Paylaş
Arabayı o kullanıyor, ben yanında oturuyorum, habere gidiyoruz.
O da ne!
Yolun ortasında bir karaltı.
Sağından, solundan vızır vızır arabalar geçiyor.
Biraz daha yaklaşınca o karaltının hareket ettiğini görüyorum.
Ve aman tanrım, fark ediyorum ki, o bir canlı, o bir köpek...
Çarpmışlar mı, yaralı mı...
Orada ölümümü bekliyor...
* * *
Otobanda, bir arabanın ezdiği hayvan görmek kadar beni mahveden başka bir şey yok.
O bedenin üzerinden başka arabaların da hızla geçip gidecek olması fikri de beni perişan ediyor.
Hayvanlar bu dünyada çok daha korunmasızlar bize göre.
Otobanda bir yol ayrımındayım ya devam edip gideceğim ya da kenara çekip ona yardım edeceğim.
Hızlı ve seri karar vermem gerekiyor. Ki normalde yapamam ama yapıyorum.
“Sağa çek Süleyman” diyorum, “Dur, dur...”
İşi batsın, haberi batsın.
Ona söylemiyorum ama içimden bu geçiyor.
Emniyet şeridinde duruyor Süleyman.
Bir güç geliyor bize, yolun ortasına yürüyoruz, gidiyoruz, yerde kanlar içinde yatan hayvanı kucağımıza alıyoruz, arabaya taşıyoruz.
Kan bacağından mı, karnından mı akıyor göremiyoruz...
Süleyman, “Önce gazete kağıtları yayalım arabaya” diyor.
O anda araba bile umurumda olmuyor.
İyi bir his bu.
Siyah beyaz benekleri olan bir köpek.
Çok korkmuş, şok yaşayan çocuk gözlerle bize bakıyor.
* * *
Hemen veteriner Hakan’ı arıyorum.
“Yolda bir köpek gördük, çarpmışlar, kanlar içinde” deyince, “Nerdesiniz? Araba gönderip aldırayım” diyor.
Veteriner dediğin böyle olur işte, işini ve hayvanları bu kadar sever.
“Yok yok, biz geliyoruz sen merak etme” diyorum.
O benekli şey, 5.5 aylıkmış.
Bebek yani.
Sallanan kulakları siyah.
Çok sevimli bir şey.
Bir haftadır Hakan’da, önde petshop’u var, arkada muayenehanesi.
Tam teşekküllü yani.
“N’olur onu iyileştir” diyorum.
“Merak etme” diyor.
Valla yaptı. İç kanaması yokmuş. Ayağı da kırık değilmiş. Ama viral bir hastalığı varmış. Bir sürü aşı maşı, hayvan düzeldi.
Karma ve kuduz aşıları da tamam.
Sahiplenecek birini arıyoruz.
Barınaklara ölsem götürmem.
Bulamazsak, Hakan’la Edirne tarafında bir köy seçeceğiz, huzurlu, tatlı bir köy, onu gidip oraya bırakacağız.
O benekli şey şunu öğretti bana:
Yolda gördüğünüz bir hayvanı sahiplenmeseniz bile hayatını kurtarabiliyorsunuz.
Yapın. Onları kaderlerine terk etmeyin.
Görün bakın kendinizi ne kadar iyi hissedeceksiniz.
Sanatsal malzeme değil
SEVGİLİ Ayşe Arman, yazılarınızı her zaman okurum. Özellikle mezbahalarla ilgili yazınızı okuduktan sonra çok duygulanmıştım. O yazıyı yazanla, “Etlerin efendisi” adlı röportajı yapanın aynı kişi olduğuna inanmakta zorlandım! Özellikle çektirdiğiniz resimler... Onlar, o mezbahada ölürken seyrettiğiniz hayvanların cesetleri, sanatsal malzemeler değil! Biz kadınlar duyarlıyızdır, lütfen siz de duyarlılığınızı kaybetmeyin. Acı çeken hayvanların yanında olun lütfen. (Dr. Müge Ö.)
- Elimden geldiği kadar oluyorum. Hayvanları da seviyorum. Ama ben vejetaryen değilim Müge Hanım, et yiyorum. Hem de afiyetle! Yediklerim, “ceset” diye düşünmüyorum. Röportaj yaptığım kişi de bir kasaptı. Sizin et yiyip yemediğinizi bilmiyorum ama bu mantığa göre yememeniz gerekiyor...
Çocukların hamam sefası
ALYA’nın bir arkadaşı var, Emma.
Annesi Teri Roditi Aksel de, benim arkadaşım.
Aynı yerde, aynı ormanda oturuyoruz.
Geçenlerde dedi ki: “Gel kızları Cağaloğlu Hamamı’na götürelim...”
Bayıldım fikre.
İki ufaklığın peştamallar içindeki hali geldi gözümün önüne.
Ama lanet olsun, o gün de nasıl sıkışık, karışık bir gün.
O yapılacak, bu yapılacak, oraya gidilecek, şuradan dönülecek, öyle kızımla felekten gün çalmaya vakit yok yani...
* * *
Tereddüt ettiğimi görünce...
“Sen gelemiyorsan, Alya gelsin” dedi.
“Tamam” dedim ama acayip kıskandım, Teri’nin muhteşem ikiliyle geçireceği vakti, edecekleri sohbeti, ikisi de ilk kez gidecek hamama, gösterecekleri tepkiyi, duyacakları hayreti, kubbenin altında yankılanacak seslerini, taslarla kurna başında oyun oynarken ki hallerini...
Geldi yani gözümün önüne...
Kıskandım...
Ama yapacak bir şey de yok, çocuğun okulu tatil, evde bilgisayar başında oturmasından iyi.
Ve arkadaşlar...
Emma şahane bir gün yaşatmış bunlara.
Bence alın aynı turu adapte edin, çünkü Alya gelince anlata anlata bitiremedi.
1- Maslak’tan metroya biniyorlar. Ver elini Taksim. Bayılıyor bizimkiler, metro mavrasına.
2- Taksim’den fünikülerle Kabataş. “Füniküler” kelimesini öğrendiği için çok gururluydu Alya ve aynı gün içinde ikinci bir toplu taşıma aracına bindiği için.
3- Bitmedi! Teri, ihya etmiş bunları, Kabataş’tan bir de tramvaya bindirmiş, Eminönü’ne kadar.
4- Eminönü bizim Alya’yı büyülemiş, Nimet Abla’yı filan öğrenmiş, lokumcu, şekerci, helvacı çok ilgisini çekmiş. O hava, o ambiyans çok hoşuna gitmiş. Kuyruğu kopuk bir kedi görmüşler, bir tek ona üzülmüşler. Sonra yürüye yürüye Cağaoğlu. Oradan hamam.
5- Hamama erkeklerin bölümünden giriliyormuş. Biraz panik olmuşlar, Teri onları rahatlatmış, “Merak etmeyin biz kızlar bölümüne gideceğiz” diye. Soyunup peştamallarını sarmışlar, sonra başlamışlar hamamda yıkanmaya, taslarla kurnada oynamaya. Çok çok hoşlarına gitmiş.
6- Bir de Miss Pizza çakmış onlara Emma. Şehrin en iyi pizzası diyor, ben Teri’ye inanırım. Sonra Şişhane’den tekrar metroyla Taksim- Maslak.
7- Alya trafikten filan hiç şikayet etmedi. Zannediyor ki İstanbul’un her tarafında metro var, sevinç içinde, “Her şey daha hızlı oluyor. Artık her yere metroyla gidelim” diyor.
Muhteşem üçlü, Çemberlitaş Hamamı’na gidecek yakında. Malum restore edildi ya, bu sefer ne yapıp edip ben de gideceğim onlarla...
HAMİŞ: Oğulcan, geçtiğimiz hafta sonu taburcu oldu. Artık evinde, annesiyle. Bütün gelişmelerden sizi haberdar edeceğim. Paris dönüşünde...
Paylaş