Son günlerde ünlüler dünyasında yaşanan olaylarda ilgimi çeken sosyal medyada paylaşılan “kocama dokunma” hashtagi ve akabinde yazılan yazılar oldu. (Olayı kişiler bazında değerlendirmediğimi belirtmek isterim.)
“Kocama dokunma” etiketini ve yapılan yorumları okuyunca yıllaaar önce evli bir arkadaşımla yaptığımız konuşma geldi hatırıma, paylaşmak istedim;
+ Ayşe, ne olacak bu işin sonu bekâr kızlar evli mevli demiyorlar, kocalarımıza nasıl sahip çıkacağız?
- Benim kocam var mı arkadaşım?
+Yok.
- Olmayan bir şeyin endişesini neden yaşayayım?
+ …
Nedense önemi kadar gündem olmayan bir sorundur, özel gereksinimli çocukların eğitimleri.
Bu konuda biraz bilgisizlikten biraz önyargılardan kaynaklanan sorunlarımız var. Velilerimiz sadece özel gereksinimli çocuklara değil, engelli öğretmenlere de karşılar. Hatırlarsanız önceki yıl köşeme de konu ettiğim görme engelli Reyhan öğretmenin sınıfına gizli kamera koyarak, öğretmenin engelinden dolayı görevini yapamadığını tespit (!) etmişler ve azlini istemişlerdi.
İki aile düşünün;
Biri çocuğunun engelli yaşıtlarıyla veya öğretmenle tanışmasından, birlikte yaşamasından endişe duyuyor,
Diğeri ise, engelli çocuğunun okulda zarar görmesinden, alay edilmesinden dolayı okulu bırakmasından endişe ediyor.
Endişeli tüm velilerimizi, İstanbul Medeniyet Üniversitesi Okul Öncesi Eğitimi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Emine Ayyıldız’ın konuyla ilgili açıklamalarıyla baş başa bırakıyorum.
“Toplumumuzda özel gereksinimli bireylere karşı oluşmuş pozitif veya negatif önyargılar, inançlar ve yanlış bilgiler özel gereksinimli çocuklar ve aileler için artı bir sorun maalesef. Nedense toplumumuzda özel gereksinimli çocukların eğitim almada ve yaşamlarını bağımsız olarak sürdürmekte zorlanacaklarına dair yanlış bir düşünce var.
Dünyada ve ülkemizde, özel gereksinimli çocukların yetersizliklerinin türü veya derecesi ne olursa olsun istedikleri okulda ve yaşıtlarıyla eğitim alma hakkı garanti altına alınmıştır aslında. Ülkemizde dâhil edici/kapsayıcı eğitim (inclusive education) adıyla bilinen bu sistem yasalar ve yönetmeliklerce son derece açık olarak ortaya konmuştur. Sorun buradan sonrasında başlamaktadır. Bazı eğitimciler, okul yöneticileri ve tipik gelişim gösteren çocukların aileleri, özel gereksinimli çocukların yaşıtlarıyla aynı ortamda eğitim görmelerine karşı çıkmaktadır. İyi niyetli karşı çıkışın çözüm önerisi ise bu çocukların kendileri için özel eğitilmiş öğretmenlerden ve onlar için açılmış özel eğitim okullarında eğitim almaları.
Geçen gün Nevşin Mengü, Ahmet Taşgetiren, Kadir Topbaş ve Abdullah Gül’ü kaleme aldığı yazısında “Çok mu zalimim?” diye sormuş. Cevap vermek istedim kendisine, zalimliğiniz baki kalmakla birlikte çok saygısızsınız Mehtap Hanım, hem de en kıdemlisinden.
Etrafınıza bir bakın bakalım; hakkında verip veriştirdiğiniz Kadir Topbaş, Abdullah Gül ve Ahmet Taşgetiren’le ilgili geçmişi ve hukuku olanların tavrı hali nasıl, sizin ki nasıl?
En başta da çok sevdiğinizi (!) iddia ettiğiniz Tayyip Bey’i takip ediniz bakalım bu isimlerle ilgili ne söylemiş.
Yoksa kendileri “Mehtap Hanım, ben konuşamıyorum. Siz benim adıma arkadaşlara bir racon kesin.” mi dedi size?
Ama pardon; bahse konu isimlerle ilgili dalga geçmeyenler, saygı duyanlar sizin için “Bizim mahallenin sevgi pıtırcıkları” değil mi?
Bizim mahallenin ağabeyleri geçmişte çok şeye gözünü kapatmıştır, doğrudur, lâkin gördüğüm kadarıyla duruşunuzla bizim mahallenin ağabeylerini eleştirecek durumda değilsiniz. Şahsen onların dününü, bugünün sizine tercih ederim.
Hangi görüşten olursa olsun insanların bir anlık hataları sebebiyle işlerinden olmalarına üzülenlerdenim. İnanır mısınız, Nevşin Mengü’ye üzüldüm. “Keşke yaşanmasaydı.” Dedim.
Henüz 18 yaşında bir genç kızın sorumsuzca yaptığı bir sosyal paylaşımı nedeniyle tacının elinden alınmasına da üzüldüm.
Deneme-yanılma yöntemini en çok uyguladığımız eğitim sistemimizde “Teog kaldırılmalı mıydı?”dan ziyade “Teog böyle mi kaldırılmalıydı?” sorusu gündemi epey meşgul edecek görünüyor.
Teog’un kaldırılması iyi mi oldu kötü mü oldu bunu zaman gösterecek ama kaldırılış şeklinin iyi olmadığı açık olan bir vakıa.
Teog’un kaldırılacağından haberi olmayan ve günler önce sistemi öven Milli Eğitim Bakanı’nın, ilgili sınavın kaldırılma düşüncesinde de etkisi olmadığı kanısına varıldığından “Bu Teog’un kaldırılması da nereden çıktı durup dururken?” sorusunun cevabını herkes merak ediyor.
Eğitim sistemimiz, Tayyip Bey’in başarısız bulduğu bir alan ve bunun için de Teog sistemi yerine dünyada uygulanmış, başarılı eğitim sistemlerinden birinin ülkemizde uygulanmasını istiyor. Teog’un yerine gelecek sisteme nasıl karar verileceğini zaman gösterecek elbette.
Görünen o ki, Tayyip Bey, eleştirdiği eğitim sistemiyle ilgili araştırmalar yaptırmış ve uygulamak için düğmeye basmış. Tayyip Bey’i, Teog konusunda eğitim camiasının içinde olan yakın çevresi etkilemiş olabilir mi, bilemiyorum. Kendisinin ülkesinin evlatları için kötü bir şey istemeyeceğinden şüphem yok.
Lâkin Teog’un kaldırılma şekli daha farklı olabilirdi. Cumhurbaşkanı konuyla ilgili rahatsızlığını dile getirdikten sonra Milli Eğitim Bakanlığı bir çalıştay düzenleyerek kapsamlı bir rapor hazırlayıp kamuoyuna ve Cumhurbaşkanı’na sunabilirdi.
Geçtiğimiz aylarda “Başkanlık Sistemi” için referandum yaptık. Sisteme karşı olanların en büyük eleştirisi ve endişesi “Başkan olacak kişinin her istediğini uygulama gücünün olması” idi. Daha referandumun mürekkebi kurumadan yaşanan bu ve benzeri olaylar maalesef önümüzdeki seçimler için olumsuz bir örnektir.
Hepimizi ilgilendiren bir sistem değişikliği için “Bize güvenin.” demek ve güvenmeyenleri suçlamak doğru ne kadar doğrudur?
Mekke’ye ilk defa giden Türk arkadaşlarım, namaz kıldırırken ağlayan Sudeysi’yi dinleyince bana “Acaba neden bu kadar sık ağlıyor?” diye sorarlardı, ben de “Sanırım okuduğu ayetlerden etkileniyor.” cevabını verirdim.
Geçen gün İslam Âlemi Birliği’nin düzenlemiş olduğu konferansta konuşmacı olarak katılmak üzere New York’a giden Sudeysi’nin açıklamalarını okuduktan sonra niçin ağladığını daha iyi anladım.
Kendisi "Bugün, Suudi Arabistan ve ABD; dünyanın iki kutbu. Allah'a hamdolsun dünyayı birlikte yönetiyorlar." deyip iki ülkenin insanlık için atacakları adımlar (!) için güzel temennilerde bulunduktan sonra sözlerini Amerika ve Başkanı Trump’a dua ederek tamamlamış.
Sudeysi, zannımca Trump’ın Suudi Arabistan’ı da yönettiğinin de farkında ama belli etmiyor.
Kendi ülkesinin kadınlarının yaşam hakkı ve özgürlükleri için adım atmayan bir ülke dünya için ne yapabilir hiçbir fikrim yok ama demek ki varmış bilmediğim bir şeyler.
Bundan sonra “Ayşe, bu Kâbe İmamı neden ağlıyor?” diye soranlar olursa “Mutluluk gözyaşları…” diyeceğim. “Hayır duası ettiği yöneticilerinin dünyaya getirdikleri refah seviyesine, Filistin’de, Yemen’de, Suriye’de, Arakan’da yaşayan çocukların mutluluğuna (!) ağlıyor.”
Bir Türk vatandaşı olarak rahatsız olduğum iki olay;
Yılmaz Özdil’in 19 Eylül tarihli yazısında yer verdiği gazilerimizin sözleri bir Türk vatandaşı olarak beni derinden üzdü.
Öncelikle tartışılması gereken ciddi bir sorunumuz olduğunu kabul edelim; ister siyasetçi, ister sanatçı ister gazeteci olsun, ünlülerle birlikte fotoğraf çekilme alışkanlığının tavan yaptığı zaman diliminde ünlüler ne yapacak? “Sizinle fotoğraf çekilebilir miyiz?” sorusuna “Önce bir GBT’ne bakalım.” mı diyecek? Hadi GBT temiz çıktı diyelim, bugün fotoğraf çektirdiğiniz kişinin ileride bir suça karışmayacağı ne malum?
Soylu’yu şahsen tanımıyorum ama bir Karadenizli olarak bölgesine olan ilgisini ve göreviyle ilgili aidiyetini takdir ediyorum.
Soylu, terörle mücadelede hayatını ortaya koymuş bir adam. Yakışıksız bir olaya karışan ve akabinde gözaltına alınan bir densizle fotoğrafı var diye istifasının istenmesi haksızlıktır.
Cenaze ve sonrasında yaşananları takip ettikçe; sadece cenazenin gömülmesi esnasında yaşananlar değil, fotoğraf olayının da bu provokasyonun bir parçası olduğunu düşünmeye başladım. Olaya karışan kişilerin bu anlamda sorgulanmalarının faydalı olacağına inanıyorum.
Fakat bununla birlikte Soylu’nun söz konusu fotoğrafla ilgili olarak “Aşağılıksınız!” sözüyle başladığı ve aşırı tepki gösterdiği açıklamasını sevmedim…
Son zamanlarda Soylu’nun konuşma dilini ağır buluyorum. Sanırım içinde bulunduğu şartların etkisiyle bu şekilde açıklamalarda bulunuyor.
Bu kadar zor bir görevi bu kadar başarıyla yürüten bir insanın kendini ifadede takılmasına üzülüyorum şahsen…
1 kilo fındık, 750 gr. kakaolu fındık kreması etmiyor.
Son zamanlarda 28 Şubat çok konuşulur oldu nedense. Mesele ideolojik olsa başım üstüne fakat işin aslı öyle değil. 28 Şubat sürecine medyanın dâhil edilmesini isteyenlerin masumiyetine inansam amenna.
Fikir mücadelesinden çıkıp fiziki mücadeleye giren ve bazı gazetecilerin geçmiş üzerinden bugünün hesabını yapmalarına, o günün “Hedef kitlesinde” olan biri olarak itiraz etme hakkım olduğunu düşünüyorum.
Bünyesinde yazdığım Hürriyet gazetesinin o dönem manşetlerini elbette hatırlıyorum ama o manşetlerden korkarak bize hayatı zindan eden bugünün aslanlarını (!) da unutmadım.
O dönem aktif siyasetteydim, bugün beni köşesinde anlatan Ertuğrul Özkök’ün manşetleri canımızı az yakmadı. Lâkin canımızı asıl yakan, siyasi geleceğinden korkarak bizi bir kalemde silen dava erkeklerimizle, meslek sahibi olan başörtülü genç kızların emeğini suiistimal eden iş adamlarımız oldu.
Ne yapacağız? Geçmişten ders mi alacağız yoksa ısıtıp ısıtıp gündem mi yapacağız? 28 Şubat’ın kinini ben tutacağım, dün Ergenekon mağduru olanlar kinini bugün tutacak, bugünün FETÖ mağdurları yarın kin tutacak...
Bu mudur istenen?
Kusura bakmayın beyler ama kavganızı mertçe yapmıyorsunuz.
Geçenlerde başörtülü bir genç kız, Ertuğrul Bey’in benimle ilgili olarak yazdığı “… Hürriyet bugüne kadar başörtülü yazar almamıştı ama o bir kapı buldu, girdi.” yazısı üzerine bana “Bu sözleri gurur yapmıyor musunuz, onurunuz zedelenmiyor mu?” diye sordu. “Yapmıyorum.” Dedim, gurur anlayışım farklı. O kapıdan girerken bir şeyleri kapı önünde bıraksaydım o zaman onurum zedelenirdi. Hayatta olmasını istediğim şeyler için cambazlık yapmadım, net bir insanımdır.
Kendisine buradan bir mesaj göndermek istedim:
Ahmet Bey, benim inandığım Allah Rahman’dır, yani ateist de olsa haksızlığa uğrayan kulunun hakkını gözetir ve beddua etmese de ilahi adaletini gerçekleştirir. Öyle dindar mindar bakmaz, kul hakkını da affetmez.
Bu kâinatta bir cehennem var Ahmet Bey, yaşayanlar bilir…
Cumhuriyet gazetesi yönetici ve yazarlarının tutuklu yargılanmasına karşı olanlardanım. FETÖ gibi bir örgütle ilişkilendirilmek kabullenilmesi zor bir durum. Bu sebeple, görevini yapan gazetecilerin veya faizsiz banka olması sebebiyle Bank Asya’ya para yatırdığı için görevinden azledilen insanların isyanını anlamak durumundayız. “Yapmıştır bir şey” mantığı kolaydır, ta ki siz de yapmadığınız bir şey için itham edildiğiniz zamana kadar.
İster dindar olsun ister ateist, ülkemin Cumhurbaşkanı’na olan öfkesi, eleştirisi (haklı bile olsa) sebebiyle herhangi terör örgütüyle işbirliği içinde olmayanlara saygım vardır.
Cumhuriyet gazetesinin yayın politikasını ve eleştiri dilini haksız bulurum. Katı laiklik anlayışları, katı din anlayışı olanlardan farksız benim için. Lâkin gönlüm FETÖ vs. terör örgütleriyle işbirliği içinde olmamasından yanadır. Varsın bizi sevmesinler; ihanet içinde olmasınlar, kâfi...
Zorlu bir zamandan geçiyoruz, yıllar sonra bugün suçlu gözüyle bakılanlar aklanabilir veya masum olarak görülenler suçlu ilan edilmiş olabilir. Ama geçmiş bize öğretti ki asıl mesele dik durmakla ilgilidir.
Cumhuriyet gazetesi davasında yargılanan (tutuklu yargılanmasına karşı olduğum) Can Dündar gibi olmamak var.