Ruhun geride kalınca

“YİNE geldi...” diyorum.

“İlk benzincide dururuz, merak etme” diyor.

Haberin Devamı

Tertemiz bir benzin istasyonunda sağa çekiyoruz.

6’ncı ihtiyaç molamızı veriyoruz!

İstanbul’dan ayrılalı 400 kilometre oldu.

Ruhum henüz benimle değil.

Geride kalıyor...

Zavallı, hâlâ bana yetişmeye çalışıyor...

Arabanın arkasından koşturup duruyor...

Belki de bedenim, bu yüzden sürekli ihtiyaç molası talep ediyor.

*

Güya tatildeyim ama üzerimdeki askılı çiçekli elbisenin hafifliğine, tepedeki güneşin yakıcılığına ve havadaki gevşekliğe inat, gerginim.

Ruh denen şey ne tuhaf, sen başını alıp gidiyorsun, serseriler gibi kendini yollara vuruyorsun, o bir türlü kendini toparlayıp tatile gidemiyor.

Ruhumun geri kalması, asabımı bozuyor, hırsımı parmaklarımdan çıkarıyorum, tırnak etlerimi yoluyorum.

Hâlâ o şehirde yaşayan tedirgin gazetecinin, üzerime çöken hayaletinden kurtulamıyorum.

Gevşemem lazım, gevşemem lazım!

*

Ben ve ruhum birlikteysek yolda...

Şahane bir seyahat arkadaşı olurum.

Gülerim, güldürürüm.

Sürekle yerim.

Kabak çekirdeği, olgun erik, sulu kayısı favorim...

Ya da bir şeyler içerim, bira, bira!

Ve bütün “ok”lara sapmak isterim.

Bütün “tabela”larda durmak isterim.

Bunun “taze bal”cısı var, “çıtır çıtır bıldırcıncı”sı, “ekmek kadayıfçı”sı, hatta “meşhur tahin helvacı”sı...

Ve tabii gözüme her kestirdiğim, “kendin pişin kendin ye”de, “ayran ve gözlemeci”de, “taze alabalıkçı”da...

Sanki hepsi daha öncekinden daha özelmiş, eşsizmiş gibi, “Burada durabilir miyiz ne olur? Farklı bir yere benziyor” diye yalvarmak...

Hiçbir güzelliği ıskalamamaya çalışmak, geze geze, dura dura yol almanın, seyahat etmenin keyfine varmak...

İşte tatil, işte bir yeri keşfetmek benim için bu!

*

Hele yüz bulursam (ve uygun, ıssız bir yol) ayaklarımı pencereden sarkıtmak en sevdiğim şey.

Yavaş yavaş gevşiyorum galiba ben.

Çünkü sarkıtıyorum.

Ama önce izin alıyorum.

Kaptan şoför, kafasıyla, “Tamam” diyor.

Rüzgâr, ayak parmaklarımı yalayacak birazdan.

Yalıyor.

Ayaklarımın altı gıdıklanacak.

Gıdıklanıyor.

Kim bilir hangi film karesinden özenerek çantama koyduğum bembeyaz eşarbımı çıkartıyorum ve kafama takıyorum... Özentiyim ya, Audrey Hepburn oluyorum... Salak ve komik bir görüntüm var... Kendime gülüyorum... Fonda güzel bir müzik çalıyor... Ben hafifliyorum, hafifliyorum... Derken kafamdaki eşarp, rüzgârı tam arkadan almış yelkenliler gibi şişiyor ve pıt-pıt-pıt uçuşmaya başlıyor.

Özgürlük bu işte, rüzgârın ağzımdan burnumdan içeri girmesi...

Çocuklar gibi seviniyorum.

Sonunda da kuvvetli rüzgâr, eşarbı kafamdan tamamen alıp uçuruyor.

Ama eşarbımla birlikte bütün kaygılarım, güvensizliklerim, korkularım da uçup gidiyor.

*

Göz göze geliyoruz sevgilimle.

Yol akıyooor, akıyooor.

Ama zaman duruyor.

Ve hiçbir şeyin mantığı, kuralı, ayıbı kalmıyor.

Geçmiş zaman buharlaşıyor.

Sadece şimdiki zaman var artık.

O eşarpla birlikte gazete, röportajlar, yazılar, o gergin tırnak yiyen gazeteci kadın da geride kalıyor.

Hoş geldin ruhum!

Ruhum, artık benimle.

Ondan ve yanımdaki adamdan başka hiçbir şeye ihtiyacım yok.

Oh be dünya varmış.

Yıllık iznin bir bölümünü kullanmak gerçekten kıyakmış!

Haberin Devamı

HAMİŞ

Haberin Devamı

6 yıl önce bu satırları yazarken Alya yoktu... Çıplak ayaklarımı oradan buradan sarkıtan bir ben vardım, şimdi yanımda iki minik ayak daha var... Çok şükür... Ruhum benimle birlikte, sevgilim de, Alyam da... Galiba hiç dönmek istemiyorum... Bu ikiliyle bütün dünyayı gezmek istiyorum... Vietnam’ın altını üstüne getirdik... Olağanüstü bir ülke... Öyle böyle değil... Çarpıldım, çarpıldım! Benim artık gitmem gerekiyor, Alya, “Anne çişim var” diyor, kimin kızı, sürekli çişi geliyor, sevgilim ise, “Hadi acele edin, tekneye biniyoruz” diyor. Kuzey’deyiz, birkaç gün de tekneyle keşfe çıkıyoruz... 

Yazarın Tüm Yazıları