İstanbul Opera Derneği, İstanbul’da; ülkemizde ve uluslararası sanat platformlarında opera ve sahne sanatlarının gelişmesine ve geniş halk kitlelerine yayılmasına katkıda bulunmak amacıyla, Eylül 2022’ de kurulmuş bulunuyor. Derneğin kurucusu ve fikir annesi; Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi İstanbul Devlet Konservatuvarı Opera Ana Sanat Dalı Başkanı Soprano, Doç. Dr. Tülay Uyar Hatip. Kurucu üyeleri arasında ise kendisiyle birlikte; AKM Sanat Yönetmeni Remzi Buharalı, Opera Rejisörü Aytaç Manizade, Orkestra Şefi Paolo Villa, Besteci Prof. Dr. Hasan Uçarsu, Ses Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. İsmail Koçak, İstanbul Devlet Opera ve Balesi (İDOB) Baş Dekoratörü Efter Tunç, Opera Sanatçısı Otilia İpek, Kevork Tavityan, Nejat Işık Belen ve Prof. Dr. Murat Volkan Dülger yer alıyor.
İstanbul Opera Derneği, Türkiye’ nin devlet desteksiz kurulan ilk operası.
Dernek; opera sanatının en üst düzeyde icra edilmesi ve bu sanatın yaygınlaştırılması için opera yarışmaları ve sempozyumlar düzenliyor, ustalık sınıfı opera stüdyosu eğitimleri ve onur ödülleri veriyor.
İstanbul Opera Derneği, ayrıca; genç profesyonel opera sanatçılarının eğitimlerini ileri düzeyde devam ettirebilmeleri ve genç sanatçıların kariyerlerinde ilerleyebilmeleri için konserler düzenlemek, profesyonel opera prodüksiyonlarında başrol söyleyebilmeleri için gerekli altyapıyı onlara kazandırmak amacıyla İstanbul Opera Stüdyosu’ nu kurmuş bulunuyor.
Opera Derneği tarafından her yıl genç opera sanatçılarının motivasyonlarını ve performanslarını yükseltmeleri için fırsat yaratmak, kariyerlerinin başlangıç aşamasında onlara destek olmak amacıyla Ulusal Suna Korad Şan Yarışması’ nı düzenleniyor. Yarışmaya 33 yaşını aşmamış genç opera sanatçıları ile Türkiye’de üniversitelerin opera bölümlerini okuyan öğrenciler katılabiliyor. Yarışma sonucunda birincilik, ikincilik ve üçüncülük dışında mansiyon ödülü, jüri özel ödülü, üniversite kategorisinde de en genç opera sanatçısı özel ödülü veriliyor.
Türk opera tarihini ismini altın harflerle yazdıran Koloratür Soprano Suna Korad emsalsiz sesi, tekniği ve ifadesiyle dünyanın her yerinde hayranlık uyandırmış bir sanatçımız. Maria Callas, Renate Scotto, Tito Gobbi, Yehudi Menuhin, Mario der Monaco, Renate Tebaidi ve Rudolf Nuriyev gibi dünyaca ünlü sanatçılarla beraber dünyanın en önemli opera sahnelerinde konserler ve temsiller yapan Suna Korad’ a 1981 yılında Türk Hükümeti’ nin sanatçılara verdiği en yüksek unvan olan “Devlet Sanatçısı” unvanı verilmiş bulunuyor. Korad, opera sanatçılığı kariyerinin dışında, Opera Bölüm Başkanı olduğu Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi’ nde birçok başarılı opera sanatçısı yetiştirmiş bulunuyor.
Değerli Sanatçımız Suna Korad adına düzenlenen Şan Yarışması, ilk kez, 29-31 Mayıs 2023 tarihleri arasında gerçekleştirildi. Yarışmanın galibi İstanbul’ dan Eda Umay Akan oldu. İkincilik ödülünü Cansu Özel, üçüncülük ödülünü Duha Alkan aldı. Mansiyon ödülleri ise Zeynep Seray Özcan, Berna Yücel ve Sezgin Hamızoğlu’ na verildi. Suna Korad Gençlik Özel Ödülü’ ne de Jenişya Yaeş ile Buket Filiz lâyık görüldüler.
II. Ulusal Suna Korad Şan Yarışması 11-14 Mart 2024 tarihleri arasında Süreyya Opera Sahnesi’nde gerçekleştirilecek.
1964 yılında kurulmuş olan, Türk Kanser Derneği, Türkiye’nin en köklü sivil toplum kuruluşlarının başında geliyor. T.C. Bakanlar Kurulu’nun 1964/6-3728 sayılı kararı ile Kamu Yararına Çalışan Dernekler statüsünü kazanmış ve 74/8750 sayılı kararı ile de Türk adının kullanım hakkına sahip olmuş bulunuyor. Dernek, topluma koruyucu sağlık hizmetlerini ulaştırmak ve toplumda erken tanı bilincini oluşturmak için ücretsiz sağlık tarama hizmetlerini kesintisiz olarak halkımıza sunuyor. Aynı zamanda belediyeler ve kurumlarla iş birliği içinde, toplumu kanser hakkında bilgilendirmek amacıyla seminer ve konferanslar düzenliyor.
Türk Kanser Derneği, kurulduğu günden bu yana; “kanser hastalığı ile ilgili tüm konularda dünya çapında bilgi ve gelişim merkezi olmak, ulusal kanser bilincinin oluşturulması ve dünyadaki merkezlerle entegre çalışmalarıyla öncü kuruluş olarak bilinmek ve dünyada referans olarak gösterilen yenilikçi bir dernek olmak” vizyonu ile yürütüyor çalışmalarını.
Kanser hastaları için psikolojik destek çok önemli. Kanserin yaşamı tehdit eden önemli bir hastalık olması hem hastayı hem de yakınlarını psikolojik açıdan etkiliyor. Hasta için gelecek kaygısı, yaşam ideallerinin tehdit altında olması, güç ve kontrolün her şeye yetmeyebileceği gerçeği, sosyal rollerin değişimi, organ ya da saç kaybı yaşama gibi beden değişiklikleri, bağımlı ve muhtaç olma gibi hisler hastada ve hasta yakınlarında endişeye neden oluyor. Hastalığın etkilediği organa göre; biyolojik etkileri, hastalık algısı ve tetkik süreçlerinin yorucu psikolojik etkileri, tedavilerin yan tesirleri nedeniyle de psikolojik sıkıntılar yaşanabildiği bilinen bir gerçek. Mutsuzluk, isteksizlik, hayattan tat almama, uykusuzluk, yorgunluk, iştahsızlığın yanı sıra endişe atakları, öfke nöbetleri ve ölüm korkusu sıklıkla bu sürece eşlik ediyor. Bu dönemde hastaya gerekli psikolojik destek sağlanmazsa, hastalığın beden üzerinde yarattığı etkilerin kontrolü de ister istemez güçleşiyor.
Psikolojik desteğin kanser hastasını yaşama bağladığının, medikal tedavinin olumlu etkilerini büyük ölçüde artırdığının bilincinde olan Türk Kanser Derneği, kanserle mücadele eden hastalarına ve yakınlarına, ücretsiz olarak psikolojik danışmanlık hizmeti sağlıyor.
Gerek yetişkin gerekse çocuk kanser hastaları; ikamet ettikleri şehirlerde onkoloji hastanesi bulunmadığı ve/veya büyük şehir hastanelerimize gelmelerinin şart olduğu durumlarda maddi imkansızlıklardan dolayı başlarını sokacak bir ev bulamayabiliyorlar. Kanserle mücadele eden hastalar ve aileleri; yazın park ve bahçelerde yatarak kışın ise akrabalarının evlerine sığınarak, bazen bir göz odada tedavilerine devam etmeye çalışabiliyorlar. Daha da acısı, onkoloji hastanelerinin bulunduğu şehirlerimizde kalacak yeri olmadığı için kanser tedavisine devam edemeyen hastalarımızın var olma ihtimali…
Kanser hastalarının bu büyük sorununa çözüm getirebilmek amacıyla; İstanbul Şişhane’ de bulunan Türk Kanser Derneği Merkez Binası’ nda, Mucizevi – Konaklama ve Yaşam Merkezi hayata geçirilmiş bulunuyor. Mucizevi’ nde, hastalara ve refakatçilerine tedavileri boyunca ücretsiz olarak:
gibi pek çok yaşamsal hizmet veriliyor. İhtiyaç sahibi kanser hastalarının bu hizmetlerden faydalanabilmek için 0212 238 30 30 numaralı telefondan derneğe ulaşmaları yeterli.
Türk Kanser Derneği Genel Müdürü Özlem Egeli; “
Acaba hangimiz burnumuzun koku alma dışında ne işe yaradığı konusu üzerinde düşünmüşüzdür? Ben, yardımcım -daha doğrusu can yoldaşım- Mercan Türkmenistan’ a pasaportunu uzatmaya giderken kızımın yanına taşınmamış olsaydım, muhtemelen aklıma bile getirmeyecektim bu konuyu.
Zeynep’ in can yoldaşı, aynı zamanda da Mercan’ ın ablası olan Gevher rahat nefes alamıyor. Burnumuz, en bilinen fonksiyonuyla, koku almamızı sağlıyor. Ancak burun, koku almanın yanı sıra, vücutta özellikle dış etkenlere karşı hem klima hem de filtre görevi gerçekleştiriyor.
Solunum yoluyla vücuda alınan hava, burun yoluyla filtre ediliyor; dış dünyadaki bakteri, mikrop vs. gibi unsurlardan arındırılarak vücut iç işleyişine kazandırılıyor. Aynı zamanda burun yoluyla dış dünyadan alınan hava, yine burun yoluyla vücut işleyişi ve dengesine uygun nitelikte nemlendirilerek ve ısıtılarak, ideal havaya dönüştürüldükten sonra akciğerlere gönderiliyor. Bütün bu işlemler, saniyeler içerisinde sürekli olarak ve ortamın sıcaklığı, kirliliği, nemi değerlendirilerek burun tarafından hızlıca gerçekleştiriliyor.
Burun, sürekli ve hızlıca gerçekleştirdiği bu filtre ve klima fonksiyonlarını, ancak solunumun normal olduğu durumlarda yerine getirebiliyor. Burun fonksiyonlarının normal işleyişinin bozulması temel olarak, herkeste mevcut olan ancak daha sonra büyüme göstererek sağlık sorunlarına sebep olabilen burun eti dolayısıyla meydana geliyor.
Burun içerisinde, konka adı verilen ve solunan havayı temizleyip ısı bakımından da dengeleyerek akciğerlere yönlendiren, içleri kan damar ağlarından oluşan dokulara burun eti (halk arasında daha aşina olduğumuz haliyle genzi eti) adı veriliyor. Temel görevi, akciğere yönlendirilen havayı temizleyip ısıtarak termostat görevi görmek olan burun eti, ortamın sıcaklığına göre şişebilme veya küçülebilme özelliği taşıyor. Havanın sıcak olması durumunda, kan damarlardan çekilerek etler küçülüyor ve solunan sıcak havanın vücut sıcaklığına uygun olarak düşürülmesi sağlanıyor.
Burun fonksiyonları olarak bilinen ve yukarıda da belirtilen görevlerin bir kısmı, burun etinin görev kapsamına giriyor. Burun etleri, teneffüs edilen hava içindeki toz, mikrop, bakteri gibi unsurları burunda normal olarak sürekli üretilen mukoza salgısı yoluyla temizleyerek akciğerlere gönderiyor. Böylece burun etiyle hava temas eder etmez akciğer hava keseleri otomatik şekilde açılarak, efor sarf etmeden temiz havayı alıyor. Burun deliklerinden birinin sırayla 2-3 saatte bir açılıp kapanmasıyla, akciğerlerin çalışması düzenlenmiş oluyor.
Hepimizde, sağ ve sol burun boşluklarında üçer adet olmak üzere, toplam altı adet burun eti bulunuyor. Bu altı adet burun etinin içerisinde en çok çalışan burun eti; burunda en alt bölgede yerleşik bulunan, alt konka adını alan organ. Solunum yoluyla alınan havayı ilk karşılayan alt burun etleri, havanın sıcak, soğuk ya da kirli oluşuna göre büyüyüp küçülme gösteriyor.
Burun etlerinde büyüme meydana gelmesinin sebepleri ise, şu şekilde sıralanabiliyor:
Bugün Sizler’ le varlığını yeni öğrendiğim bir organizasyonla ilgili bilgileri paylaşmak istiyorum. Bu beynelmilel organizasyonun orijinal adı “Braille Without Borders” (BWB). Adını “Sınır Tanımayan Braille” olarak Türkçeleştirdiğim bu organizasyonun misyonu; gelişmekte olan ülkelerde görme engellilere, öncelikle Braille sistemini öğreterek, ümit vermek ve onların pratik becerilerini geliştirmek. Söz konusu ülkenin dilinde hazırlanmış Braille alfabesinin var olmadığı durumlarda ise, BWB önce bunu oluşturuyor. “Sınır Tanımayan Braille” in kurucuları, Sabriye Tenberken ve Paul Kronenberg.
Şimdi Sizler’ e, bu iki kurucudan biri olan Sabriye Tenberken’ i biraz tanıtmaya çalışacağım.
Kimi engelli kişiler öyle yeteneklere ve başarma azmine sahip oluyorlar ki, yalnız yakın çevrelerinin değil, büyük bir kitlenin kahramanı ve lideri haline geliyorlar. Sabriye Tenberken’ in öyküsü de işte bunun en güzel örneklerinden biri.
Almanya’nın Bonn şehrinde 1971 yılında dünyaya gelen Sabriye, 2 yaşındayken görme bozukluğu yaşamaya başladı. Doktorlar “retina dejenerasyonu” teşhisi koydular ve görme yetisinin on yıl içinde giderek kaybolacağını haber verdiler. Bunun üzerine anne ve babası, önlerindeki bu kısa süre içinde ona dünyayı tanıtmaya çalıştılar. Müzeleri gezdirerek, bol bol seyahat ettirerek tüm renkleri zihnine kazıdılar.
Sabriye önceleri görme yetisinin kaybını başkalarından ve özellikle okul arkadaşlarından gizlemeye çalıştı. Ancak bunda başarılı olamadı ve arkadaşlarının alaylarına ve kötü davranışlarına katlanmak zorunda kaldı. Bunlar onun moralini bozduğu için ailesi onu görme engellilerin pratik eğitimini sağlayan bir okula gönderdi. Sabriye burada ata binmeyi, yüzmeyi, rafting yapmayı, “Braille” alfabesini ve hepsinden önemlisi, kendine güvenmeyi öğrendi. Nihayet, herkesten biri olmuştu; arkadaşları vardı ve oldukça mutluydu. “Çirkin ve kör olabilirim, ama beynim var; çok şey başarabilirim.” diyordu.
13 yaşında görme yetisinin tamamını yitiren Tenberken, 8. sınıftayken uygulamalı ders olarak gittikleri bir müzede Tibet tarihi, dini ve gelenekleri ile tanıştı. Bu deneyim onu öylesine etkiledi ki, Tibet’e gidip orada körler için bir okul kurmayı düşlemeye başladı.
Sabriye, hayallerini gerçekleştirme yolundaki ilk adımını Bonn Üniversitesi’nde Orta Asya Bilimleri dalında lisans eğitimi alarak attı. Yüksek lisansını ise Tibetoloji alanında tamamladı. Ancak kör olduğundan, Tibet dilindeki ders notlarını okuyabilmek için bir yol bulması gerekiyordu. Almanca metinleri “Braille” alfabesine çeviren bir makinesi vardı, ama Tibet metinlerinden “Braille” yaratacak hiçbir sistem yoktu. O da yalnızca kendi kullanımı için ve kendi yöntemleri ile Tibet dilini “Braille” alfabesine çevirdi. Sonraları bu, Tibet’in resmi “Braille” alfabesi haline geldi.
1997 yılında, 26 yaşındayken, etrafındaki herkesi dehşete düşürerek, tek başına Çin’e gitti. Orada aldığı yoğunlaştırılmış Çince eğitiminin ardından, 2,6 milyonluk nüfusunun 30 binden fazlasının kör olduğunu öğrendiği Tibet’e geçti. Tibet’te karşılaştığı durum, Sabriye’yi dehşete düşürdü. Görme engelli kişiler izole edilmekte, horlanmakta, bazen dövülmekte veya terkedilmekte ya da sokaklarda dilenmeye zorlanmaktaydılar. Görmezliğin kötü kaderin bir nişanı kabul edildiği Tibet’te, körlerin hemen hemen hepsi asosyal ve eğitimsizdi. Sabriye, ikisi Tibetli olan üç arkadaşıyla, at sırtında köyden köye dolaşmaya başladı. Köylüler onun ilk kez at sırtında köylerine geldiğini gördüklerinde, görmez olduğuna inanmayı reddettiler. Ancak o, yılmadan, onlara görmez olmalarına rağmen çocuklarının da ata binebileceklerini, okuyup yazabileceklerini anlattı. Ve sonunda onların güvenini kazanmayı başardı. Hatta bir Tibetli Sabriye’ye
2023 yılını, son günlerinde geçirdiğim rahatsızlıklardan ötürü, oldukça yorgun bitirdim. Baktım ki yeni yıla da aynı yorgunlukla girmiş bulunuyorum, bu durumumu Sizler’ e yansıtmamak için 15 gün izin alıp dinlenmeye çalıştım. Ve nihayet, yeniden birlikteyiz…
Bugünkü yazıma eski bir Hint Masalı ile başlamak istiyorum:
“Bir fare, kedi korkusu sebebiyle devamlı endişe içinde yaşamaktadır.
Büyücünün biri fareye acır ve onu bir kediye dönüştürür. Ama fare, kedi olmaktan son derece mutlu olacağı yerde bu kez de köpekten korkmaya başlar.
Büyücü onu bir kaplana dönüştürür. Kaplan olan fare, sevineceği yerde, bu kez de avcıdan korkmaya başlar.
Büyücü bakar ki, ne yaparsa yapsın farenin korkusunu yenmeye imkân yoktur. Böylece onu tekrar eski haline dönüştürür ve der ki; "sana yardım edemem, çünkü senin korkun, cinsinden değil, yüreğinin küçüklüğünden kaynaklanıyor".
“İnsanların da çoğu, büyük bir yürek taşımadığı için korkuyor...”
1999 yılında Varlık Yayınları için Susan Jeffers’ ın “Feel the Fear and Do It Anyway” adlı kitabını tercüme etmiş, kitap adını Türkçe’ ye
Dar gelirli bir aile, gelişmemiş bir toplum, o toplumda engelli bir kız çocuğu olmak! O çocuğun engelli de olsa toplum içinde var olan, yapıcı olabilen özgür bir birey olma düşü vardı. Tek başına yaşama geçiremeyeceği kadar büyük bir düştü bu… Nasıl olacaktı ki? Kadının ikinci sınıf vatandaş olarak görüldüğü, okuma hakkı dahi olmadığı bir toplum… “Kız çocuklarını okutmayan bir toplumda engelli bir kız çocuğu için imkânsızı istedim belki de… Hayal etmek ile başlar her şey derler. O kız çocuğu da hayallerine sıkıca sarıldı galiba.”
Bu sözler Türkiye Kas Hastalıkları Derneği yönetim kurulu üyelerinden Fatma Çoban’a ait. Daha tanıdığım gün Fatma’ya hayran kaldım ben. Ve o günden beri onun hikayesini yazmayı düşlüyorum.
On iki çocuklu bir ailenin beşinci çocuğu olarak 1968 yılında Tatvan’da dünyaya gelmiş Fatma. Annesi ile babası amca çocukları. Annesi de babası da sağlıklı. Daha ilkokul öğrencisi iken kas hastası olduğunu öğrenmiş Fatma. Ailenin ilk çocuğu, yani Fatma’nın en büyük ağabeyi de kas hastasıymış; onu otuzlu yaşlarındayken kaybetmişler. İlk çocuktan sonra gelen iki çocuk küçük yaşlarda hayata veda etmiş, sebebi bilinmiyor. Fatma onların da muhtemelen kas hastası olduğunu düşünüyor. Dördüncü çocuk, yani Fatma’nın şu anda elli yaşında olan ağabeyi ise hayatını sağlıklı olarak sürdürüyor. Fatma’dan sonra doğan çocuklarda ise hastalık sıra atlamış; yani Fatma’nın kendinden küçük yedi kardeşinin üçü kas hastalığına yakalanmış. Bir erkek, bir de kız kardeşi otuzlu yaşlarının başlarında büyük ağabeyleri gibi hayata gözlerini yummuşlar. Sağlıklı olan dört kız kardeş halen evli, hepsinin çocukları sağlıklı. Fatma ve kendisi gibi kas hastası olan kız kardeşi aileyle birlikte yaşıyor.
Kas hastalıkları bildiğiniz gibi genetik, yani kalıtımsal, hastalıklar. Bu hastalıklar dominant (baskın) ya da resesif (çekinik) olarak kalıtılıyorlar. Fatma’nın hastalığı Kavşak Tip Kas Distrofilerinden (LGMD – Limb-Girdle Muscular Dystrophies) Sarkoglikanopati (Sarcoglycanopathy). Sarkoglikanopatiler (LGMD2C, 2D, 2E ve 2F) kavşak tipi müsküler distrofinin resesif geçişli türlerinden. Bu, şu anlama geliyor: kişi aynı genin olumsuz yönde değişmiş (mutasyonlu) iki kopyasını (her bir ebeveynden değişmiş birer kopya) taşırsa bu hastalığa sahip oluyor. Eğer kişi genin bir değişmiş kopyasını ve bir normal kopyasını taşıyorsa, normal kopya değişmiş kopyayı telafi ettiği için kişi genellikle hasta değil taşıyıcı oluyor. Taşıyıcı bireyler çoğunlukla hastalık belirtileri göstermiyorlar. Eğer eşler aynı değişmiş geni taşıyorlar ise, çocuğa normal geni aktarabilecekleri gibi değişmiş geni de aktarabiliyorlar.
Diyelim ki, anne ve baba ikisi de aynı değişmiş geni taşıyor. Çocuğun hem annesinden hem de babasından aynı değişmiş geni alma ihtimali, yani hasta olma ihtimali %25. Değişmiş geni sadece annesinden ya da sadece babasından alması, diğer ebeveynden ise değişmemiş geni alması durumunda, çocuk taşıyıcı olmasına rağmen hasta olmuyor. Çocuk hem anneden hem de babadan değişmemiş geni alması durumunda ise ne hasta ne de taşıyıcı oluyor; dolayısıyla kalıtımsal süreç burada son buluyor. Bu sonuçlar, kız veya erkek çocuk fark etmeden, rasgele (şans eseri) meydana geliyor.
Akraba evlilikleri kalıtsal hastalık olasılığını artıran bir faktör. Türkiye akraba evliliğinin sık görüldüğü ülkeler arasında. Türkiye genelinde ortalama akraba evliliği yüzde 25 civarında iken, bazı bölgelerde bu oran yüzde 50’ye yakın. Bu nedenle ülkemiz nüfusunda kalıtsal hastalık sıklığı dünya geneli için belirlenen değerlerden daha yüksek. Resesif geçiş gösteren hastalıklarda, akraba evliliği hastalığa ilişkin mutasyonu taşıyan iki alenin bir araya gelme olasılığını artırıyor. Bu durumda, dünyaya gelen çocuklarda hastalık görülme ihtimali de artıyor.
Meselâ, Ali ve Ayşe amca çocukları. İkisinin de babaları taşıyıcı, Ali ve Ayşe de taşıyıcı. Ali ve Ayşe’nin çocuğu Mehmet’in hem Ali’den hem de Ayşe’den değişmiş geni alarak hasta doğma ihtimali %25 (1/4). Diyelim ki Ayşe hiçbir akrabalığı bulunmayan Hasan ile evlendi. Ayşe ile Hasan’ın çocuğu Oya, Ayşe’den değişmiş geni alsa bile Hasan’dan değişmemiş gen alacağı için sadece taşıyıcı olacak, hastalığın belirtilerini göstermeyecek, sağlıklı bir yaşam sürdürebilecek.
Ülkemizde yaygın olan birinci derece kuzen evlilikleri göz önünde bulundurulduğunda, çocukta kalıtsal hastalık görülme riski dünya geneline oranla anlamlı ölçüde yükseliyor. Ailenin önceki yakın jenerasyonlarında akraba evliliği bulunmadığı varsayıldığında, birinci dereceden kuzenlerin genetik bilgisinin yaklaşık yüzde 12,5 oranında ortak olduğu görülüyor. Bu durumda, çiftin çocukları yaklaşık yüzde 6,25 oranında homozigot (iki aleli* de birbirinin aynı) gen çiftine sahip oluyor. Bu oran, hastalık riskini 2 ila 3 kata kadar artırıyor.
Dünyanın lider biyoteknoloji şirketlerinden biri olan Amgen, aralarında Türkiye' nin de bulunduğu uluslararası alanda 100'den fazla ülkede, 20 binin üzerinde çalışanıyla; 1980'den beri insanlar için tedaviler keşfeden, geliştiren ve bunları tıbbın hizmetine sunan bir biyoteknoloji firması.
Amgen, “öncü bilim - hayati ilaçlar” felsefesi ile, bilim ve biyoteknolojinin sunduğu olanakları en üst düzeyde kullanarak gerçekleştirdiği araştırmalardan elde ettiği genetik bilgiler ve ileri analiz araçlarıyla DNA ile hastalık arasındaki bağlantıları kuruyor. Bu sayede onkoloji, hematoloji, nefroloji, romatoloji ve kardiyoloji alanlarında mevcut tedavilere farklılık getiren birçok biyoteknolojik ürünün keşfedilip geliştirilmesi ve tıbbın hizmetine sunulması süreçlerini gerçekleştiriyor.
Amgen, stratejik önem taşıyan bölge ülkelerinde büyümeyi hedeflemiş ve Türkiye’yi de faaliyet göstereceği ülkelerden biri olarak belirlemiş bulunuyor. Amgen; inovatif ilaçlar keşfetme, geliştirme, üretme ve sunma yoluyla, ciddi hastalıklarla mücadele eden insanlar için biyolojinin potansiyelini çözmek üzere kararlı bir şekilde çalışıyor. Bu yaklaşım, hastalığın karmaşık yapısını aydınlatmak ve insan biyolojisinin temel ilkelerini anlamak amacıyla, ileri insan genetiği gibi araçların kullanılması ile başlıyor.
Amgen, karşılanmamış önemli tıbbi ihtiyaç alanlarına odaklanıyor. Kişilerin sağlığını ve yaşam kalitelerini belirgin şekilde iyileştiren çözümler geliştirmek üzere, biyolojik ilaç üretim uzmanlığından yararlanıyor. 1980 yılından beri biyoteknoloji alanında öncülük eden Amgen, dünyanın lider bağımsız biyoteknoloji şirketlerinden biri haline gelmiş durumda. Dünya genelinde milyonlarca hastaya ulaşan Şirket, kendi alanında çığır açacak ilaçlar geliştirmeyi sürdürüyor.
Merkezi Thousand Oaks, Kaliforniya olan Amgen, dünya genelinde 100'den fazla ülkedeki faaliyetleri ile kanser, böbrek hastalığı, enflamasyon, kemik hastalığı ve diğer ciddi hastalıklarla savaşan milyonlarca insana ulaşıyor.
Şirket’ in ilaçları, genellikle, etkili tedavi seçeneklerinin sınırlı olduğu zor hastalıklara yönelik ya da mevcut tedavilere uygun alternatif sunan tipte ilaçlar. İnsan genetiği alanındaki ilerlemeler hastalıkların moleküler temellerine ışık tutmaya devam ettikçe, Amgen de insanlardaki hastalık tehditlerini tespit etme ve doğrulama biçimini iyileştirmeyi hedefliyor.
Dünya genelinde ciddi hastalıklarla savaşan milyonlarca hastanın tedavisi, enjeksiyonla ya da intravenöz olarak uygulanabilen biyolojik ilaçların güvenli ve güvenilir bir şekilde üretilmesine bağlı. Biyolojik ilaç üretiminde dünyanın öncü şirketlerinden biri olan Amgen; yüksek kaliteli ilaçlara ihtiyaç duyan hastalara, bu ilaçları güvenilir bir şekilde sunma konusunda gurur verici bir geçmişe sahip. Zira Amgen' da kalite kontrol süreçlerindeki titizlik ve hastalara güvenilir ilaç tedariği, en az bilimsel inovasyon kadar büyük bir öneme sahip.
Amgen; Amgen Vakfı aracılığıyla, 1991 yılından bu yana, geleceğin bilim insanlarına ilham vererek bilim okuryazarlığını güçlendiriyor.
Dünkü yazımda ifade etmiş olduğum gibi, Çocuk Hematoloji ve Onkoloji Uzmanı Prof. Dr. Fatih Erbey’ den “kemik iliği transplantasyonu” konusunda almış olduğum bilgileri Sizler’ le paylaşmaya devam ediyorum.
Kök hücre nakil ünitesine yatış
Nakil öncesi hazırlıkları tamamlanan hasta üniteye yatırılıyor. Ünitede hasta, banyo ve tuvaleti olan tek kişilik odada, sıklıkla annesiyle birlikte kalıyor. Kemik iliği nakil üniteleri ziyaretçinin yasak olduğu, görevi olmayan sağlık personelinin dahi giriş-çıkışına izin verilmeyen izole üniteler. Ünitede hava yoluyla hastaya bulaşabilecek mikroorganizmaları temizlemek için, “Hepa Filtre” adı verilen özel bir havalandırma sistemi bulunuyor.
Hazırlayıcı rejimler:
Hazırlama rejimleri, ‘kök hücre naklinden hemen önceki 5-10 günlük dönemde hastalara uygulanan yüksek dozda kemoterapi ve/veya radyoterapi tedavileri’ anlamına geliyor. Hazırlama rejimleri hastalığın tipine, yapılacak olan kök hücre nakline ve donör tipine bağlı olarak seçiliyor.
Kök hücrenin verilişi:
Hazırlama tedavisi sonrasında toplanan kök hücreler, tıpkı kan verir gibi, kateter yoluyla alıcının kan dolaşımına veriliyor. Kök hücreler kendi yollarını bularak kemik iliğine gidiyor ve yamalanmaya başlıyorlar. Bu dönemden sonra alıcıya tam bir destek tedavisi uygulanıyor. Enfeksiyonlardan koruyucu ilaçlar, gerektiğinde kan transfüzyonu ve özellikle allojeneik nakillerde doku reddini önleyici bağışıklığı baskılayıcı tedaviler yapılıyor.
Kök hücrelerin yamalanması: