Sen misin Murathan'ın romanını yaz kitabı ilan eden. Ok-kuuu, ok-kuuu diye onu da ikna eden. Al işte. Açık ve seçik bir şefkatle, gizlice alay ediyor. Üst dudağının muzip bir biçimde yukarı kıvrılması da tespitimi doğruluyor. Tertemiz bir benzin istasyonunda sağa çekiyoruz. 6. ihtiyaç molamızı veriyoruz!
İstanbul'dan ayrılalı 400 kilometre oldu. Ruhum henüz benimle değil. Geride kalıyor. Zavallı hálá bana yetişmeye çabalıyor. Arabanın arkasından koşturuuup duruyor. Belki de o yüzden sürekli ihtiyaç molası talep ediyor.
Güya tatildeyim ama üzerimdeki askılı çiçekli elbisenin hafifliğine, tepedeki güneşin yakıcılığına ve havadaki gevşekliğe inat, inanılmaz gerginim ben. Ruh denilen şey ne tuhaf, sen başını alıp gidiyorsun, serseriler gibi kendini yollara vuruyorsun, o, bir türlü kendini toparlayıp tatile giremiyor. Bu çelişki, ruhumun geride kalması asabımı bozuyor, hırsımı parmaklarımdan çıkarıyorum, iri ısırık darbeleriyle tırnak etlerimi yoluyorum. Hálá o şehirde yaşayan tedirgin gazetecinin yollarda üzerime çullanan hayaletinden kurtulamıyorum.
Gevşemem lazım, gevşemem lazım.
* * *
Yine de şükür diyorum kendi kendime.
Bu kadar çok ‘‘Yine geldi, duralım mı?’’ dediğim halde, bana kızmayan bir erkekle birlikteyim. Peygamber sabrı bu olsa gerek. Oysa ben insanı pişman ederim. Arabayla çıkılan seyahatlerde özellikle. Yani bazen o Tuğde'den beterim. Çenem feci düşer bir kere, konuşurum, konuştururum. Susup ufka bakan insanlar vardır ya, kesinlikle onlardan değilim, yani rahat bırakmam yanımdakini. Dilim dursa elim durmaz. Elim dursa, dilim. Bayılırım, tabii bir itiraz gelmezse, şoför mahallindeki arkadaşın ensesinde, parmak uçlarımla minik daireler çizmeye, işaret parmağımla kafasına sözcükler yazmaya, ‘‘Bil bakalım ne yazdım?’’ diye sormaya, en masum halimle kolunu, omuzunu dürtüklemeye, çekiştirmeye...
Ama...
Keyfim yerindeyse... Ruhum benimleyse...
Şimdi değil.
* * *
Oysa ben ve ruhum birlikteysek yolda, elim dursa ağzım durmaz benim, sürekli yerim (kabak çekirdeği, olgun erik ve sulu kayısı favorim) ya da bir şeyler içerim (buzzz gibi bira). Haliyle aklınızın almayacağı kadar ihtiyaç molası isterim. Ama sözünü ettiğim hakiki ihtiyaç molalarıdır, güvensizlik ve tatille gerçek hayat arasında sıkışıp kalma molaları değil. Yol yapmak, neredeyse benim için kaç kere durduğumuzla eşdeğerdir. Bütün ‘‘ok’’lara sapmak isterim. Bütün ‘‘şilt’’lerde durmak isterim. Hepsinin benzin istasyonu olacak hali yok ya. Bunun ‘‘taze bal’’cısı ‘‘çıtır çıtır bıldırcın’’cısı, ‘‘ekmek kadayıf’’çısı ‘‘meşhur tahin helvası’’cısı hatta ‘‘mesir macuncu’’su var. Ve tabii gözüme her kestirdiğim ‘‘kendi pişir kendin ye’’de, ‘‘ayran ve gözlemeci’’de, ‘‘taze alabalıkçı’’da, sanki hepsi bir öncekinden daha özelmiş, eşsizmiş gibi, ‘‘Burada durabilir miyiz n'olur? Farklı bir yere benziyor’’ diye yalvarmak, hiçbir güzelliği ıskalamamaya çalışmak, geze geze, dura dura yol almanın, seyahat etmenin keyfine varmak...
İşte benim için arabayla tatil bu.
* * *
Hele yüz bulursam (ve uygun, ıssız bir yol) ayaklarımı pencereden sarkıtmak, en sevdiğim şey. Yavaş yavaş gevşiyorum galiba ben. Çünkü sarkıtıyorum. Ama önce izin alıyorum. Kaptan şoför, kafasıyla ‘‘Tamam’’ diyor. Rüzgar, ayak parmaklarımı yalayacak birazdan. Yalıyor. Ayaklarımın altı gıdıklanacak. Gıdıklanıyor. Kimbilir hangi film karesinden (Sabrina) özenerek çantama koyduğum bembeyaz eşarbı çıkarıyorum ve kafama takıyorum. Özentiyim ya... Kendi çapımda bir Audrey Hepburn oluyorum. Salak ve komik bir görüntüm var. Kendime gülüyorum. Fonda Sezen Aksu çalıyor, ‘‘Şarkı söylemek lazım’’ diyor. Avaz avaz, bağıra çağıra söylüyorum.
Derken kafamdaki eşarp, rüzgarı tam arkadan almış yelkenliler gibi şişiyor ve pıt-pıt-pıt uçuşmaya başlıyor. Özgürlük bu işte, ağzımdan burnumdan içeri giriyor. Çocuklar gibi seviniyorum. Sonunda da kuvvetli rüzgar, eşarbımı kafamdan tamamen alıp uçuruyor! Yaaa arabanın tepesinde delik olursa (sunroof deniyormuş ona), böyle olur işte. Ama eşarbımla birlikte bütün kaygılarım, güvensizliklerim, korkularım da uçup gidiyor. Gülerek ve biraz da sevgiyle arkasından bakıyoruz. Havada salak bir romantizm var. Göz göze geliyoruz... Yol akıyooor, akıyooor. Ama zaman duruyor. Ve hiçbir şeyin mantığı, kuralı, ayıbı kalmıyor. Geçmiş zaman buharlaşıyor. Sadece şimdiki zaman var artık. O eşarpla birlikte İstanbul ve ona atfettiğim her şey, röportajlar, yazılar, o sıkıcı, tedirgin, güvensiz, tırnak yiyen gergin gazeteci kadın geride kalıyor.
Ooooooooo....
Hoş geldin ruhum!
* * *
Katedilen her kilometrede yüklerimizden arınıyoruz. Hafifliyoruz. Biz arabayla Güney'e gidiyoruz. Ruhum artık benimle. Ondan ve yanımdaki adamdan başka hiçbir şeye de ihtiyacım yok zaten. Oh be dünya varmış. Yıllık iznin bir bölümünü kullanmak gerçekten kıyakmış!
HAMİŞ: Siz de yorgunsunuz değil mi? Ruhunuz size yetişemiyor, durup dinlenmek istiyor değil mi? Moralinizi bozmak istemem ama Güney'de yaz, bütün haşmetiyle yaşanıyor. Sizi de tatile göndermeden rahat etmeyeceğim yanii! Tatil maceralarım bitmedi, Cumartesi'ye devam edecek. İstikamet önce Hisarönü, Selimiye, Bozburun...