Her halinden hiç yaşamamış, yaşanmamış olduğu belliydi.
Tuhaf ama, bana kendimi bir erkek gibi hissettirdi.
Onu sarıp sarmalamak istedim.
Rüzgardan korumak, üşümesin diye ceketimi omuzuna atmak.
Ya da bir Lego evmiş gibi davranmak, bütün dünyadan sakınmak için cebime koyup usulca oradan uzaklaşmak...
*
Heyecanlanınca, ama çok heyecanlanınca, insanın midesinin üst kısmında bir yerlerde kelebekler uçuşur ya...
Öyle bir hareket hissettim bedenimde.
Arnavutköy'ün tepelerindeki bu üç katlı tren vagonu şeklindeki kırmızı eve bakarken nefesim kesildi.
İlk nesi çekti beni?
Güneşin ışıkları üzerine vurmuştu o mu büyüledi? Yoksa rengi mi şekli mi? Ya da hemen arkasındaki, Frida filmindeki avluya çevireceğime yemin edebileceğim, toz toprak ve molozlar içinde olan o mini minnacık bahçesi mi?
Belki.
Yok, yok.
Ne evin konumu, ne formu, ne bir parça deniz görmesi, ne oturduğu sokağın güzelliği, ne fiyatının makul oluşu.
Hepsi ama hiçbiri.
Sanırım en çok ince uzun pencerelerinde gördüğüm kendimin hayali.
Sevdiği adamı sabahın köründe yolcu eden kendimi gördüm ben.
Daha ötesi var mı?
Ha bir de pencere pervazına yapışan bir çift çocuk eli.
Boyu yetmiyor ya, babaya bay bay yapamıyor ya.
Kucağıma alıyorum.
Allah aşkına hayal kurmanın neresi kötü?
*
Daha içini görmeden, daha emlakçı anahtarı kapının deliğine sokmadan, ben odalarında dolaşıyordum bile. Duvarlarını yıkıyordum, odaları birleştiriyordum, merdiveni başka bir yere taşıyordum, mutfağını ve banyosunu takıyordum, içini döşüyordum ve son olarak ‘‘Oh be dünya varmış. Bitti sonunda!’’ diyerek, huzur içinde cumbasında çay içiyordum.
O esnada hangi kitabı okuyorum, bilmiyorum.
Ama fonda Norah Jones çalıyor.
Çünkü o müzik, o eve cuk oturuyor.
Come along with me...
I will baby! I will!
*
Yani böyle bir ruh halindeyim.
Kırmızı evle yatıp kalkıyorum.
Şans eseri bir gayrimenkul satılmış, üzerine biriktirdiğim paraları koymuşum, babam da arka çıkacağını söylüyor... İşler yolunda gözüküyor...
Ama bir sorun var tabii.
Benim kırmızı pancurlu evim biraz küçük.
Aslında epey küçük.
Nasıl söylesem, Pamuk Prenses'in 7 cücelerinin evi gibi!
Odaları hap gibi.
Olsun, bankadan kredi alırım, içini olduğu gibi yeniden yaparım diyorum.
Dünyanın en tatlı ve anlayışlı mimarı Teo, ‘‘Olmaz diye bir şey yok tabii’’ diyor. Bütün duvarların yıkıldığı, odaların birleştiği, ekstra yatak odalarının çıktığı, evin bir ucundaki merdivenin başka bir yere taşındığı bir proje çıkarıyor. Tek sorun, maliyet...
Ev kelepir ya, nispeten ucuza alacağım ya, içine neredeyse tamamına vereceğim paranın üçte bir kadar para harcayacağım.
Eee borç yiğidin kamçısıdır.
Hem kredi almadan nasıl ev sahibi olurum ben?
Diyorum ama...
Bir taraftan da otorite gördüğüm biri tarafından onaylanmak istiyorum:
- Hoş geldin babacığım!
*
İşte bu yazıyı bu yüzden yazıyorum:
Bir türlü kurtulamadığım bu onaylanma belası yüzünden.
Bir işe mi kalkışıyorum, birileri onay versin...
Doğru mu yapıyorum, yanlış mı yapıyorum söylesin....
Kimbilir belki de isabetsiz bir karar veriyorumdur, sonuca iştirak etsin...
Yani suç ortağı olsun...
Nerede bu pirincin bolluğu!
Oysa, 33 yaşındaki ben, evlenirken babama sormadım, boşanırken sormadım, yaptığım işi seçerken fikrini almadım, bu şehirde onun eksantrik ve romantik bulduğu, gerçekçilik ve mantık denilen kavramlarla alakası olmayan 12, 13 evde kirada oturdum, cırt diye sözleşmeleri yaptım, pişman da olmadım, her seferinde geldi, ‘‘Bu abuk sabuk evleri nereden buluyorsun?’’ dedi, ama ben mutluydum halimden...
Ne var ki aynı ben, hangi akla hizmetse, bu kırmızı ev için onay istedim kendisinden.
Aynı babamın ‘‘Afferin kızım!’’ demesini bekledim.
‘‘Sen kalkarsın bu işin altından, madem bu kadar çok istiyorsun...’’ demesini arzu ettim.
Ve inanır mısınız diyeceğini zannettim.
Ayşe kızı hayatında bir şeyi doğru yapmış olacaktı.
Ve bizim onunla şahane bir ilişkimiz olacaktı.
Benimle gurur duyacaktı:
‘‘Kızım da bu evi aldı, ilk halini görseydiniz, ama bakın ne hale getirdi!’’
Salak ben.
Tabii ki demedi.
Ki bendim ona yalvaran, ‘‘N'olur Adana'dan gel de şu kırmızı evi gör’’ diyen.
*
Babam beni onaylamaz ama çok sever.
Geldi.
Ama işte 63 yaşındaki babamla ben hayata aynı yerden bakmıyoruz.
Ben Frida'nın bahçesini ve kaktüsleri hayal ediyorum, o evin duvarındaki rutubeti görüyor. ‘‘Çok masrafı var bu evin’’ diyor. Ben ‘‘Salon da şahane olacak baba değil mi?’’ diyorum, o elinde mezura, ‘‘Yahu, yatağın ucundan duvara üç metre var, bu evde insan rahat dönemez bile!’’ diyor. Ben ‘‘Ortaköy'de Ermeni bir usta var olağanüstü taşlar yapıyor, bayılıyorum onlara’’ diyorum, o ‘‘Nasıl yani yerdeki bu parkeleri sökecek misin?’’ diyor.
‘‘Kızım arabanı koyacak yer yok?’’
‘‘Baba, elimde olsa hiç araba kullanmayacağım, zaten ileride kullanmayı düşünmüyorum, evden çalışmayı hayal ediyorum...’’
‘‘Kızım, sen de her şeyi hayal ediyorsun! Hem bu merdiven oraya nasıl taşınır? Mantıksız!’’
‘‘Baba her şey mantıklı olacak da ne olacak hayatta!’’
‘‘Ama kızım sen gerçekten hayal aleminde yaşıyorsun. Üstelik herkese güveniyorsun. Mimar Bey arkadaşın, tamam ona güven ama. Ya emlakçılara... Ben sana söyleyeyim, güvenilmez onlara... Zaten pazarlık da yapmamışsın her şeye tamam demişsin...’’
‘‘Baba ben insanlara güvenmeden devam edemiyorum hayata. Bu da benim. N'apim yani!’’
Ben onun söylediklerini duymuyorum bile, evi bitmiş hayal ettiğim için, nasıl heyecanlıyım, bak baba, şu şöyle, bu böyle olacak...
Bana alma demedi.
Senin kararın dedi.
Ama başka evler gösterdi:
‘‘Bak bu bir yetişkin evi’’ dedi, ‘‘Alacaksan bunu al!’’
Bin tane gerekçe sıraladı...
Akıl verdi, fikir verdi.
Ben küçüldükçe küçüldüm.
Yaş oldu 5.
Bir de adım iyice çıktı mı romantiğe?
O gerçekçi ya...
Anlayacağınız yine beceremedim, yine onun onaylamadığı saçma sapan bir işe giriştim.
Yavaş yavaş süngüm düştü.
Diretemedim.
Bir otorite boşluğu mu vardır bende nedir, babama karşı gelemedim.
Bu benim yaşayacağım ev, var mı, benim kararım diyemedim.
Sonunda vazgeçtim.
*
Şimdi...
Başımı duvardan duvara vuruyorum.
Bir cam olsa da, şu sarı kafamı içine geçirsem diyorum.
Çünkü benim kırmızı evim iki gün sonra satıldı.
Bir başkasına.
Geleceğimi genç bir mühendis aldı.
Kırmızı Legom onun oldu.
Ama hata benimdi, lanet olası onaylanma ihtiyacım yüzünden çok hayalini kurduğum bir şeyden olmuştum. Kısmet değilmiş lafları beni kesmiyor, insanlar kısmetlerini biraz da kendileri yaratıyor.
Bir dahaki sefere çocuklar gibi değil, yetişkinler gibi davranacağım, evi alacağım, yapacağım, onaracağım ve babamı öyle çağıracağım...
‘‘Bak, baba ev bu işte. Ben çok seviyorum, inşallah sen de seversin!’’
Yani karşısına bitirdikten sonra çıkacağım...
Asıl sınavımı o zaman vereceğim.
*
Ama...
Ne yalan söyleyeyim, o kırmızı evden tamamen vazgeçmedim.
Size tuhaf gelebilir ama bu sefer de satın alan o genç adamdan evi satın alma hayalleri kuruyorum.
Yan apartmanın kapıcısına telefonlarımı bıraktım bile. Beni aramasını bekliyorum.
Eğer kırmızı evi benim kadar tutkulu istemiyorsa, bana satsın istiyorum.
Evet, yeni aldığı evi.
Evet, daha fazla paraya.
Evet, biliyorum mantıksız.
Ama benim hayatta her zaman mantıklı olacağım diye bir derdim yok ki...
Ben mutlu olmak istiyorum.
HAMİŞ: Babacığım, lütfen sinir olma bu yazıya. Tamam mı? Endişelenme de. Adam satmaz zaten. Deli mi?