Paylaş
Ama ukalalık asla değil. Samimiyetin uç noktası. Kitabının adı, ‘Herkes Kendi Hayatının Kahramanı’, mutlaka okuyun, o kadar çok şey öğreniyor ki insan. “Evlilik, aşkı öldürür mü?” sorusuna da, “Evet, mutlaka; aşk zaten ölür!” yanıtını veren bir terapist. Diyor ki Gülcan Özer: “Aşk, bir duygu. Yok olur, yani ölür. Ya da evrilir. Evrildiği halin adı da ilişkidir. Ve ilişki çok daha derin bir hikâyedir. Aşk kendiliğinden akar, ama ilişkide çabalamamız, emek vermemiz, bazen de omuz atmamız gerekir. Biz ilişki dediğimiz şeyde, yolu açıyoruz, taşları temizliyoruz. Ciddi bir mesai harcıyoruz yani, dolayısıyla çooook daha kıymetli...”
HAMİŞ: Bu kitabı yayına hazırlayan da, ilavenin yazı koordinatörü İpek Özbey. Bu da çok iyi kitap okuyacağınızın garantisi!
Fotoğraf: Fethi KARADUMAN
Tebrikler! Bütün hayatı içine soktuğunuz bir kitap yazmışsınız! Yok yok! İki kişinin yaşayabileceği ilişkilerin tümü var. Nerden esti bu kitabı yazmak?
-20 yıla yakın bir süredir psikoterapi yapıyorum. Bunun da 15 yılı, çift ve ilişki görmekle geçti. Olağanüstü çok hikâye birikti. Ve hikâyeler biriktikçe, genelgeçer doğrular azaldı...
Nasıl yani?
-Mesleğe ilk başladığım yıllarda, daha iri laflar edesim vardı. Artık yok! Çiftler ve kurdukları ilişkiler o kadar parmak izi gibi ki. Olağanüstü benzerlikleri ve benzemezlikleri var ama hiçbirinin öbürüyle tamamen tastamam eş bir yanı yok.
Ne kadar önemli?
- Parnerle ilişki mi? Hayatın muhtelif doyum kaynakları var. En önemlisi, partnerle kurduğumuz ilişki. O ilişkide iflah olmadığımız vakit, o mutlu olmak denilen mevzunun çok yakınlarına gelme şansımız yok. İlginçtir, adam, hayatında gürül gürül başarılara imza atıyor, ama sevgilisiyle, eşiyle mutsuz, işte o zaman o başarılar filan kesmiyor onu. Partnerle iyi bir ilişki, çok kilit bir yer işgal ediyor hayatımızda. Bu kitapta neyi anlattığımı soruyorsanız, biriktirdiklerimi aslında ama en çok da eşlik ettiklerimi...
MAĞDURİYET TEHLİKELİ BİR BESİN
Bir terapist ne yapmaya çalışır?
-Karşısındakinin gönül sesini duymaya çalışır.
Gönül sesi nedir?
-Kalbimizin sesi. Bizim şu hayatta öğrendiklerimiz var, valizimizde getirdiklerimiz var, gölgelediklerimiz var, var da var. Bunların hepsinin yanında bir de içimizden yükselen bir ses var. Ama bir de dış ses var. Bu dış sese uyumlanmakla ilgili sert bir baskı altındayız. İç ses ise, insanın en derin, en özel sesi. Ve aslında ilişki denen hikâye, o iç sesle var olan bir şey. O sesi çıkaramaz ve dış sesin peşinden koşarsak, ortaya lezzetsiz bir şey çıkıyor.
Gönül sesiyle, normal hayatta konuşan sesimizin aynı mı olması gerekiyor?
-Hiç değilse, özel hayatta öyle olması gerekiyor!
Herkes, kendi hayatının kahramanı mı?
-Evet. Hepimizin hayatında çeşitli oyuncular var, figüranlar var ama başkahraman biziz. Ve hayat tek kişilik oyun.
Nasıl yani?
-Yani şu: Hepimizin iyisi ve kötüsüyle içimizde barındırdığımız ucuzluklar var, düşük yanlar var, yükselmiş yanlar var. Ama hayatla ilgili yolculuğumuzda, yapabilirliklerimiz en önce bize bağlı. Evet, bazen yolumuzu kapatıyorlar, bazen açıyorlar. Şunu kabul etmeliyiz; kötü şeyler de yaşayacağız. Hepimiz yaşıyoruz. Yaşadıklarımızın sıklıkla bir manası var. Okuyabiliriz, okuyamayız. O mana, tekrar tekrar önümüze çıkabilir. Yine okuruz ya da okuyamayız. Ama ne olursa olsun devam etmeliyiz, mağduriyet edebiyatı yapmamalıyız. Mağduriyet, tehlikeli bir besin ve kadın cinsinin biraz daha fazla beslendiği bir alan...
Yaşa gitsin yani...
-Evet. Başka çare yok. Yaşa gitsin.
Hayat mottomuz bu mu olmalı?
-Bence öyle. Başa gelen çekilir, önüne gelen yaşanır. Öğrenilen öğrenilir, öğrenilmeyen bir sonraki sefere bırakılır. Biz haz ve mutluluk çağı yaşıyoruz şimdi. Bu da bir miktar gerçeklik kaybına yol açıyor. Evrenden iyiyi iste, sabah akşam iste, 38 saat iste, yok böyle bir hikâye. İyiyi ve kötüyü beraber yaşayacağız. Gerçekliği kaybetmemek lazım.
Ama pozitif olmanın da faydası var...
-Daima var. ‘Yaşa gitsin’ aslında, ‘takılma’ demek, takılma, hayat akmakta, hayatla birlikte ak. Hayat aslında bir zaman aşımı oyunu. Hiçbir şekilde kederi de, hazzı da donduramazsın. Akıyor, sen onunla ak. Yoksa hazda ya da kederde bir yerde takılır kalırsın...
Nasıl bırakacağız, hayat akıp gitsin...
-Hayat, kendinden insan yaratma macerası. Kendimizden insan yaratırken, en çok kendimize bakacağız. ‘İçgörü’ denilen bu hikâye, bence hayatın en sihirli meselesi. İçgörü zordur, fiziksel olarak bile kendinize bakmak zordur. Ama eğer kendi hayatımızın kahramanı isek -ki öyle olduğumuzu düşünüyorum- mutlaka içeri doğru bakacağız, öğreneceğiz, kendimizden insan yaratacağız ve akacağız, gideceğiz...
EN FENASI SAMİMİYETSİZLİK
Güzelmiş bu anlattıklarınız! Size en çok hangi ilişki problemleriyle geliyorlar?
-En yaygın iki replik var. Biri, “İletişim kuramıyoruz.” Diğeri, “Evlilik dışı hatlarda dolaşma”. Sosyal medya da iyice yaygınlaştı ya...
Boşanmalar arttı mı?
-Hâlâ binde 1.8 filan. Çok yüksek değil. Fakat büyük kentlerde ve okuryazar grupta bir artış var. “Eski evlilikler şahaneydi” şehir efsanesinin dibi. Eskiden boşanamayan ve gelinlikle çıktığı eve kefenle dönen kadın tipi vardı. Ama artık dünya da kadın da değişti. Artık tahammül etmiyor. Bu, bir tarafıyla iyi bir şey, çünkü daha gerçek. Ama tabii artık pek çok ilişki de samimi değil ve insanların ilişki yürütmeye mecali yok, gönlü yok...
Aşkta ve evlilikte en kötüsü ne?
-İlk aklıma gelenler, biriktirmek, küsmek, samimiyetsizlik. En fenası samimiyetsizlik. Bazıları kendilerine karşı bile samimiyetsizdir. Bir adamın karısını aldatması kötüdür fakat bu, adamı kötü biri haline getirmez. Ama adam eğer, “Senin yüzünden aldattım!” diyorsa, yani hikâyeyi kadın üzerinden okuyorsa, bu, adamı kötü biri yapar ve bu derin bir samimiyetsizliktir...
AŞKINIZ GEÇTİKTEN SONRA EVLENİN!
Siz aşkı nasıl tanımlıyorsunuz?
-Şehvet ve şefkatin iç içe geçtiği ve birbirinden ayrılmasının çok güç olduğu bir duygu olarak. Gerçekliğin az olduğu, feci haz veren bir duygu. Ama aynı zamanda eziyetli bir duygu. Kontrol kaybettiren ama mutlaka yaşanması gereken bir duygu. Ama aşk evrilir...
Nasıl yani?
- Aşk, kontrolsüz bir duygu. Ve yaşanırken, aşkı yaşayan o kişi, hayatın, bir sürü sıkıcı denklemini dışlıyor. Ve tabii dünyanın geri kalanını. Sadece onlar, o iki kişi var. İki kişilik bir hikâye aşk. Kalabalık sevmez. Ama ilişki dediğiniz hikâye, aşkın evrildiği hal, gündelik hayatın bütün ıvır zıvırını, sıkıcı ve sıradan denklemi içinde barındırıyor. Ve ilginçtir, aşk, ilişkiye evrilirken, karşınızdaki gerçek haliyle görmeye başlarsınız. O, sadece şehvet, coşku ve tutkuyla sevdiğiniz biri olmaktan çıkar. Buna rağmen sevebiliyorsanız, bu, bir ilişki. Ben her ilişkinin aşkla başlamasının kıymetli olduğunu düşünürüm. Ama ilişkiye dönüşürse, buharlaşıp uçmaz, bir yerlerden farklı bir yere sıçrar...
Sizce ilişki daha kıymetli yani...
-Tabii ki! Aşk için bir efor sarf etmiyorsun ki. Aşk kendiliğinden ilerliyor. İlişki içinse bayağı çaba sarf etmeniz, emek vermeniz gerekiyor...
“Mümkünse aşkınız geçtikten sonra evlenin!” diyorsunuz...
-Tam da bu yüzden! Çünkü evlilik bir ilişki, uğraşacaksınız, çabalayacaksınız. Ama aşk geçtikten sonra, belki de o görmeye başladığınız kişiyi istemeyebilirsiniz. Sizin, aşk geçtikten sonra da hâlâ hayatı paylaşmak istediğiniz, şehvet ve şefkat hissedebildiğiniz, zaman zaman kızdığınız ama kalbinizin sızladığı birinin olması lazım karşınızdakinin, o yüzden mümkünse aşkınız geçtikten sonra evlenin diyorum...
İlk aşk en şahanesi midir? Ardından gelenler taklitten mi ibaret?
-En şahanesi mi bilmem ama en kendini bırakmış olanı. Bir aşk bittiği vakit, bir sonrakini yaşarken cebinizde sinsi bir bilgi vardır: ‘Bitebilirlik bilgisi.’ Bitebilen bir şey olduğunu bilirsiniz artık. Bu da sizi, daima iki tık temkinli hale getirir. Dolayısıyla ilk aşk, en kontrolsüz yaşadığınız aşk...
İNSAN GEÇİNMEYE GÖNÜLLÜ OLMALI
Dünya tatlısı kadınlar var. Sevecenler, güzeller, tatlılar, yetenekliler ama partnerleri yok... Neden?
-Evet, öyle kadınlar bana da çok geliyor. Bence onların bir kısmı, karşı cinsle derin ilişki mevzuunu ertelemiş kadınlar. 30’lu yaşlarına kadar olan süreyi, sıklıkla kendilerine yatırım olarak geçirmiş kadınlar...
İlişki kurmayı öğrenememiş mi oluyorlar?
-Evet. Böyle bir kuşak var. Kendi ayaklarının üzerinde durmaya çalışmış, bağımsız olmayı başarmış muhteşem kadınlar. Ama zaman kendilerine yatırımla geçtiği için, partnerleri olmamış. Oysa onlardan bir önceki kuşakta, kadın-erkek rolleri çok net. Sözünü ettiğim kuşaksa daha ‘unisex’. İşin ilginç yanı, yeni kuşak öyle değil, roller yine keskinleşti, kızlar yine kız gibi...
İyi evliliğin formülü var mı?
-Birtakım önkoşulları var, güven gibi, samimiyet gibi, sahicilik gibi, arkadaşlık gibi, ortak hayaller, hedefler gibi... Ama ‘iyi evlilik’ dediğimiz, kişisel ihtiyaçlarımızın karşılanmasıyla ilgili bir mevzu aynı zamanda. Hepimizin ihtiyaçları ve öncelikleri birbirinden farklı. Ama bence ‘esneyebilmek’ evlilikte çok kıymetli. Çünkü evlilik bir organizma ve mütemadiyen değişiyor. Sevgili olunca değişiyoruz, ebeveyn olunca yine değişiyoruz. Adamla beş yıl aynı evde yaşıyorsunuz, 6. yılda evleniyorsunuz ve değişik bir denklemle karşı karşıya kalıyorsunuz. Dolayısıyla esneyebilmelisiniz. Esneyemezseniz, ilişki kırılıyor. Bir de geçinmeye gönüllü olmak önemli...
O ne demek?
-Geçinmeye gönüllü olacaksın kardeşim! Budur. O evliliği devam ettirmeye gönüllü olacaksın. Hayatla iyi geçinmeye gönüllü olacaksın. Sevebilmekle, geçinmeye gönlü olmak birbirine çok yakın. Bir sürü insanın sevebilme performansı var. Seviyor da partnerini aslında. Ama ezber repliklere sahip. Koca ve karıyla ilgili zihninde ezberler var ve bu ezberler karşısındakiyle çakışmayınca kaos yaşanmaya başlıyor. Oysa sen, anandan babandan gördüğünü değil, kendi ezberini yaratacaksın, ilişki senin kendi parmak izin, biricik, bir tane, kimseninkine benzemiyor...
KOCA TERBİYE EDİLMEZ TERBİYELİSİ ALINIR
Kitapta şöyle ultra güzel bir cümle var: “Koca terbiye edilmez, terbiyelisi alınır!”...
-Sami Zan diye bir hocamızın lafı o. Kadınların, partnerlerini, kocalarını ya da koca adaylarını eğitme/değiştirme fantezileri üzerine söylenmiş şahane bir laf. Dünyada bir trend var, bizde de yeni yeni başladı: Çiftler evlenmeden önce geliyor. Şöyle bir soruyla: “Sizce, biz evlenelim mi? Birbirimize uygun muyuz?”
Siz ne diyorsunuz?
-“Bilemem, hiçbir zaman da bilemeyeceğim! Birbirinizi bu halde istiyorsanız alın, istemiyorsanız almayın!” diyorum. Tamam, herkes değişir, dönüşür ama birini, bir değişim projesi haline sokmak ilişkiyi çok deforme ediyor. Zaten karşınızdaki insan o zaman, normal değişim sürecine bile girmiyor, direnç gösteriyor. Kadınlar bu konuda daha performanslılar. Ceplerinde 156 maddelik ‘Değiştirilecekler listesi!’yle geliyorlar. İşte o zaman hocamızın lafı devreye giriyor: “Koca terbiye edilmez, terbiyelisi alınır!” Türkçesi, sen ne yaparsan yap, bu adam değişmeyecek!
Paylaş