem türkülerine hem de yemeklerine yansıdığını söyleyebilirim. Başta ‘Bakan Hanım, Fatma Şahin’ olmak üzere tüm Gazianteplilerin şehirlerine olan tutkuları ve hatta aşklarının sorgulanamayacağına bir kez daha şahit oldum. Türkiye’nin gastronomi alanında söz sahibi otoritelerinin katılımıyla 14 Eylül’de başlayıp 22 Eylül’de son bulacak festivalde ben de gazetem aracılığıyla bulunmaktan mutluluk duydum. İki gün kaldığımız şehrin gastronomi alanında kültür mirası olarak kabul görmesi ve uluslararası bilinirliği ülkemizin tanıtımı adına çok önemli.
TARLADAN SOFRAYA
Çiftçinin, komisyoncu veya aracı olmadan kendi üretimini tüketiciye ulaştırabilmesi hem fiyat hem de kalite açısından daha sürdürülebilir bir yöntem. Gaziantep bu işin farkında... ‘Kuzeyşehir’ ismiyle oluşturduğu yeni yerleşim yerinde kurulan pazarda, çiftçi sabah erkenden hasat ettiği ürünlerini, yaptığı salçasını, reçelini, kuruttuğu sebzesini ve baharatını her gün doğrudan tüketiciyle buluşturuyor.
ANTEP PEYNİRLİ EKMEK