Paylaş
Ömer’le Hindistan’dayım.
Bir süredir Mumbai’de yaşıyor, ben de atladım yanına geldim.
Koca bir bavulla.
İçinde ne mi var?
Kaldığı otel odasını eve çevirebilecek her şey!
Düşündüm de, ne kadar da güzel olsa, otel dediğin sonuçta ruhsuz, soğuk bir yer, madem önümüzdeki aylarda da o otelde yaşamaya devam edecek,
e orayı biraz kişiselleştirmek, sıcaklaştırmak gerekir.
İşte bu dahiyane fikirle yola çıktım.
Ve ve ve kendimi çerçeve alırken buldum. Amaç, bir foto duvar yapmaktı, bizim aile fotoğraflarımızdan oluşan.
Fena mı, uyandığında her sabah duvarda şöyle bir hepimizi görsün!
Yalnız hissetmez kendini.
25 tane filan fotoğrafı bir güzel siyah-beyaz bastırdım, irili ufaklı çerçevelere yerleştirdim. Tek tek farklı yerlere asmak odayı dağınık göstereceği için, iki adet beyaz raf da götürdüm.
İki delikle iş biter diye.
Öteki türlü çok delik lazım.
Tabii ki iş aletlerim olan çekiç, beton çiviler, çift taraflı yapıştırıcı ve raflar için minik, seksi bir matkap gibi nalburiye malzemem de yanımdaydı.
İKİ HURÇ, İKİ BAVUL
Odadaki kanepenin biraz daha ev gibi durabilmesi için bir sürü yastık da götürdüm.
Onları da sağ olsun mimar arkadaşım Nükhet Boz’un ofisinden seçtim. Kanepe mavi olduğu için, yastıklar da mavi-beyaz çizgili, düz mavi ve limon sarısı...
Şahane bir uyum oldu.
Ayrıca yatak üzerine de yastıklar, ucuna yatağın düz beyazlığını alacak bir battaniye, komidinin üzerine gümüş görünümlü çerçeveler, kanepenin kenarına şöyle atılmış gibi duran bir battaniye, yere dergi mergi için hasır sepet, ortadaki masanın üzerine mavi bir seramik, bir-iki de şamdan...
E valla sade ama güzel oldu.
Bu hafif kişiselleştirme operasyonu için bir büyük bavul, bir yavrusu ve iki hurçla gittim.
Ömer, hurcu görse kaçardı!
Ya da ilişkimizi gözden geçirirdi.
E havaalanında o devasa şeyle insanın karizması bir miktar çiziliyor tabii.
Amaaaan benim İstanbul’dan Dubai’ye halı taşımışlığım var omuzumda, hiç utanmam, bu sefer de hurçtan utanmadım.
Ben otel odasını eve çevirmeye kilitlenmişim, derdim o.
ÇEKİÇ VE ÇİVİ Mİ!!
Ömer bir ara telefonda, çekiç ve beton çivileri lafını duydu, “Nasıl yani?” dedi. “Sakın böyle bir şey yapma! Getirirsen kullanmak istersin. Burası bir otel. Gözünü seveyim,delik deşik edemezsin duvarları...”
Matkaptan hiç söz etmedim bile.
Neyse arkadaşlar, ben hep bunu bilir, bunu söylerim, azimle delemeyeceğiniz mermer yoktur, yeter ki kafaya takın!
O hurcu da, bavulları da, bütün çerçeveleri de, yastıkları da her şeyi götürdüm.
Açınca bavulu ve pıt pıt yerleştirmeye başlayınca, sevgilim de güldü. Beni sevdi. Çekice ve matkapa rağmen! “İyi düşünmüşsün!” dedi.
Harika oldu odası, zannedersin kendi evi.
Sonra beni aldı, bir uçağa koydu, Kerala’da 11 odalı bir butik otele götürdü...
Şimdi ordayız, okyanusun dibinde, şahane bir kulübede...
Artık doğum günü kutlamaları faslına geçiyorum, yarın yazı yok, cumartesi görüşürüz...
Hey sen küçük adam!
KÜÇÜK bir adam, önüne gelene sallıyor, saydırıyor, aklınca “sinek gibi eziyor”, hedef gösteriyor...
Siyasi ya da hukuki kimlikli tek bir Allah’ın kulu da “Dur!” demediği için...
Zücaciye dükkânına dalmış boğa gibi, ona buna saldırmaya devam ediyor.
Bir dönem Ahmet Hakan’a bulaştı.
Son bulaştığı insan benim.
Hiç orijinal değil, yaratıcı değil, üstelik çocukça...
İftira atmak da bir miktar zekâ istiyor.
Bunda yok.
Fi tarihinde, o dönemde aktüel olan bir ölüm vakası sonrasında Bodrum’da Ahmet Bayer’le yaptığım röportajda güya suçu örtbas etmişim.
Nasıl yapmışsam!
Bir defa şu konuda anlaşalım, yirmi beş yıldır röportaj yapıyorum...
Binlerce insana teybimi kapıp gidiyorum.
Bayer de onlardan sadece biriydi.
Bir daha da görmedim.
O zaman gündemindeki acı bir hadiseyi anlattı, ben de yazdım. Bütün yaptığım budur. Ben ne yargıcım ne savcı ne de polis dedektifi. Elimdeki teybe anlatılanları çözüp gazete kâğıdına aktarıyorum.
ÇİRKİN BİR İFTİRA
Yalan makinesine bağlayamıyorum insanları. Anlattıkları doğru muydu, yalan mı bilemem. O röportajda, olay gecesi orada olduğunu iddia eden başka insanlar da vardı, onlar da gördüklerini anlattılar.
Dediğim gibi yargıç değilim, bu ülkenin mahkemeleri var, olayın ne olduğu er ya da geç ortaya çıkar.
O dönem Bayer’in konuştuğu tek gazeteci de ben değilim. Bir sürü gazetede kendisiyle yapılmış röportajlar çıktı. Hürriyet daha çok okunuyorsa, bu da benim suçum değil herhalde...
Tekrar ediyorum, ben “Haklı” demedim, “Anlattığı budur” dedim, açın okuyun röportajı, internette duruyor.
Fakat bu küçük adam, yazısının bir yerinde haddini de maksadını da aşmış. Benim o röportajı menfaat karşılığı yaptığımı yazmış. Bu çirkin iftiranın hesabını adli makamlarda soracağım elbet ama elinde herhangi bir kanıt olmadan bir gazeteciye, “Menfaat karşılığı röportaj yaptın” cümlesini kurarsan boyundan büyük iftira atmış olursun ki, en büyük şerefsizlik budur.
FETÖ NE ALAKA?
Aklınca beni yargılatmak amacıyla yazdığı yazıda, attığı iftirada işi FETÖ’ye getirebilmek için bin bir takla atmak zorunda kalmış.
İftira atarken bile biraz makul olmak gerekir.
Benim Fethullah Gülen’le, örgütüyle ne alakam olabilir?
Artık gerçekten yuh!
FETÖ’yle bir alakam olamayacağı için RTÜK’ten girmiş, Aydın Doğan’dan çıkmış. Sırtımı Aydın Doğan’a yaslamışım. Elbette. Aydın Doğan benim patronum. Bu gazetedeki herkes gibi çalışıyorum, bir değer yaratıyorum, yine bu gazetedeki herkes gibi maaşımı da Aydın Doğan’dan alıyorum.
Peki o küçük adam sırtını kime yaslıyor?
Herkes biliyor.
Zaten kendisi de sık sık yazıyor.
Gücün arkasına sığınmaksa...
Ben mi, o mu?
Ona buna sataşarak meşhur olmaya çalışan zavallı adama aynaya bakmasını tavsiye ediyorum.
Paylaş