Sonradan peydahlanan ve aslında var olmayan kişiliklerimiz ile beğenmediğimiz özgün halimiz anlaşamıyor, farklı yönlere gidiyoruz...! İçimizde kaç ayrı kişilik barındırdığımız belli değil... Duygular öylesine karmaşık ki, kendi kendimize, kendimizle her an kavgalıyız. Bedenimiz bir tarafa gittiğinde ruhumuz gelmek istemiyor. Özellikle de son yıllarda gelişen teknoloji ile birlikte hem tatminsizlik hem de aç gözlülük tavan yapmış durumda. Sosyal medyada kullandığımız “avatar”lara dönüştük zahir. Doğadan ve doğallıktan uzaklaştıkça insanlık ve merhametten de hızla uzaklaştığımızın farkına varamadık. Sanattan, zanaattan ve en önemlisi bilimden ayrıldık... Hazzı ve duyguyu internet üzerinden kredi kartıyla satın alabildiğini düşünen “insanoğlu” artık her şeye muktedir olduğuna inanırken, adım adım insanlıktan çıktığından haberi yok. Her birimizin gerçek kimliği kaybolmuş, her sosyal medya uygulamasının kriterleri ve kitlesine göre oluşturduğumuz kişiliklerle yaşıyoruz. Bir sosyal medya uygulamasında bilgili, üretken ve duyarlı avatarımız dolaşırken, bir başka uygulamada zengin, havalı ve popüler avatar sahneye çıkıyor... Kiminde olmayan paramızı saçarken bir diğerinde yine olmayan zekâmızı saçıyoruz... Lütfen kendinize gelin artık!
‘İLLÜSTRATİF’ 2 SERGİSİ
Fransızca kökenli “illüstrasyon” kelimesinin karşılığı dilimize “resimleme, bezeme” olarak çevrilebilir. Yazılı bir metni canlandırma, resim veya çizim yoluyla anlatma, aydınlatma yoluna da illüstrasyon diyebilirsiniz. “İllüstratör” de denilen sanatçının hayal gücünü abartılı şekilde kullanarak resimlediği hikâyenin metnine girdiğinizde; kendi hayal gücünüzün de zenginleştiğinin farkına varmanız olası, bir günümüz tasarım sanatı da denebilir. Çizgilerinizi hayal gücünüzle uyuma soktuğunuzda elde ettiğiniz tatminin dışa vurumu da olabilir. Küratörlüğünü sanatçı akademisyen “Özlem Tekdemir”in yaptığı sergide “Ali Çağan Uzman, Ayşe İnan, Cem Yünür, Ekin Kılıç Ezer, Kayahan Kaya, Ozan Bilginer, Özlem Tekdemir, Selin Saygılı, Uğur Erbaş ve Zeynep Karabacak”, illüstrasyonun yaratıcı potansiyelini, farklı teknikler ve yaklaşımlar aracılığıyla keşfetmiş. Sergi ikinci edisyonuyla 2-16 Kasım tarihlerinde Farabi Sokak’taki Tosca&Art Desing’da izlenebilir.
POLATLI USULÜ ‘KÖFTEKARE’
Adını, Polatlı’ya has geleneksel köftenin kare oluşundan alan yepyeni bir ağız tadı mekânı ve butik köfteci “Köftekare.” Yaklaşık dört ay önce açılan, Atakule’nin çapraz karşısındaki Atatürk heykelli “Atameydan”ın hemen arkasında bulunan ince uzun aralıktan gidilen tarihi “Kınaç Pasajı”nın içindeki köfteci, tam da bir zula mekân. 40 yıllık arkadaşım diyebileceğim kadar yakın dostum Tayfun Sırt ve yeğenleri Bora, Tayfun, Tufan ve Furkan’ın birlikte çalıştığı, tam sevdiğim cinsten butik aile işletmesi. Köfteciye gittiğimde deneyimli gastronom İlker Özkan’la birlikte köfte dışında servise yeni çıkaracakları Viyana usulü “Şinitzel”in tadım ve sunum aşamasına da şahit oldum. Sade yağla 4-5 dakika pişirilen şinitzel, altın sarısı, eşsiz kadife görünümü ve yanındaki patates salatası ile muhteşem duruyordu. Tek kelimeyle ba-yıl-dım. Köfte de şinitzel de Ankara’da yiyebileceğiniz en iyilerin arasına rahatlıkla girer. Mutlaka gidin. Çok seveceksiniz.
Başlığı bir daha okuyun isterseniz... Sizi tabii ki sınamıyorum. “Bir kelebek ömrüdür yaşamak...” cümlesini “hayat kısa” diye yorumlayacak aklımız var elbette diye sitem edeceksiniz biliyorum... Genel anlamda kendim de dahil olmak üzere “Mevzuu idrak, kavrama, doğru anlama ile hayatın akışına sokma” konusunda zafiyetlerimiz var. Güya her şeyi biliyor ve anlıyoruz ya? Bunu da anladık yani... “Hayat kısa, işte, niye yüzümüze vuruyorsun” şeklinde durumdan memnun olmadığını ifade eden ve azarlayan bir gergin tayfa çıkacaktır mutlaka... “Hayat kısa, elden ne gelir ki” diyecek kaderci tayfa da var. Olaya bilimsel yaklaşan, “Tıp ilerledi, insan ömrü eskiye nazaran uzadı artık...” deyip müsterih olmamız için sebep veren iyimser tayfa ile “Hayat kısa ama bizim paramız var, uzun yaşıyoruz” diyerek ayrıcalıklı olduğunu düşünenleri de azımsamayın. Tüm bu yaklaşımlara tek bir cevabım olur. "Ruhumuz nasır bağlamış." Ruhumuzun ana dili “sanat” ve biz toplum olarak sanat ve estetikten çok uzağız. “Hayat kısa, kuşlar uçuyor...”
MİTLER, DÜŞLER, MASALLAR, ANLATI VE ANILAR...
Öncelikle endüstriyel üretimi, sonraları gastronomisiyle gönüllere yerleşen Gaziantep’in yeni nesil gençleri şehre yeni vizyon katmak ve belki de en büyük eksiği giderme düşüncesi ile sanata yönlenmesi bana kentin kültürel geleceği açısından umut verdi.
12 Ekim’de Gaziantep Genç İş İnsanları Derneği’nin (GAGİAD) düzenlediği “GAGİAD Kültür Sanat Festivali” için Antep’teydim. 26 Ekim’e kadar sürecek festivale farklı disiplinlerden 62 sanatçı, 170 eserle katılıyor. Gaziantep’in tarihi mekânı “Pürsefa Han”ın atmosferi ile sergilenen eserler, görünenle birlikte gizemli duygularla harmanlanıyor. Hanın içindeki sergide gezinirken zaman yolculuğunun kokusunu soluyan sanatsever mistik bir deneyim yaşıyor. Tarihi hanın avlusunun, duvarlarının ve hatta her köşesinin, belki de işlenen her taşının şahit olduğu “Mitler, Düşler, Masallar, Anlatı ve Anıların” kokusu çok değerli sanatçıların eserleriyle adeta canlanıyor.
DİLEK KARAAZİZ ŞENER VE PLATFORM ARMONİ
Hem adını hem de tadını öylesine sevmişiz ki; yaşadığımız topraklar, Anadolu “Köfte diyarı” bizler de yine Farsça’dan alıntıladığımız ve “Köfte yiyici” manasında sevimli bir azarlama sözü olan “Köftehor”a dönüşmüşüz. Evet, abartısı yok! Evde her annenin çocuklarına, Anadolu’da her şehrin ve hatta neredeyse her kasabanın eskiden çoğunlukla seyyarda, şimdilerde lokantada ekmek arası veya porsiyon servisi yaptığı kendine has köftesi mutlaka vardır. Ankara’da onlarca köfte dükkânı arasından en leziz 5 köfteyi bulmak hiç de kolay olmadı.
KEBAPÇI EMİN USTA (ANKARA KALESİ)
EN LEZİZ RAKAM ‘111’
Kale Mahallesi, Koyunpazarı Sokak’taki Beypazarılı Kebapçı Emin Usta’nın serüveni; babası Durmuş Güven’in 1958 yılında mahalle esnafına pişirdiği köfte, kuzu şiş, kuru fasulye ve pilavla başlıyor. Babasından sonra aynı menüyü babasının yöntemiyle pişirmeyi sürdüren Emin Usta’nın elinin lezzeti Ankara’nın da sınırlarını aşmış. Çevredeki şehir ve ilçelerden gelenler Emin Usta’da “111 yani az köfte, az kuru, az pilav” yemeden memleketlerine dönmüyorlarmış. Şimdilerde kenara çekilen Emin Usta’nın oğlu Bülent geleneksel pişirme yöntemini ızgarada sürdürürken torunu Berkay salonu yönetiyor.
TARİHİ LEZZETLİ 1976 (HOŞDERE CADDESİ)
‘TARİHİ BABA, LEZZETLİ OĞUL’
Çok kirlendik çoook... Evet evet bayağı kirliyiz ve her şeyi de kirlettik haliyle... Bildiğiniz anlamıyla değil bu kirlilik... Yıkanmadığınızdan, hamama gitmediğinizden ya da evde duş almadığınızdan bahsetmiyorum... Bedenleriniz kirli olmayabilir ancak bu sizin steril olduğunuz anlamına da gelmiyor... Nazar veya göz değmesi kirliliği de değil... Sirkeli suyla durulansanız bile temizleyemeyeceğiniz bir kirlilik bu... Ne demek istediğimi anlamış olmalısınız... Anlamazlıktan gelmeyin lütfen... Açıkça ve yüksek sesle söylesem anlar mısınız? Zihnen kirliyiz, fikren kirli ve hatta benliğimiz yani ruhumuz da kirli... Hiçbirimiz kendimizi bu kirlenmenin dışında tutmamalıyız... Zira aynı havayı soluyor, aynı sokaklarda yürüyor ve ne yazık ki aynı gökyüzünün altında yaşıyoruz... Meşhur halk deyimi ‘cuk’ diye oturuyor; ‘Körle yatıp şaşı kalkıyoruz...’ Aynaya bakıp vicdan muhasebesini samimice yapmadığımızdan olsa gerek kendimize toz kondurmuyoruz... Girişte alıntıladığım yazar ‘Jack London’ cümlesine katılmayan olur mu bilemedim... Eğer bu bir duaysa; sonsuz sayıda ‘amin’ diyorum... Bir temenniyse bütün kalbimle katılıyorum... Bir arzu, bir istek yahut bir özlemse; olabilmesi için ne gerekiyorsa yapmaya hazırım... Buna rağmen halen anlamazdan gelmeye devam edip saydığınızı duyuyorum... Çevreyi kirletmediğinizi, evde düzenli ve hatta obsesif bile sayılabileceğinizi... Gürültü yapmadığınızı... Kimseyi rahatsız etmediğinizi falan sayıyorsunuz... Madem bu kadar temiz ve sevgi dolu olduğunuzu düşünüyorsunuz... ‘Gökkuşağındaki renkleri de sayabilir misiniz?’
SANATIN KOKUSU HER YERDE ‘DEPPO 29’
Beyaz Zambaklar Sokak’ın, yemek ve sanatla harmanlanarak hazırlanmış keyifli mekânı ‘Deppo29.’ İlk açıldığı dönemde nefis yemeklerinin yanı sıra sanata verdiği önemle birlikte yazmıştım. Geçenlerde Ankara Kahve Festivali’ndeki standı ve işletmecisi sevgili ‘Çağatay Doğan’la karşılaşınca bu güzel mekânı hatırlatma gereği duydum. Yeni neler var diye gittiğimde; girişteki tahtada üst kattaki sergi salonunda yeni başlayan ‘İkiz Gündemler’ isimli ‘Ceren Ay’ sergisi ilan edilmiş. Sessizlik, dinginlik ve sanatın kokusu ile birlikte, vitrindeki bateri ve piyano da yerinde duruyordu. Sabunlar, el yapımı kupon ürünler, farklı sanatçıların eserleri yine teşhirdeydi. En çok ilgimi çeken ise, Ilgaz Dağı’nda ‘Beetolia’ isminde doğal ve organik çiçek balı üretmişler ve hem de kendi elleriyle şahane bir şişeye koymuşlar. Düşük şeker oranı anlamında da Londra’dan ödül almış. Kupon sayılabilecek miktarda az üretilmesi çok değerli olduğunun da bir kanıtı. Sevgili şef Oğuzhan şahane bir kurabiye pişirmiş, taze taze, kahveyle birlikte ikram etti, bayıldım. Margeritha pizza ile tavuk salatasının en beğenilenlerin arasında olduğunu söyleyince sipariş verdim. Fotoğraflarını çektikten sonra yorumlamaları için benim evdeki yeni nesil ergenlere de tattırdım. İkiz kızlarım Asya ve May ikisine de bayıldılar... Kısa zamanda ailece yemeğe ve sanat solumaya gideceğiz, sizi de bekleriz.
YARATICILIK STÜDYOSU ‘RİNG’
Başlığa koyduğum ‘Gaziantep Yolunda’ türküsünden alıntıladığım ilk mısrayı mırıldanırken ‘Cem Adrian’ kalitesine ulaşamıyorum elbette, onun çok etkileyici bir tonu var... Bu türküyü özellikle ondan dinlemenizi tavsiye ederim. Geçen hafta Hürriyet Gazetesi olarak açılışına gittiğimiz ‘gastroANTEP Kültür Yolu’ festivalinde çok etkileyici bir versiyonunu daha duydum. Ekip olarak ziyaret ettiğimiz ‘Engelsiz Yaşam Merkezi’nde biz kapıdan girer girmez türküyü çalmaya başlayan özel insanların oluşturduğu orkestra ve solistin şahane yorumu hepimizin soluğunu kesti. Türkü bitene kadar nefes almak istemedim... Ermeni bir kıza vurulan ve kavuşamayan bir gencin aşkından verem olmasının hikâyesini anlatan anonim türküye kapılmamak mümkün değildi; her kelimesinin anlamı yüreğimizi dağladı... İmkânsız aşkı da hastalığı da solistin sesindeki hüzün gibi yaşadık desem abartmış olmam...
GASTROANTEP
Antep yemeklerinin lezzeti mi türkülerini yoksa tam tersi türküleri mi yemeklerini lezzetlendirmiş emin değilim; ancak Anteplilerin lezzetinin hem türkülerine hem de yemeklerine yansıdığını söyleyebilirim. Başta ‘Bakan Hanım, Fatma Şahin’ olmak üzere tüm Gazianteplilerin şehirlerine olan tutkuları ve hatta aşklarının sorgulanamayacağına bir kez daha şahit oldum. Türkiye’nin gastronomi alanında söz sahibi otoritelerinin katılımıyla 14 Eylül’de başlayıp 22 Eylül’de son bulacak festivalde ben de gazetem aracılığıyla bulunmaktan mutluluk duydum. İki gün kaldığımız şehrin gastronomi alanında kültür mirası olarak kabul görmesi ve uluslararası bilinirliği ülkemizin tanıtımı adına çok önemli.
TARLADAN SOFRAYA
Çiftçinin, komisyoncu veya aracı olmadan kendi üretimini tüketiciye ulaştırabilmesi hem fiyat hem de kalite açısından daha sürdürülebilir bir yöntem. Gaziantep bu işin farkında... ‘Kuzeyşehir’ ismiyle oluşturduğu yeni yerleşim yerinde kurulan pazarda, çiftçi sabah erkenden hasat ettiği ürünlerini, yaptığı salçasını, reçelini, kuruttuğu sebzesini ve baharatını her gün doğrudan tüketiciyle buluşturuyor.
ANTEP PEYNİRLİ EKMEK
Her Türk boyunun kendine has mantısı olduğu düşünülürse çok zengin bir mantı kültürü ile yaşadığımızın altını çizmeliyim. Orta Anadolu şehirlerinin revaçta hamur işi mantının en iyisini yemek isteyenler hiç düşünmeden Ankara’ya gelmeli...
MEŞHUR TEPSİ MANTICISI
(MUSTAFA KEMAL MAHALLESİ)
Tepsi mantısı ile gül baklavası sadece Ankara’nın değil, kanımca Türkiye’nin de en iyisi. Nigar Hanım’ın mutfak aşkı ile Ali Bey’in leziz mantı tutkusu bir araya gelmiş, birbirlerine olan sevgileri de eklenince ‘şaheser’ diyebileceğimiz lezzetler çıkmış ortaya. Şebit yağlaması, etli sarma, nevzine, sucuk içi ve tabii ki Kayseri mantısının da tadına doyamayacağınızı garanti edebilirim.
MAHARET MANTI
Bugünlerde en çok kullanılan, revaçta olan kelimelerin başında ‘keşfet’ kelimesi geliyor olsa gerek… ‘Keşif etmek’ten türeyen bir tanım veya kısaltma denebilir. İngilizce’de ‘Discover’ kelimesinin tam karşılığı sayılıyor. Çok sık duyuyordum... Sık duymak beni rahatsız etmedi... Ve hatta yeni neslin sıkça kullandığı ‘Aynen aynen, Yaniii, Zateeen, Günoo’ ve benzeri abuk sabuk vurgulu kelimelerin yerine; bir anlam ve sorgulama ifade eden ‘keşfet’ kelimesini işitmek rahatlatıyordu bile... ‘Keşfet’ anlamı ve çağrıştırdığı duygular açısından meraklı ve öğrenmeye meyilli insanların başvurduğu, duyana gizem hissi veren de bir kelime aslında. Geçenlerde yeni nesil gençlerin sohbetiyle, keşfet kelimesinin günümüzdeki önemini ben de keşfettim desem abes kaçmaz sanırım. ‘Yaaa inanamıyorum... Videom keşfet’e düşmüş...’ cümlesini duyduğumda sizin de tahmin ettiğiniz gibi sosyal medya ile alakalı bir durum olduğunu anladım haliyle... Sosyal medya uygulamalarının neredeyse hepsinde ‘keşfet’ diye videoların yayınlandığı herkese açık kamusal alan varmış... Sosyal medyaya yüklenen herhangi bir video, keşfet alanına girdiğinde sizi takip etmeyen kullanıcılar da video veya gönderinizi görebildiğinden, video izlenme rekorları kırıyormuş... Bu durumda sosyal medya uygulamalarının keşfet bölümlerine bakan biz kullanıcılar da ‘kaşif’ olma şerefine mi erişiyoruz? Bu da ayrı bir soru ya da sorun diyelim… Keşif kelimesini tarih dersinde ‘Kristof Kolomb Amerika’yı keşfetti’ cümlesiyle birlikte öğrendiğimi hatırlıyorum. ‘Keşfetmek’ çok güzel bir duygu… İki parmak hareketiyle ulaşabildiğiniz sanal bir uygulamaya sığdırılamayacak kadar gerçek bir eylem... Heba etmeyiniz... Önce aklınızı keşfedin! Gerisi gelir...
‘ÖZGÜN VE DOĞAL’ DANDELION... LUUM… KÜBRA...
“İşte bu benim için gerçek bir keşif...” dersem lütfen abarttığımı düşünmeyin. ‘Kübra Azer’e sosyal medyanın keşfet bölümünde rastlamadım... Tamamen doğal yollarla elde edilmiş bir keşif diyebilirim... Sevgili Kübra ile ilk tanıştığımda dışarıdan gayet sıradan bir kadın ve anne izlenimi oluşmuştu. Konuştukça dışarıdan gözüken normal kadının, içindeki kişiyle aynı olmadığının farkına varmak şaşırtmadı, çünkü yaptığı işler sıradan işler değildi. Sohbet ilerledikçe Kübra’nın içinden beklediğim gibi bambaşka bir kadın çıkıyordu... Cesur, özgüvenli, yaratıcı ve kendine has bu mimar kadının her yaptığı hayranlık uyandıran cinsten şeylerdi ve etkilenmemek mümkün değildi. Kübra’nın ilk markası, gelinlik ve gelin saçları için kendi elleriyle işlediği tasarım tokalarla, taçlar hazırladığı ‘Dandelion’u neredeyse tüm kadınlar ve gelin adayları biliyor. Bu alanda fenomen hale gelmiş Kübra ve markası ‘Dandelion’un Türkçesi ‘Karahindiba’yı, Egeliler ‘radika otu’ diye bilirler. Çocukluğunuzda kırlarda top şeklindeki çiçeklerine üfürdüğünüzde dağılan pamukçukları hatırlarlarsınız... İşte o kadar hassas bir Kübra…
LUUM VE LUUMONATA
Kübra Azer’in Meksika’daki ormanlarda sadece yürüyerek ulaşılabilen yoga ve meditasyon çadırı ‘Luum Tapınağı’ndan esinlenerek hazırladığı ‘Luum’u keşfedişim ve etkilenişim en az kafenin tarzı kadar doğaldı... Rutin yürüyüşlerimden birinde Nene Hatun Caddesi’nden aşağı salınırken sol tarafta saklanmamış ama saklı gibi duran bahçeye girmenin dayanılmaz isteği kapladı içimi. Yoldan aşağı inen tahta merdivenin başında durup küçücük bahçenin büyük hisler veren görüntüsüne bakarken büyülenmemek elde değildi. Cennet bahçelerine açılan Reyyan kapısındaydım adeta... Çok beklemedim ve indim tabii ki... Bahçede büyülenmiştim, içeriye girdiğimde de aynı duygunun sürmesine çok sevindim zira bahçe ve içerisinin birbirlerine uyumlu tarzları ferahlık vermeye devam ediyordu. Mekân şahaneydi... Çalışanlar, Dicle ile Hasan’ın güler yüzü iştah verici ve davetkârdı... Kahvesi en iyilerden ‘Spada ve Null’un kavurduğu çekirdeklerden yapılıyordu. “Tek porsiyonluk cheesecake’leri bir ablamız yapıyor” dediler; ‘elleri dert görmesin’ demekten başka çare yoktu zira nefisti. En beğendiğim ise yoğunlaştırılmış sütle hazırlanan Brezilya usulü ‘Luumonata’ oldu. Ankara’da başka yerde bulamayacağınız limonatanın içinde Kübra’nın hem sevgisi hem de yaratıcılığı var.
Sizce de bayağılaşıyor muyuz? Hayatımızda zarafet, incelik ve anlamdan yoksun ‘bayağı’ davranış biçimi ciddi ciddi yer kaplamaya başladı desem katılır mısınız? Ne manaya geldiğini biliyor olduğunuzu düşünüyorum. Kitap okumayı sevenler mutlaka, konuştuğu dili bayağılaştırmadan özenle konuşmaya çabalayanlar elbette ki bilmeliler… Cümle içinde çoğunlukla ‘sıradanlık ve normallik’ ifade eden manada kullansak da; ‘Bayağı’ kelimesiyle benzer anlamları taşıyan ‘Pespaye, amiyane, banal, adi’ gibi aynı hissi veren diğer kelimeler de var. Bunları ‘bayağılaşma’nın anlamını pekiştirsin diye yazdım. Genel olarak sıradanlaşan hayata bakışımızı canlandırmak, belki de farklı bir perspektiften göz atmanın titreşim yaratmasıyla daldığımız derin uykudan uyandırmasını umuyorum. Yazının başında sorduğum ‘Bayağılaşıyor muyuz?’ sorusuna dönersek; etik, ahlâk, dürüstlük, samimiyet gibi toplumsal yaşam ve insani değerleri yok saymak, onuru değil de çamuru seçmek nasıl bir davranış biçimi olabilir, fikriniz var mı? Kendini toplumsal etik değerlere bağlıymış gibi gösterip tam tersini sinsice yaparak zafer kazandığını düşünenlere ne demeli? Kendini değerli kılmak adına başkalarını görmezden gelmek, karalayarak değersizleştirme çabası bayağılık değil de nedir? Aslına bakarsanız, neredeyse toplumsal ve milli davranış biçimimiz haline gelmek üzere olan bayağılaşmak ve anlamını işimize geldiği gibi kullanıyoruz demek daha doğru olur. Sıfat olarak kullanıldığında ‘adi, aşağılık, kötü’ gibi anlamlar taşırken; zarf olarak kullanıldığında ‘aşırı fazla, oldukça fazla, çok’ manasına kavuşuyor. Aslında bildiğiniz bayağılaşıyoruz ve bu durum hoşumuza gidiyor, ‘bayağı güçlü, bayağı zengin’ şeklinde bayağılaşmak için can atıyoruz.
SANA DÜN BİR KULEDEN BAKTIM AZİZ ANKARA… ‘FABIEN BISTRONOMY’
Yahya Kemal Beyatlı’nın İstanbul, Kocamustafapaşa tepesinden bakarken gelen ilhamı kâğıda döktüğü ‘Sana dün bir tepeden baktım Aziz İstanbul…’ şiirine ve duygusuna özendiğimi belirtmeliyim. Atakule restore edildikten sonra yukarısına yani tepesine birkaç gün önce ilk kez çıktım. Botanik katındaki pizzacı ‘Alla Torre’nin de işletmecilerinden olan sevgili Kıvanç söylemese yukarıdaki restoranların açıldığını da bilmeyecektim. Fabien Bistronomy’e davet edince ikiletmeyip gittim… Gittiğimde ilk tepkim ‘ben kahvemi neden aşağıda içiyorum ki?’ dedim kendime… Aşağıdaki manzaralar da güzel ancak kulenin tepesine çıktıkça daha da güzelleştiği aşikâr. Şahane manzara ve bu şahaneliğin verdiği huzurla, hafiflik duygusu rahatlamanıza yetiyor. Kuş olup fiziki olarak uçacak halimiz yok elbette ancak bakış açısının değişmesi ruhunuzu olumlu yönde etkiliyor, yükünüz hafifliyor hayattan tat almak gerektiğini anımsıyorsunuz.
KAYA LEVREĞİ İLE BELUGA MERCİMEĞİNİN GÖKYÜZÜNDEKİ DANSI…
Başlığa bir anlam veremediğinizi biliyorum ancak bunun bir yemeğin içeriği olduğunu anlamışsınızdır. Tepedeki Fabien’de kahve ve içeceklerin yanı sıra şayet isterseniz karnınızı da doyurabiliyorsunuz. İşletme müdürü sevgili Barış Kaya, beni Fabien Bistronomy’nin genç ve maharetli şefi Uğurcan Üçler’le tanıştırdı. Uğurcan şahane bir menü hazırlamış… ‘İskandinav Açık Sandviç’le başladım… Reçetesi tamamen kendine ait ‘Sous Vide Usulü Kaya Levreği’ ile devam ettim, (Sous Vide, vakumda pişirme tekniği olarak biliniyor. Bu yöntemle pişen yiyecekler lezzet kaybına uğramıyor) Kaya Levreği bu teknikle pişirilmiş, tereyağı ile sotelenen beluga (siyah) mercimeğin üzerine yatırılmış. ‘Beurre Blanc’ denilen tereyağı ile hazırlanan nefis sos üzerine döküldükten sonra tahrik edici görüntüsüne kavuşuyor, yanında kereviz ve soğan turşusuyla gökyüzünde dans başlıyor. Finalde tatlı olarak, beyaz çikolata, süzme yoğurt, krema, karadut sorbe ve limon şekerleme ile hazırlanan ‘Cremonese’ muhteşemdi. Ben yemeğe, tatlıya ve genç şefin maharetine bayıldım. Gitmeden önce rezervasyon yaptırın. Sevgilinizle giderseniz her şeyin lezzeti katlanıyor… Aşkınızın da…