Herkesle ikişer üçer kez röportaj yaptım... E yeter! ARTIK ROMAN YAZMAK İSTİYORUM

Bu mesele hep aramızda itiş-kakış konusu olmuştur. Röportaj yaparken ben fotoğraflara çok titizlenirim. Ne var ki, Nuriye Akman benim tam tersimdir. Onun için esas olan, yazdığı metindir.

Gerisi onu ilgilendirmez bile. Fotoğrafı kim çekmiş, röportajın sayfasını kim yapmış... Onun uğraşması gereken daha mühim şeyler vardır! Böyle düşünen bir kadına verilecek en iyi cezanın onun iyi fotoğraflarını çekmek olduğunu düşündüm. Hem Mehmet Werner hem Kutup Dalgakıran Nuriye Akman’ın fotoğraflarını çekti. Hangi kadının hoşuna gitmez ki, bu kadar iyi fotoğrafçılar tarafından görüntülenmek? Şartlar da uygun olunca, baktım o da havaya girdi... Ben de çok sevindim. Çünkü ben sadece metnin değil, fotoğrafların ve sayfa düzeninin de en az sorular ve cevaplar kadar önemli olduğuna inanıyorum. Fotoğraflara bakıp siz karar verin, iyi mi ettim kötü mü ettim...

HAMİŞ: Akman’ın Nefes adlı romanıyla ilgili sorular yarınki Gözlük’te yer alacaktır. N’apim buraya sığmadı. İlgililere duyurulur...


Siz bir yönetici sekreteriydiniz. Ve Türkiye’nin en önde gelen röportajcılarından biri haline geldiniz. Nasıl oldu?

- Beni tanımadıkları ve koordinatlarımı bilmedikleri için önce sekreter yaptılar... Dur, en başından anlatayım: İletişim Fakültesi’ni bitirdikten sonra, gazetelerde muhabir olarak çalışma imkanı bulamadım. Oysa, ben hikayeler, şiirler yazıyorum. Orta 1’de Rus, lisede Amerikan ve Fransız edebiyatını bitirmiştim. Birikimliyim yani. Ama işte, yazı işleri kadrosunda bana göre iş yok! O ara, baktım gazetede bir ilan. Milliyet Gazetesi, arşiv servisine eleman arıyor. Hemen başvurdum. O arşivde tam üç yıl çalıştım. Bana şöyle bir faydası oldu: Sonradan röportaj yapacağım pek çok insanı orada tanıdım...

Peki sekreterlik?

- Oraya da geleceğiz... Derken evlendim. Haliyle, kocamın peşinden Ankara’ya gitmem icap etti. ‘Ne yapmak istersin?’ diye sordular, ben de ‘Kültür sanat muhabirliği’ dedim. Yine aynı terane! Kadro yokmuş, iş yokmuş. Bunun üzerine, Milliyet’teki bir müdürüm Ankara Hürriyet’e telefon açtı ve beni işe almalarını rica etti...

Hürriyet’çiler de sizi sekreter olarak işe aldı!

- Aynen. Kimse bana ‘Kızım sen ne okudun? Ne bitirdin? Ne yazdın, ne çizdin?’ diye sormadı. İki sene sekreterlik yaptım. Önce Esen Ünür’le çalıştım. Son derece mutsuzdum tabii. Tuvaletlere kapanıp gizli gizli ağlıyordum. Muhabirler işe gidiyorlar. Ne getirdikleri haberleri beğeniyorum ne birikimlerini. Benim işe gitmem lazım. Ama ben orada telefonlara bakıyorum... Akıl alacak gibi değil!

Kimseye derdinizi anlatmıyor musunuz?

- Anlatmaz mıyım? ‘Beni çok kötü kullanıyorsunuz’ diye enselerinde boza pişiriyorum, dinleyen mi var? Ertuğrul Özkök’ün gelmesiyle bütün hayatım değişti. Ankara temsilcisi oldu ve beni sekreter olarak yanına istedi. Ne var ki, hamileyim ve Ertuğrul Özkök o günlerde hamile kadınlardan hoşlanmıyor. Onların, o halde büroda dolaşmasını istemiyor. Zaten, bir süre sonra karnım büyüdü, doğum iznimi kullandım ve gazeteden ayrıldım. Geri döndüğümde benim yerime bir sekreter alınmıştı. Karşı masamda Serdar Turgut, öbür masada yeni sekreter Dilek Önder ve ben. Ne yapacağımı bilmiyorum abi! 6 ay boş boş oturdum. Sonra Ertuğrul Özkök, ‘Hadi aşağı in’ dedi, bir alt kat istihbarat, beni aşağı indirdi ama bir alan vermedi. Millet de, ‘Ne yapabilecek ki?’ gibisinden süzüyor beni. Sonuçta, onların kafasında sadece telefonlara bakan bir sekreterim!

Küt diye röportajla mı başladınız?

- Nerdee? Bana alan vermedi ya, bütün alanlara saldırdım. Dış politikadan bürokrasiye, eğitimden sanata kadar... Her getirdiğim haber 1. sayfadan girdi. Bu durum Ertuğrul Özkök’ün çok hoşuna gitti...

Peki röportaja nasıl kaydınız? Farkındaysanız hálá ilk sorudayız!

- Emin Çölaşan, köşe yazarlığına başladı ve ‘Artık röportaj yapmayacağım. Bu işi gençlere bırakıyorum’ diye bir yazı yazdı. Benim de hayalim gazetenin röportajlarını yapan insan olmak. O ara, her hafta başka biri yapıyor. Ertuğrul Özkök de Genel Yayın Yönetmeni olmuş, ‘Bana bir şans verin, röportaj yapmak istiyorum’ dedim. ‘Kiminle yapacaksın?’ dedi. ‘Yusuf Bozkurt Özal’la’ dedim. Rahmetli de, o zaman ekonomiden sorumlu devlet bakanı. Cumhurbaşkanının kardeşi olduğu için çok önemli ve sadece Yavuz Gökmen kendisiyle konuşabiliyor. Biraz da Enis Berberoğlu. Ve ben onunla röportaj yapmayı becerdim. Gazeteye 9 sütun manşet girdi! Üçüncü röportajımdan sonra Ertuğrul Özkök ‘Bu sayfa artık senin!’ dedi...

BİR DAHA YANMAYA RAZIYIM

Şöyle bir pişmanlığınız oldu mu: ‘Keşke, evde oturan yemek pişiren bir kadın olsaydım...’

- Olmadı. Ama şu anda onu istiyorum. Artık röportaj yapmak istemiyorum. Geçinecek kadar param olsun, iyi yaşayayım ama roman yazayım istiyorum...

Neden bıktınız? Kendini tekrarladığından mı, monotonluktan mı, yaşlılık yorgunluğundan mı?

- Tümü birden denilebilir. Herkesle ikişer kere üçer kere konuştuk. E yeter!

Peki yeni romanınız Nefes.... Size aradığınız heyecanı getirdi mi?

- Hem de nasıl! Çok büyük bir nasip, o yüzden şükrediyorum. Büyük acılarla elde ediliyor. O kadar kolay değil yani. Ama bir kez daha yanmaya razıyım!

Hangisini tercih ederdiniz: Büyük bir aşk yaşamak mı, bu romanı yazmış olmak mı, bu romanın çok satması mı?

- Ben hepsini alayım!

Yok öyle! Seçeceksiniz...

- Sen tabii, çoktan seçmeli bir neslin çocuğusun! Ben öyle bir neslin çocuğu değilim. Niye bir tanesini seçeyim ki? Tabii ki hepsini isterim. Şu da var tabii: Ben sahip olduklarımın tadını çıkarmayı öğrendim hayatta. Sahip olamayacaklarımın acısına ise ayıracak vaktim yok! Hayat zaten kısa, üçte ikisi geçti. En iyi tahminle üçte biri kaldı...

SEÇKİN BİR KADINIM

Elit sınıftan olduğunuzun kanıtı nedir? ‘Elit kadınlığın’ ölçüsü ne?

- ‘Bu roman elit bir roman mı?’ diye soruldu. İki türlü yanıt verebilirdim: ‘Elit roman diye bir tanım yok!’ Birinci şık buydu ama ben ikinci şıkkı tercih ettim, gırgıra vurmayı yani: ‘Evet roman elit bir roman, zaten ben de elit bir kadınım!’ Ama belki ‘seçkin’ kelimesini kullanmam daha uygun olacaktı...

Peki siz niye ‘seçkin’siniz sorabilir miyim? Birikimli olduğunuz için mi, zengin olduğunuz için mi, aristokrat olduğunuz için mi?

- E sürünün bir parçası değilim! Yoksa ne zenginim ne aristokratım. Hayat bağışlanmış bana....

E herkese bağışlanmış!

- Ama ben bunu hissediyorum....

Başkaları da hissediyordur belki...

- Mutlaka... Benim gibi ‘seçkin’ olan başka insanlar da vardır. Ben tekim demiyorum ama ben de onlardan biriyim diyorum.

Peki... Son olarak, bir de mesleki olarak vardığınız şu ‘zirve’yi bir anlatır mısınız? Nasıl bir şeydir? Ne yapmak lazım? Bizler oraya nasıl ulaşabiliriz?

- Röportaj alanında işini iyi yapan Türkiye’de 3 kişi varsa biri benim, biri sensin, üçüncüsü de kim bilmiyorum... Bana dendi ki ‘Neden roman yazıyorsun?’ Ben de dedim ki, ‘Kendi işimde yapabileceğim her şeyi yaptım. Bundan sonra ancak tekrarlar olabilir. Dolayısıyla, bunun adı zirvedir....’ İşini iyi yapma zirvesiydi kastettiğim. Oğluma da böyle söylüyorum: ‘Evladım, hangi işi yaparsan yap, ister manav ol, ister marangoz, Türkiye’nin en iyi manavları arasında senin adın sayılsın!’
Yazarın Tüm Yazıları