Poşet değil demlenmiş çay

Seni kahvaltıya çağırıyorum dedi.

Atladım, gittim.

Kapıdan girince de...

Ben dosdoğru salona ilerledim.

Ne bileyim öyle alışmışım; salon benim herşeyim.

İnsanları da orada ağırlıyorum, ben de orada yaşıyorum.

Eskiden, kapıları sadece misafire açık mekanlardı ya, bu anlayış tarih oldu diye de şükrediyorum.

Öyleydi, biz küçükken, salon demek, misafir odası demekti!

Cısss yani.

Tozu alınır bir sonraki misafire kadar de oraya kimse uğramazdı. Çocuklar da salona girmesinler diye tembihlenirdi, gündelik yaşam için tercihimiz oturma odasıydı...

***

Gün geldi böyle ayrımlar kalktı.

Pek çok evde oturma odası, yemek odası, misafir odası birleşti.

Artık salonda yaşıyoruz, televizyon orada izleniyor, müzik orada dinleniyor, kitap orada okunuyor, yemek de haliyle orada yeniyor.

Tamam hálá mutfakta pişiyor, ama yeme faaliyeti salonda gerçekleşiyor.

Kısacası devrilip, yatak odasına kendini atana kadar yaşam, orada geçiyor.

***

İyi bir şey.

Zannederdim...

Ta ki arkadaşımın evine beni kahvaltıya davet edilinceye kadar...

‘‘Yok, yok gel mutfakta yiyeceğiz!’’ dedi.

Şaşırdım.

Ama mutfağını görünce ne demek istediğini anladım.

Onun mutfağı ‘‘ev’’ gibiydi.

Bayılırım öyle mutfaklara, yaşarsınız orada...

Oysa benimki jilet, pek ruhu yok.

Oradan buradan tencereler de sarkmıyor.

Steril bir kere.

Reçel kavanozları raflarda göze çarpmıyor, çizik zeytinler kavanozların içinden ‘‘Lütfen tadıma bak!’’ diye yalvarmıyor.

Israr yok benim mutfağımda, ama pek bir sıcaklık da yok galiba.

Fazla modern.

Fırfırlı perdelerim yok.

Store var bende.

Buzdolabımın üzerinde aile fotoğraflarım da yok...

***

En önemlisi...

Evet, meselenin özüne geldik, benim ocağımda demlenen çay yok!

Onunkin de vardı...

Acayip kıskandım.

‘‘Nasıl yani?’’ oldum.

Farkettim ki, en son ne zaman çay demlediğimi bile hatırlamayıyorum.

Çünkü demlemiyorum.

Çeşit çeşit poşet çayım var, üstelik bir marifetmiş gibi hiç utanmadan eve gelen insanlara poşet çay dayıyorum.

İşimi kolaylaştırdığı için de o aptal kettle'ımla gurur duyuyorum.

Birden kafama dank etti.

Bir evin ev olabilmesi için orada çay demlenmesi gerekirdi!

***

Doğru tahmin ettiniz, kahvaltıdan sonra işi gücü bıraktım, gidip kendime bir çaydanlık ve demlik aldım.

6 tane de ince belli bardak...

Omi Rosa

Onun ruhunun bile duymayacağı bir yazı yazmaya hazırlanıyorum.

O benim anneannem.

Ruhu duymuz çünkü bu ülkede yaşamıyor.

Ruhu duymaz çünkü Türkçe bilmiyor.

Zaten ne hissettiğimi ben ona anlatamam.

Artık ana dilimi konuşamıyorum.

Konuşsam da söylediklerimi algılayıp algılamayacağını bilmiyorum.

***

Noel zamanı, ben anneannemi düşünüp fena oluyorum.

Çünkü o bir yaşlılar yurdunda.

Buradaki kurumlar gibi değil Almanya'daki kurumlar.

İyi bakılıyor.

İtilip, kakılmıyor.

Gözetim altında tutulması gerektiği için öyle bir yerde...

Ama işte Omi Rosa 86 yaşında ve uzatmaları oynuyor.

Benim de içim parçalanıyor.

***

Alzeimer değil.

Sadece yaşlı.

Çok yaşadı ve artık geri sayıyor.

Benim anneannem bunuyor.

Ne fena değil mi?

Bunuyor!

Zaman zaman da görünmez şeylerle kavga ediyor.

İnanılmaz üzülüyorum.

Günün birinde benim de başıma gelebileceği için korkuyorum.

Bu yaşlılık fikri kanımı donduruyor.

Ne oluyor bize?

O herşeye kadir halimize?

Bütün zorlukları aşan, acılara katlanan kişiliğimize?

Gün geliyor, şarjı biten telefonlara dönüyoruz...

Bitiyoruz.

Kapanıyoruz.

***

86 yaşında o halde olmak...

Şans mı şansızlık mı?

Üç çocuğu dolu torunu vardı, o enejisiyle insanı nefessiz bırakanlardandı.

Eee?

Çok çok şey yaşadı.

Eee?

Hayatına pek çok şey sığdırdı.

Eee?

Peki şimdi?

Hastanadeki odasında etrafa bakarken ne hissediyor?

Neden öyle çaresiz duruyor?

Kimlerle, neden kavga ediyor?

Yaşlılık mı düşmanın adı?

O ve onun durumanda olanların bir an önce huzur bulmasını istiyorum ve iyi Noeller diliyorum.

Hezeyan içinde yazdığım bu yazıya katlandığınız için de teşekkür ediyorum.
Yazarın Tüm Yazıları