Bütün duvarlar üst üste, yan yana resim dolu, tablo dolu. Çoğunun altında kendi imzası var. Salonun bir duvarıysa matematik problemlerine ayrılmış kara tahta. Ali Nesin, akıcı bir adam, hızlı ve zeki. Ama aynı zamanda komik ve eğlenceli. Düzgün cümlelerle konuşuyor. İlk eşi Portekizli, Fransa’da tanışıp birlikte yaşadıktan sonra Amerika’da evleniyorlar. Tekrar Türkiye, tekrar Amerika. Harvard, Yale, Princeton. Dünyanın en baba üniversitelerinde vakit geçirdikten sonra karı koca ayrılıyorlar. İki çocuğu var, şimdi yeni sevgilisinden bir çocuğu daha yolda. Bilgi Üniversitesi’nde hoca. Onu tanıdığıma çok sevindim. Evinden ayrılırken tarifsiz bir neşe içindeydim...
Çocukluğunuzu nasıl hatırlıyorsunuz? Yer neresi? Sesler neler? Ortam nasıl? Kimler yakın, kimler uzak?
- Kalabalık bir aileyiz. Benim için en önemli karakter babam. Şort giyiyor. Sürekli çalışıyor ve fosur fosur sigara içiyor, günde beş paket. Geniş, kocaman bir çalışma odası var, içi kitap dolu. Her tarafta dergiler, kitaplar... Bir de o kül tablası gözümün önünden gitmiyor. İçi izmarit dolu. Bir de şömine var o odada. Yaşasın pazar günleri, ben de o odadayım. Babam çalışıyor, ben şöminenin karşısına kurulup kitap okuyorum. Ve elma yiyorum. Çok mutluyum. "Baba" diyorum, "Pazarları elmanın tadı daha güzel..." "Öyledir oğlum" diyor, "Baba ile birlikte yenen elma daha lezzetlidir!"
O esnada anne ne yapıyor?- O mutfakta. Ya bulaşık yıkıyor ya yemek pişiriyor. Hummalı bir faaliyet içinde. Çünkü evde bir sürü insan var. Onlara bir şeyler yetiştirmesi lazım.
Kim onlar?- Teyzem, dayım, anneannem, dedem, ablam, abim, kardeşim, babam bir de ben...
Amma kalabalıksınız!- Öyle. Teyzem İstanbul’a okumaya geldi. Dayım önce arada bir geliyordu, sonra sürekli bizde kalmaya başladı. Anneannem ve dedem de ziyarete gelmiş. Ama gelince kalıyorlar...
Tabii siz çok güzel hatırlıyorsunuz bu büyük aileyi...- Hayır, korkunçtu o günler. Bir kere ben kalabalık sevmem. Bir de parasızlık, polis baskısı. Zor günlerdi, tedirgin günler. Babam çok yalnız. Parasız, pulsuz, arkadaşsız, dostsuz...
Annenizle babanızın arası nasıl?- O zamanlar idare ediyorlardı ama ben 10 yaşıma geldiğimde çok kötü oldu. Geceleri annemin hıçkırıklarıyla uyanıyordum. Bağrış çağrış... Sonunda ayrıldılar. Ama bunu benden gizlediler. Herkes biliyor bir ben bilmiyorum. Meğer babamın bir sevgilisi varmış. Annemle babam birbirine yakın iki ayrı evde oturmaya başladı. Ben arada mekik dokuyorum. Kitabım babamın, defterim annemin evinde. Saçma sapan bir hayat. Annem de Varlık Yayınevi’nde çalışmaya başladı. Eve geliyorum, kimse yok. Ben de dersleri serdim tabii. Matematik dahil. Bütün notlarım sıfır. O yıl sınıfta kaldım.
O kadar duygusal mısınız?- Daha çok serseriyim galiba. Anne baba yok, özgürlük var. İyice dağıttım. Ama tabii birleşmelerini de istiyorum. Sonunda birleştiler, yeniden evlendiler. Nikah evde kıyıldı. Ağzım kulaklarımda. Ama geçici. Sonra tekrar ayrıldılar.
Çocukluğunuzdaki sesler, kokular?- Ses, babamın daktilosu... Koku, at boku kokusu. Çok severim. İstanbul’un Anadolu Yakası’nda Ethem Efendi’de otururduk, faytonlar vardı, dolayısıyla at bokları... Ah ne güzel kokarlardı. Ben huzurlu ve mutlu bir çocuktum.
Peki bu çocuk ne yapıyor?- Sürekli resim yapıyor. Durmadan çiziyor, boyuyor. Sokağa çıkmazmışım, annem zorlarmış. Ama şimdi farkına varıyorum ki, bu yoğunlaşma aslında iyi bir şey. Çocuk kendi başına iyiyse, mutluysa, ağlamıyorsa, sızlanmıyorsa, bırak. Hálá çalıştığım zaman kendimi öyle bir kaybederim ki, çişim gelmiş, hava soğukmuş, üşümüşüm, karnım acıkmış, farkına bile varmam, bu özelliğimi çocukluğumdaki o günlere borçluyum.
İnsanın babası yazar olunca ne oluyor? "Hadi baba oyun oynayalım..." "Dur oğlum, şimdi meşgulüm, yazıyorum..." mu?- Aşağı yukarı. Ama çok eğlenceli adamdı. Akşamları hikayeler anlatırdı. Ağzından bal damlardı. "Fıkra anlat" diye ısrar ederdim. "Oğlum, durduk yere fıkra anlatılır mı?" derdi ama sonra kıyamazdı "Tamam, peki anlatacağım" derdi. Başlardık gülmeye. "Bunlar terbiyesiz ya" derdi, "Ben daha anlatmadan gülüyorlar." Komik ve çok iyi bir babaydı. Tabii ilgilendiği zamanlarda. Ama genellikle vakti olmazdı. Gazete çıkardığında günlerce eve gelmezdi, yüzünü göremezdim. Eve geldiğinde de polis evi basar onu evden alırdı...
Babanızla iftihar ediyorsunuz. Hayatınız onunla övünmekle mi geçti?- Katiyen. Şimdi iftihar ediyorum. Çocukken farkında bile değildim. Bir tek şeyin farkındaydım: Babam toplumda sevilen bir adam değildi. "Komünist" diyorlardı. Ben de çatlıyordum meraktan "Bu ne demek?" diye. Anneme kaç defa sordum, "Sen anlamazsın!" dedi. Korkuyor tabii, sağda solda söylerim, babamın başını belaya sokarım diye. Bir gün sofradayız, annem sordu: "Polis, komünist misin diye sorduğunda ne cevap verirsin?" Nefesimi tuttum. Oh be sonunda öğrenecektim bunun ne mene bir şey olduğunu. Cevabı bekliyorum heyecanla. "Böyle bir soru sormaya hakkınız yok derim" dedi. Eyvah yine ne olduğunu öğrenememiştim. Ama anladığım kadarıyla babam komünistti ve komünist kötü bir şey değildi...
Babanızla ilgili aklınızda kalan, sizi etkileyen özel bir şey...- Öyle bir sürü şey var... 1966 yılıydı Rusya’ya gitmiştik. Demek ki ben 9 yaşındayım, bir çocuk parkına girdik. Aman Allahım, muhteşem bir şey. Salıncaklar devasa, pervaneler var, oyuncaklar var, atlıkarıncalar var. Acayip para harcanmış. Bizim ailede de para yok o zamanlar, hiçbir şey alamıyoruz. Çikolata, sakız filan istemeyi aklımızdan dahi geçiremiyoruz. Ben hayran hayran baktım parka. Ama şöyle bir şey öğrenmişim: "Para, ciddi şeyler için harcanmalı." Bilmiş bilmiş "Baba" dedim, "Çocuklar için tüm bunlar biraz fazla değil mi?" "Oğlum" dedi, "Çocuklar için ne kadar harcasan fazla olmaz..." Bu laf kafamda yer etmiş, hiç unutmuyorum.
Bu güzelmiş... Başka yok mu?- Çok dalgın ve unutkan bir çocuktum. Diş macununun kapağını hep açık unutuyorum mesela. Babam da, "Oğlum kuruyor yapma" diyor. Ama ben yine unutuyorum. Bir gün banyodayken, "Ali gel" dedi. Gittim yanına. "Göster bakayım. Ne yapıyorsun dişini fırçalarken?" diye sordu. "Sen nasıl yapıyorsan, ben de öyle yapıyorum" dedim. "Oğlum lafı bırak da, göster" dedi. Anladım bir şey demeye çalışıyor, bir oyun yapacak. Dedim ki, "Kapıyı açıyorum, lavaboya doğru yaklaşıyorum. Diş fırçamı ve diş macununu alıyorum. Kapağını açıyorum ve oraya bırakıyorum..." Daha cümlemi tamamlamadan "Hah işte" diyor, "Onu yapma!. Kapağını oraya bırakma, elinde kalsın!" Soruna çözüm bulma konusunda babamın üstüne adam tanımam. O kadar zekice geldi ki. Bu yaşımda bile, diş macunun kapağını elimden bırakmam ve işim bittikten sonra mutlaka kapatırım...
Çocukları arasında en çok sizinle mi yakındı...- Evet. Sebebini bilmiyorum. Birbirimizi çok severdik. Sabahlara kadar sohbet ederdik. Çok da gülerdik. Çatıştığımız konular oldu ama babam en yakın arkadaşlarımdan biriydi.
Kaç yaşındaydınız onu kaybettiğinizde?- O 80’di, ben 38. 12 yıl olmuş...
Hálá özlüyor musunuz?- Hem de nasıl. Başıma bir şey geliyor mesela hemen, "Akşam eve gidince, babama anlatayım" diyorum, gayri ihtiyari. Sürekli rüyalarımda görüyorum. Ama teypten sesini dinlemeye gücüm yetmiyor...
Niye? Ağlama hissi mi geliyor?- Evet, çok kötü oluyorum. Bazen yalnızken dinleyeyim diyorum, sonra vazgeçiyorum. Aslında duygusallık hoşuma gitmez, sevmem. Ama kurtulamıyorum, onu çok özlüyorum. Çok zekiydi. Hem zeki hem yetenekli hem iyiydi.
Normalde zeki insanlar, kötü mü olur?- Hayır ama üçüne aynı insanda rastlamak zor. Bu üç özellik, bir arada olduğu zaman muhteşem bir sonuç çıkıyor ortaya. Bir de üstelik çok çalışkandı babam.
Böyle bir adamın oğlu olmak sizde nasıl bir etki yarattı: a) Teşvik edici... "Ben de yetişmeliyim, ben de yapmalıyım... b) Ezici... Ne yaparsam yapayım ona yetişmem imkansız..."- Aslında her delikanlının bir biçimde babasını öldürmesi lazım. Onu geçmesi lazım. Ama bazen geçemeyeceğin bir babanın olduğunu görüyorsun. Eğer akıllıysan benim yaptığım gibi kulvar değiştirirsin...
O yüzden mi matematikçi oldunuz?- Evet. Yoksa edebiyata da yatkınlığım vardı. Aziz Nesin babam olmasaydı, edebiyatçı da olabilirdim. Resimde de ilerleyebilirdim. Bir ara felsefeyi de düşündüm. Ama başka kulvara geçmek benim için daha iyi olacaktı, o yüzden matematikçi oldum. Baba oğul iki Alexandre Dumas var. İkisi de romancı. Oğul olan 28 yaşında "Kamelyalı Kadın" romanını yazdıktan sonra babasının karşısına geçiyor ve "Babacığım bu eserimle seni geçtim" diyor. Babasının cevabı: "Oğlum benim en büyük eserim sensin. Sen beni nasıl geçebilirsin."
BOŞ ZAMANLARIMDA EMLAKÇI GİBİYİM PARA BİRİKTİRİP EMLAK ALIYORUMMatematiğin nesi sizi büyülüyor?- Olağanüstü güzel. Daha güzel bir şey yok. Beni baştan çıkarıyor.
Evet görülüyor. Matematik deyince bakışlarınız filan değişiyor. Bir sebebi olmalı...- Hastalık. Karımla ayrılma sürecimiz çok problemliydi. Depresyondayım filan. Öyle bir an geldi ki, "Yeter!" dedim. "Bu bunalımdan çıkmak istiyorum." Ve o anda masanın üzerinde kağıt ve kalem aramaya başladım. Bir matematik problemi çözeceğim. Birden farkına vardım ki hayatım boyunca bir şeylerden kaçmak için matematiğe sarılmışım...
Peki konuşabileceğiniz kaç kişi var etrafınızda?- Kimseyle konuşmak istemiyorum ki. Öyle bir derdim yok. Tek istediğim yalnız kalmak, çalışmak. Ama Nesin Vakfı’nın işleri beni bırakmıyor. Mali işler, avukatlarla görüşme...
Arada babanıza "Senin vakfın yüzünden başıma neler geldi!" demiyor musunuz?- Demez miyim?
Hep diyorum...
Peki hiç sorun olmuyor mu? "Varını yoğunu vakfa bıraktı. Bize hiçbir şey bırakmadı" dediğiniz oluyor mu?
- Hayır asla. Babam, bu vakfı 1973’te kurdu. Ben o sırada İsviçre’deydim. Bir yandan okurken bir yandan bulaşıkçılık yaptım, restoranlarda çalıştım. Sonra Fransa’ya gittim, orada boya-badana, temizlik, hademelik yaptım, otel resepsiyonunda çalıştım. Sırf babam bana para yollamasın, rahat rahat vakfını kursun diye.
Biraz tuhaflık yok mu?- Yook. Ben istemedim. Niye isteyeyim? Bu evi kendim aldım, onu da vakfa bağışladım.
İnsan kazandığını çocuğuna vermek istemez mi?- Ben memnunum halimden. Para hayatım boyunca önemli değildi benim için. Babam, her çocuğuna en az üç daire verdi. Ben istemedim. O çok ısrar etti, kabul etmedim. Kendi paramı kazanıyordum zaten. Halam öldü, ondan da miras kaldı. Onları da vakfa bağışladım...
Ne bu mal mülk korkusu mu?- Hayır. Bu benim görevim. İstemediğim halde üzerime kaldı. Bu vakfı devam ettirmem gerekiyordu. "Babası kurdu, oğlu batırdı" densin istemem. Ve ne yaptım? 30’a yakın gayrimenkul aldım. Vakfın aylık gideri 60 bin YTL tutuyor şu anda. Ben geldiğim zaman sadece 10-15 milyar liraydı. Yayınevi kurdum. Çiftlik kurdum, zeytinlik aldım, cevizlik yapıyorum. Vakfın kendi başına ayakta durabilmesi için çalışıyorum. Babamın üzerime yüklediği sorumluluğu başkalarına yıkma hakkım yok. Türkiye’ye gelir gelmez, bu ülkede kitaptan, sanattan, kültürden para kazanılamayacağını anladım. Orhan Pamuk ya da Can Dündar değilsen tabii... Onu da kolay olamıyorsun. Kültür işlerinde para yok. Ama gayrimenkulde var! Bu evi mesela 10 bin dolara aldım. Üst katı 6 bin dolarla kaçırdım. 4 bin dolara kömürlük aldım. Şimdi dünyanın parası ediyor. Ne bulduysam, aldım. Köpek kulübesi bulsam aldım.
Nereden buldunuz bu gayrimenkulleri?- Boş zamanlarımda emlakçılık yapıyorum! Gıdım gıdım para biriktirip emlaka yatırıyorum.
TÜRKİYE’DE YAŞAMAK HEYECAN VERİCİ BİR ŞEYLERİ DEĞİŞTİRME ŞANSI VARSiz de babanız gibi tutumlu musunuz?- Onun kadar olmasa da tutumluyum...
Babanızın "Türk milletinin yüzde 60’ı aptal" lafına katılıyor musunuz?- Sadece Türkler değil, bütün milletlerin yüzde 60’ı aptal. Ama gelişmiş ülkelerde insanlar aptallıklarını gösterme özgürlüğüne sahip değil. Oturmuş bir sistem var, buna izin vermiyor. Oysa Türkiye’de trafiği tıkayabiliyorsun, birini ezip gidebiliyorsun. Bir yaptırımı olmadığı için de bunları yapmaya devam edebiliyorsun... Her şeye rağmen Türkiye çok hoş bir ülke. Bu ülkede yaşamak heyecan verici. Amerika’da çok bunaldım, çünkü sistemi değiştirme olanağın yok. Mümkün değil. Hiçbir etkin de yok. Benden ders alıp mezun oluyorlar, öğrendiklerini gidip CIA’de, orduda kullanıyorlar. Türkiye’de sistem iyi oturmadığı için, bir şeyleri değiştirebilme şansın var.
Bu yaşta tekrar baba olmak nasıl bir şey? İçiniz pır pır ediyor mu?- Ben nasıl babamdan miras almadıysam, iki çocuğuma da bırakmayı düşünmüyordum. En iyi okullarda okusunlar, sonra hayatlarını kendi bileklerinin gücüyle kazansınlar diyordum. Ama bu yoldaki ufaklık için korkuyorum. 50 yaşındayım, 70’e kadar yaşarsam ne álá! Bu kadar sigarayla zor, hiçbir şey bırakmamak çocuğa da haksızlık olacak, annesine de. Birdenbire küçük burjuva korkularım depreşti. Kenara bir şeyler koysam mı diye. Bakalım...