Paylaş
Dört kadının banka soygununu anlatıyor.
Eğlenceli bir film.
Meltem Cumbul da öyle.
Gözünde ışık olan bir kadın.
İçini temiz tutmaya çalışan bir kadın.
Bir sürü meseleye kafa yoran bir kadın.
Bir sürü kayıp vermiş bir kadın.
Vefalı. Merhametli. Cesur.
Ve derin.
Galiba onu en çok tanımlayan sıfat bu:
Derin.
Evet, bir tarafı çok neşeli, komik, tatlı, ama ruhunun bir tarafı da uçurumlar kadar derin…
Mimar Sinan’da hocalık yapıyor.
Öğrencileriyle, ‘Bent’ diye bir oyun sahneye koydu. İlk yönetmenlik deneyimi. Mutlaka izleyin. Çok iyi bir iş çıkarmışlar.
Onun hayat mottosu, ‘Deneyimlemek.’
Mehmet Turgut çekti bu fotoğrafları, tabii ki filme gönderme yapması için ben de soyguncu olmayı -en azından görüntüde- deneyimledim.
Mehmet Turgut’a da teşekkür ederim.
Yeni bir sinema filmiyle karşımızdasın...
-Evet, ‘Kadın işi.’ Bu ülkede kadın olmak zor. Oynadığım karakter de, bütün bu zorlukları yaşamış biri. En dibe vurduğu zamanda, hastalık da geliyor. Meme kanseri oluyor. İşleri yolunda gitmiyor, atölyesi kapanıyor, borca giriyor. Kredi alıyor, ödeyemiyor. Üç yaşındaki çocuğuyla eve geri döndüğü için, annesi de aslında onu istemiyor. Bütün bu çıkmazların içinde debelenirken, kendine trajikomik bir çözüm buluyor: Banka soymak! Film, dört kadının banka soygununu anlatıyor. Eğlenceli bir film…
Neden dört kadın?
-Çünkü arkadaşları kredi alırken ona kefil olmuşlar. Film, aynı zamanda kadın dostluğunu da anlatıyor. Allah’tan sonunda yırtıyorlar, bu da hoşuma gitti. Aslında hakları olan şeyi geri alıyorlar. Bir sürü bankanın gerçekten fazla fazla faiz aldığını düşünüyorum...
‘Kadın işi’ diye bir şey var mı gerçekten?
-Olmaz mı? Ben kadın dayanışmasına yürekten inanıyorum.
Hangi açıdan kadınlar farklıdır? Hayata başka türlü mü bakarlar?
-Kesinlikle evet! Kadınlar, her şeyin üstesinden gelir. Yalnız kalmayı becerirler. Aile içinde de dostluklarında da sorumluluk almayı bilirler.
Filmde oynadığın karakter, vazgeçmediği direnci ve enerjisiyle öne çıkıyor. Sen de öyle misin?
-Evet. Vazgeçmeyi, ölmedikçe düşünmem! Madem hayattayım, yaşıyorum, devam etmeyi, yılmamayı ve vazgeçmemeyi kendime ilke edindim. Yaşayan ölülerden değilim!
Hem bu filmde hem yönetmenliğini yaptığın tiyatro oyunu ‘Bent’te, ‘yaşayan ölü’ kavramından söz ediliyor. Bayıldım! Hadi bize anlat...
-Bir sürü yaşayan ölü var etrafımızda. ‘Zombiler’ görüyorum hayat içinde. Sabah uyanıyorlar, tıraş oluyorlar ya da eğer kadınlarsa giyinip, hazırlanıyorlar. Otomatiğe bağlamış gibiler. İşlerine gidiyorlar, evlerine dönüyorlar. Gözlerinde, yaşama dair en ufak bir pırıltı yok. Aynı görev bilinciyle, aynı sorumluluk duygusuyla, aynı savunma mekanizmasıyla, herkesle aynı tondan konuşarak bir hayat sürdürüyorlar. Onlar benim için ‘yaşayan ölüler!’
Sen farklı n’apıyorsun peki?
-Ben hayatı tersten okumayı seviyorum. Her şeyi bozup bambaşka bir yerden bakmak hoşuma gidiyor. Bütün bunlara karşı çıkıyorum, kendi kendime “Bak, şöyle de nefes alabilirsin, şöyle de yaşayabilirsin!” diyorum. Öğrencilerime öğretmeye çalıştığım da bu: “Korkmayın! Her şeyi deneyimleyin! Hayattasınız. Yaşıyorsunuz. Her şeye ‘tamam’ demeyin. Ruhunuz kabul ediyor mu, içiniz alıyor mu, bir kere önce onu anlayın, hissedin!” Hayattan bezmiş 23 yaşında bir sürü çocuk görüyorum. En azından kendilerini ifade edebilmeleri gerekiyor. Sen istemezsen kimse sana özgürlük tanımaz! Ailen de baskı kurar, erkek arkadaşın da, dostların da... İlla, sürekli uyum içinde olmak zorunda değilsin. Başkaldır!
Sen, hayatının herhangi bir döneminde ‘yaşayan ölü’ oldun mu ya da olabilir misin?
-Annem ve abim vefat ettiğinde yaşayan değil ‘uyuyan’ zombiydim! Sonra bir daha olmadı.
Hem abimi hem annemi kanserden kaybettim
Filmde hem tango hem Orhan Gencebay var. Arabesk, senin için ne temsil ediyor?
-Arabesk, benim için Blues. Bir haykırış. ‘Batsın Bu Dünya’nın benim için çok ayrı bir yeri var. Çünkü annemin şarkısı. Annem büyük acılar yaşadı, oğlunu yani abimi kaybetti. ‘Batsın Bu Dünya’yı da çok hissederek söylerdi…
Abin neden vefat etti?
-Akciğer kanseri. 33 yaşındaydı. Geride, biz üç kız kardeş kaldık. Ben o zamanlar 21’dim. Üstüne dokuz yıl sonra annemi kaybettik, kemik kanserinden…
Çok fenaymış, bilmiyordum, başın sağ olsun… Sen korkuyor musun kanserden?
-Filmde meme kanserine yakalanmış birini canlandırıyorum. Yaşadığım bu acılar, bana hep korkularımın üzerine gitmeyi öğretti. ‘An’da yaşıyor olmam ve yarını çok düşünmemem, biraz da bu yüzden…
Hangisi daha zordu, anneni mi abini kaybetmek mi?
-İkisi de berbattı. Ama abimde çok genç ve toydum. Daha savunmasızdım. Uyuyarak geçirdim o dönemi. Annemi kaybettiğimde de uyuyamadım, buralardan gittim…
Senin bir tarafın çok güçlü, sanki hiçbir şeyi takmıyor gibi duruyorsun ama aslında içinde hüzünlü bir kadın mı yaşıyor?
-Hüzünlü demeyelim de ‘derin’ diyelim. Genç yaşta böylesine kayıplar verdiğin zaman, hayatı, varoluş biçimini, varlığının sebebini sorgulamaya başlıyorsun. Oradan, umutlu çıkmanın yollarını arıyorsun.
İç sesimi duyabilen adamlardan hoşlanıyorum
Nasıl adamlardan hoşlanıyorsun?
-Ben içimden konuşurum. Birlikte olacağım erkek iç sesimi duyabilmeli. Fiziği hiç umurumda değil. Ama tabii iyi kalpli olmalı. Bir de rahat olsun, gergin tiplere dayanamam. Sanatla iç içe olması tercih sebebi! Yumuşak ve tatlı olsun. Bir de mümkünse müzik sevsin, en azından iyi bir müzik dinleyicisi olsun.
Biz kadınlar değiştireceğiz bu ülkeyi
Filmde ‘Kadın, kadının dostu’ ama ‘kurdu’ olduğu zamanlar da olmuyor mu?
-Oluyor, ben de yaşadım. Ama yine de, kadınlara olan inancımı hiçbir zaman kaybetmedim. Çünkü kadınların sağduyusuna inanıyorum. Dönüp dolaşıp asıl demesi ya da görmesi gereken şeyi sonunda görür kadınlar. Bir tek kadınların bu ülkede korkuyor olmaları beni üzüyor…
Nasıl yani?
-Fikir beyan etmek konusunda, tavrını koymak konusunda, sessiz kalmayı tercih eden kadınlar var. LGBT yürüyüşlerinde neden yoksun mesela? Çocuğu gay olan bir sürü anne var bu ülkede. Neden korkuyorsun? Neden onlara destek değilsin? Senin için ne düşünüleceğinden mi korkuyorsun? Korkma! Bir sürü şeyi biz kadınlar değiştireceğiz bu ülkede. Değiştirmeliyiz. Böyle tonla şey sayabilirim, ben kadınların daha cesur, daha atak olmalarını istiyorum.
Sen, korkularının üzerine gidebilen biri misin?
-Hem de nasıl! Hepimizin korkularıyla baş etmesi gerekiyor. Biz korkarsak, ekonomik bağımsızlığı olmayan, erkek tarafından şiddet gören kadınlar ne yapsın? Bizim milyonlarca kadına örnek olmamız gerekiyor. Ama son noktada, kadınlara her zaman inanan bir kadınım.
‘Tangolu soygun sahnesi’ni sen mi akıl ettin?
-Evet. Çünkü bence tango, direnişi, tutkuyu en iyi ifade eden dans.
Sen de tutkulu bir kadın mısın?
-Evet. Ama sadece kadın-erkek ilişkilerinde değil, hayata karşı tutkuluyum. Hiçbir şeyi laf olsun diye yapmam, yapamam. Yaptığım her işe dört elle sarılırım, ruhumu koyarım.
Oyunculuk dışında tutkuyla yaptığın şeyler?
-Mimar Sinan’da hocalık. Öğrencilerime karşı tutkuluyum. Dansa karşı tutkuluyum. Performing arts’a, resme, sanata karşı... Aslında bana ilham veren her şeye karşı. Doğaya, arkadaşlarıma, hayvanlara, baktığım çiçeğe bile…
Anda yaşıyorum yarın umurumda değil
Kayıpların en çok ne öğretti sana?
-Çok zor ama hep devam etmek, vazgeçmemek gerekiyor. Abimin ölümünden sonra, annemin inancı kalmamıştı. Allah, kimseyi evlat acısıyla sınamasın, bir daha toparlayamadı. Benim için artık ‘nefes’ önemli. Nefes almaya devam ettiğin sürece, kendine de etrafına da umut vereceksin. Sadece yaşamak önemli. Maddenin zerre kadar önemi yok. Belki de o yüzden mal mülk hiç derdim değil. Param varsa o dönem çalışmıyorum, o parayı eğitimime ayırıyorum, sürekli kendimi geliştirmeye uğraşıyorum. Yatırımlar, evler, yarın ne olacak umurumda değil…
Peki hem abini hem anneni kaybedince ne oldu? Üç kız kardeş ne yaptınız?
-Önce ağır bir sallandık, hatta bir dönem koptuk. Aramızda hiç olmayan kavgalar yaşandı. Çünkü özellikle anne, müthiş bir denge unsuru, terazin bozuluyor. Çok bocaladık. Yonca ablam ve ben, büyük ablam Funda’yı anne yerine koymaya çalıştık. Ama onun da iki çocuğu vardı ve bizimle ilgilenecek halde değildi. Annemin gidişiyle onun yerini dolduracak birine ihtiyacımız oldu. Ama zaman içinde yeniden dengemizi bulduk. Şimdi çok bağlıyız birbirimize.
Baban peki?
-Hem oğlunu kaybetmişti hem karısını. O da çok sarsıldı. Ama hayata bağlıdır. İki dakika ağlarken görürsün, sonra hayata devam eder. Çok tatlıdır. 45 yıllık bir evlilikten sonra annem ölünce, babamın hayatına biri girdiğinde onu yargılayabilirdik. Mutlu olmasını istedik. O da yeni bir hayat kurdu kendine.
Ve tabii sen bütün bunları yaşadıktan sonra, daha cesur, kimseye eyvallahı olmayan bir kadına dönüştün…
-Aynen! Gerçekten de hiçbir şey çok fazla önem taşımıyor. Oyunculuk bile. Zaten oyunculuk, annem için yaptığım bir şeydi…
Ne alaka?
-Oyuncu olmamı o istemişti. Ben de anneme çok bağlı olduğum için oyuncu oldum. Onu mutlu etmek için... Zaten annemin vefatından sonra oyunculuğa ara verdim, üç yılımı eğitime ayırdım. Böyle büyük kayıplardan sonra bilinçaltın, sembollerle ve rüyalarla kapını çalmaya başlıyor. “Korkularınla yüzleşmeye hazır ol!” diyor. Bu, mesleğini kaybetme korkusu olabilir, bulunduğun konumu kaybetme korkusu olabilir, sevdiklerini kaybetme korkusu olabilir. Ben de bunlarla yüzleştim. Yalnız kalıp, bağlılık duyduğum herkese karşı uzak bir mesafeden bakmak istedim. Bir de şunu fark ettim: Sevdiklerin ölse de onlara bağlılığın değişmiyor. Garip bir biçimde, sanki sana hep bir haber geliyor onlarla ilgili. Yeni bir şey öğreniyorsun, bilmediğin şeyleri keşfediyorsun. Daha derin bir biçimde onları düşünmeye başlıyorsun, hayattayken keşfedemediğin anneni, abini keşfediyorsun...
Baştan çıkmam, çıkarılırım!
Yaşadıklarından pişmanlık duyuyor musun?
-Asla! Hayatı deneyimlemek için buradayız!
Adamları da böyle güzel laflar ederek mi tavlıyorsun?
-Alakası yok! Tavladığımı değil, tavlandığımı düşünüyorum! Çünkü ben esas olarak kendisiyle meşgul biriyim. Kendi düşüncelerim, kendi hayallerim... Kendi kendime çok iyi vakit geçirebilirim. Dolayısıyla benim tavlanmam gerekiyor. Baştan çıkmam yani, çıkarılırım!
Kalp dediğin kırılır
Duygularını hep uçlarda mı yaşarsın?
-Uçlarda değil de derin yaşarım. Herkesin bana dokunmasına izin veren biri değilim, mesafeli bir halim var. Ama biri gönlüme girdikten sonra, kadın-erkek hiç fark etmez, sınırlar koymam kendime. Duygum çok yüksekse, aşka da bodoslama girerim! Aşk, benim için planlanabilecek, öngörülebilecek bir şey değil. O yüzden de dibine kadar kendime baskı kurmadan yaşamaya çalışıyorum. Nefes aldığımı, yaşadığımı ancak o zaman hissedebiliyorum!
40’tan sonra hayatta nasıl bir yere geçtin?
-Daha da derinleştiğimi hissediyorum. Ama şimdilerde kendimi biraz yüzeye çekmeye çalışıyorum. Biraz sosyalleşmek istiyorum…
Sosyal değil misin?
-Bir tarafım çok sosyal. Ama bir tarafım hiç değil. Günlerce, saatlerce yalnız kalabilirim.
Kalbin kırıldığında n’olur peki?
-Atlatmam uzun sürüyor. Kendimi tamir etmem gerekiyor.
Yaşadığın bu son evlilik kalbini kırdı mı?
-Kalp dediğin kırılır, hayat bu. Bilmeden belki sen de kalp kırmışsındır…
Hayatı deneyimleyebilmek için buradayız
‘Bent’ olağanüstü güzel bir oyun. Ve bu oyunla sen ilk yönetmenlik deneyimini gerçekleştirdin? Ne hissettin?
-Önce korktum çünkü yönetmenlik zor. Oyuncu olarak daha rahatsın. Yönetmenlikte bütüne hâkim olman gerekiyor. Bir de çocukların hepsi okuldan öğrencilerimdi. Onların çok iyi bir perfonmans sergilemelerini istedim. Sorumluluk hissettim. Ama başardılar! Şahaneler! Oyunculukları üzerine çok çalıştık. Çünkü hiçbiri gay değil…
Gay olmayan birinin gay’i oynaması zor mudur?
-Hem de nasıl. Vücut ritmini bulabilmen için, belli bir dönem geçirmen gerekir. Bakış açısı keşfetmen gerekir. Yumuşaman gerekir. Bayağı çalıştık…
Oyun neyi anlatıyor?
-Faşist bir rejimin, insanları nasıl yaşayan ölü haline getirdiği, sonra da öldürdüğü. Buna direnmenin tek yolu da aşk.
Mesaj var mı bize?
-Olmaz mı? Hepimize var! Karşı çık, yaşamda olduğunu idrak et ve bunu hatırlat!
Hangi gerekçeyle bu oyunu seçtin?
-Hani bu gençler, “Kahrolsun bağzı şeyler!” diyorlar ya, işte o hali deneyimlemelerini istedim.
Hayattaki en önemli şey ‘deneyimlemek’ mi?
-Evet, o yüzden burada olduğumuzu düşünüyorum! Deneyimlemek ve hep daha iyiye yönelmek. Hepimiz, daha faydalı varlıklar olmalıyız. Öldüğümüzde de böcekler için faydalı olacağız! Hayatı bir senaryo gibi düşünürsek, senaryo akıp gidiyor ve çok usta bir kalemin elinden çıkmış. Ve sürprizler var, hiç bitmiyor. Son nefesini verene kadar devam ediyor. Ben elimden geldiğince yaşadığım hayatın hakkını vermek için uğraşıyorum.
Çocuk takıntım yok, kaderimde varsa olur
Bir de şu yüzük gösterme meselesi var…
-Ya evet o meşhur mesele!
Kendini hiç ‘Kezban’ gibi hissettiğin oldu mu?
-Kezban diye çok sevdiğim bir arkadaşım var. “Bu yüzük meselesi yüzünden sürekli ismim geçiyor, bak alınıyorum!” dedi. Güldük. Haklı. ‘Kezbanlık’la suçlanmak, Kezban’lara da hakaret tabii!
N’oldu orada? Yüzüğü gösterdin mi gerçekten?
- Herkes yüzüğünü gösterebilir. Bunda bir şey yok. Ama ben göstermedim. O sırada, birilerine “Gel” diyordum, elimle çağırıyordum. Videosunu yayımlasalar öyle bir niyetim olmadığı anlaşılırdı. Ama herkes konuşturacak bir şey arıyor. ‘Kezbanlık’la sanırım ‘hiç evlenmemiş, kız kurusu’ gibi bir şeye gönderme yapmak istediler. Hem ayıp hem de benim için geçerli değil, ikinci evliliğimdi. Kimseye bir şey kanıtlamak niyetinde de değildim.
“Evliliklerim kısa sürdü” diye üzüldüğün oldu mu?
-Hiç kimse bitsin diye ne bir ilişkiye girer ne de evlenir. Sadece böyle oldu…
Peki bir de çocuk sorayım. Çocuk yapmak istiyor musun?
-Çocukları çok seviyorum. Ama takıntım yok. Kaderimde varsa olur…
Âşık mısın?
-Değilim. Şu anda sevgilim yok. Ben hayata âşığım!
Fotoğraf: Mehmet TURGUT
Paylaş