Paylaş
Ay nasıl iyi geliyor! Hem roman hem Ferzan. Çünkü çok gerçek. Çok samimi. Çok kendi gibi, meraklı. İyi dinleyici. Müthiş gözlemci.
Bir sürü insanın ürettiklerine hayran kalırsın da, kişiliği beş para etmez. Ferzan Özpetek öyle değil işte. O bir deha ama hava basmıyor, egodan ölmüyor. Oysa en çok onun hakkı. Adam dünyanın en güzel filmlerini yapıyor. Başımıza şimdi bir de yazarlık çıkardı.
‘Sen Benim Hayatımsın’, bir duygu, karakter, mekân ve olaylar potpurisi. Ama romanın ana teması aşk. Sevgiliye uzun bir mektup. Kitabı okuduktan sonra akılda kalan da şu: Kadın ya da erkek yok, sadece sevmesini bilmek var.
Öne çıkan bir diğer duygu da dayanışma. Acıklı şeyleri anlatırken bile gülümsetebiliyor. İçinden ölüm geçen ama yaşamı, aşkı ve iyiliği yücelten bir kitap.
Ve çok cesur bir kitap.
İtalyan basını, “Pek çoğumuzun tanık olduğu ama anlatmaya cesaret edemediği gerçekleri tüm içtenliğiyle aktarıyor. Roma’yı, özellikle de 80’li, 90’lı yılları kimse bu kadar güzel anlatmamıştı” diye yazdı.
Hatta daha da ileri gitti, “Amarcord ve La Dolce Vita tadında Felliniyen bir başyapıt. Özpetek’in okurlarına, izleyicilerine bıraktığı bir vasiyet...”
‘Sen Benim Hayatımsın’ı okuyun, ruhunuza iyi gelecek...
‘Sen Benim Hayatımsın’ dünyanın en duygulu, en sarsıcı, en su damlası aşk romanı... Nedir bu kitap?
- Uzun bir mektup aslında. İçimde öyle bir duygu vardı. Sevgilim uçakta yanımda uyurken yazdım, evde yazdım, yollarda yazdım, 18 ay boyunca her yerde yazdım. Bir sürü bölümünü de ağlayarak yazdım. Çünkü hafızamın şeridini, en ufak ayrıntıyı yeniden görebilmek için geri sardım. Her kareye dikkatlice yeniden baktım. Tıpkı boş bir sinemada, çocukken bin kere izlediğimiz ve büyülendiğimiz filmlerin sırrını iyice yakalamaya çalışır gibi... Ve şunu fark ettim: Hafızamız dijital değil. Eski bir film şeridi gibi dönüyor ve yıpranıyor. En çok sevilen görüntüler de yanıyor!
Bu roman bir tarafıyla bir hesaplaşma, bir muhasebe yani...
- Evet. Roma’da geçirdiğim 39 yılı anlatıyorum. Hayatıma giren insanları selamlıyorum. Bunların arasında dünya starları da vardı, entelektüeller, prensler, evsizler, translar, travestiler de... Roma’da çok renkli bir dünyada yaşadım ben. Onları anarak onore etmek de istedim. Çünkü bir kısmı artık hayatta değil. Mesela bizim apartmanda yaşayan bir trans vardı: Vera. Müthiş bir kişilikti, 2009’da kaybettik. Bir sürü olayda aklıma geliyor, konuşmaları, söylediği şeyler. O zamanlar önem vermediğim şeyler, şu an çok önemli. “Ne kadar haklıymış!” diyorum. 40 yılın bir değerlendirmesi de oldu bu roman...
İyi de sen geriye dönüp yazmak için henüz çok genç değil misin?
- Valla 56’yım. 40-50 arasında hiçbir şey hissetmiyorsun, şahane o yıllar. Ama 50’yi geçince tuhaf bir şey oluyor. Bir şey dank ediyor. 20 yıl önce 30’dum, ama 20 yıl sonra 70 olacağım diyorsun! Ve kum saati tersine çevriliyor, zamanının daraldığını hissediyorsun. Mesela şu anda çevremde o kadar çok kanserli arkadaşım var ki. Devamlı olarak da artıyor. Bu artık bir iş gibi oldu benim hayatımda. Bilmem kimi tanıyorum, onu bilmem kimle bir araya getiriyorum, tedavisine yardımcı olmaya çalışıyorum, diğer doktor bilmem kime yolluyorum. Ailemde de kanser var. Artık bu yaşta hayatımızda, hafıza kayıpları, alzheimer gibi gerçekler de var. Diyeceğim, geçmişi hatırlamak ve anlatmak, “Şu anda ne durumdayız?”ın bir muhasebesi de oluyor. Ama tabii bu aynı zamanda bir aşk kitabı...
Evet hem de çok sarsıcı bir aşk romanı. Neden aşka güzelleme yapma ihtiyacı hissettin?
- Çünkü aşk, herkesi birbirine bağlayan ip! İlle bir adamla bir kadın ya da iki adam arasında yaşanması gerekmiyor, aşk, her şeyin ipi. Kendimi çaresiz hissettiğim anlarda aşkı düşünürüm ben. Çünkü bizi kurtaran, her şeyi değiştiren, olanaksızı olanaklı, çirkini güzel, kabul edilemez olanı kabul edilebilir kılan aşk! Her şey onun vasıtasıyla yürüyor. Hayattaki en önemli şey aşk. Aşk dediğin, dostuna duyduğun aşk, toprağa duyduğun aşk, işine duyduğun aşk... Aşk, dünyayı döndüren duygu. Bizi kurtaracak tek şey de aşk!
Ne güzel söyledin! Bu kitabın ne kadarı otobiyografik?
- Bazen bir şeyi anlatırken, “Oda kıpkırmızıydı, yedi tane mum yanıyordu, şöyle tabaklar vardı” diyorum, sevgilim düzeltiyor, “Yedi tane değildi Ferzan, üç taneydi ve mumlar kırmızı değil, beyazdı” diyor, gülümsüyorum, “Bırak düzeltme!” diyor, “Ben hiçbir şeyi olduğu haliyle anlatmıyorum ki!” Bu, bir huy galiba, ballandırıyorum, bir şekilde değiştiriyorum, güzelleştiriyorum. O bana diyor ki, “Ama gerçek bu değil!” Ben de “Gerçek ne ki?” diyorum, “Önemli olan bizim onu nasıl algıladığımız...” Yani benim anlattığım hiçbir zaman yüzde 100 ben değil. Sinemada da anlatmam. Ama tabii ki bazı şeyler benim hayatım. Mesela bu kitabı okuyanlar, bir sürü filmimin nasıl çıktığını anlayacak...
Peki bu roman sevgiline bir armağan mı?
- Yok hayır, benim aşkım ona armağan! Bir roman ne ki? Az kalır ona olan aşkımın yanında... Ama tabii ki hoşuna gitti galiba. Herkes, “Müthiş bir şey. Kendini nasıl hissediyorsun” filan dedi. O kadar coşku yaptılar ki sanırım bu tezahürat hoşuna gitti...
Yıldızların efendisine şükrediyorum
Sence aşk ne?
- Bizi daha iyi yapan güç! Solduğu zaman da, bizi bıraktığı zaman da, yokluğuyla yakan bir anı olduğu zaman da... Biz aşkla yaşıyoruz...
İnsanın hayatına bir sürü insan giriyor, bir sürü ilişki yaşanıyor. Ama ‘aşk’ bir tane, en azından bu romanda öyle. Niye başkası değil de o?
- Bu sorunun cevabını ben de bilmiyorum. Ama ‘yıldızların efendisi’ne her gün şükrediyorum. Buluşmamızı sağladığı için... Canımın yandığı pek çok yanlış ilişkiden sonra, onunla tanışıp, ona değer verebildiğim için. İşin ilginci şu: Öyle ilişkilerim olmasaydı, yanlış yanlış insanlar tanımasaydım, değer de vermezdim. Birdenbire yalınlığın, sadeliğin, dürüstlüğün, mütevazılığın değerini buldum karşımda. Bu önemli bir şey. Bazen diyorlar ki, “Yıllardır aşkı arıyorum, bulamıyorum!” Ben de diyorum ki, “Belki de karşılaştın hayatının aşkıyla ama sen farkında değildin! Belki de yanından geçti. Belki o gün kahve içtiğin, konuştuğun insandı...” Mesele farkına varabilmek... Her şeyin b.ka sardığı bir dünyada tek tutunacak dal aşk!
Romanın finali niye bir kopuş, bir inziva?
- Bizim gittiğimiz bir dağ yeri var. Özellikle sevgilimin çok sevdiği bir yer orası. O çok iyi bir dağcı ve kayakçı. Kar gördüğünde inanılmaz mutlu oluyor. Çünkü çocukluğu hep dağlarda geçmiş. Bense soğuktan nefret ederim. Bizim en büyük kavgamız da bu meseleden çıkar. Ben evde gizlice kaloriferi yakarım çünkü üşürüm, o da gider gizlice kaloriferi kapatır çünkü terler. Mesela o yazın buz torbasıyla uyur. Ben pijama giyerim. Ama o dağ evi ikimizin de sevdiği bir yer. Bu kadar çok acının, hastalığın, aynı zamanda güzelliğin ve kötülüğün olduğu bir dünyada sığınabileceğimiz bir yer orası... Doğru biraz acıklı bir final ama anlatmayalım ki okuyuculara sürpriz olsun...
Çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin!
“Aşkın belden aşağısı yok!” diyorsun, ne demek istiyorsun?
- E çünkü kime âşık olacağın belli olmaz! Aşk öyle bir şey ki, insanın cinselliğinin bile üstünde...
Yani insanın kendi elinde değil mi kime âşık olacağı?
- Bence değil! Aşkta yaş yok, cinsellik yok, kural yok... Bir kere mantık yok! Mantık olduğu zaman aşk bitiyor. Aşk bir yerde, aklın devre dışı kalması...
“Sen esirliğim ve hürriyetimsin... Çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin”... Bayılırım Nâzım’ın bu dizesine...
- İtalya’daki bütün arkadaşlarım Nâzım meraklısıdır. Hepsine sevdirdim. Bayılırım Nâzım’a. Romanıma koymasam olmazdı...
Kadına duyulan aşkla erkeğe duyulan aşk arasında fark var mı?
- Duyduğun aşkın şiddeti açısından fark yok. Ama bir fark var, kendi tecrübem tabii, başkalarını bilemem. Hayatına bir kadın girdiği zaman, her şey değişir. Aşkın kendisi başka bir biçim alır, daha doğrusu değişken ve her zaman şaşırtıcı olur. Hayatına giren kadın, her şeyi ele alır. Sana bir dünya kurar. Ama sana ait alan değişir, önce genişler, sonra daralır. Bir erkekle ise farklıdır, seni saran ve koruyan yaygın bir suç ortaklığı olur, bazı dengeler dokunulmadan bırakılır, sadece yeniden tanımlanır.
Eskisi gibi olacak
“Parmak uçlarında dolaşılan bir önyargı toplumuydu. Çok fazla tabu yüklüydü” diyorsun romanda. Şimdi tabular daha fazla..
- Her şey geri dönecek... Eskisi gibi olacak...
Ne zaman?
- Haa o bir sorun işte! Biz görmeyeceğiz... Ama her şey geri dönecek. Mesela bugün bir sürü yerde, din dediğimiz şey, din değil aslında. Paris’teki katliam din adına olamaz. Orada inanç yok. Allah’ın dini sevgi, şefkat... Öldürmek değil ki. Şu anda din savaşı gibi gösterilmek istenen bir savaş var ama o savaş başka bir şey; silah, güç ve para savaşı...
Peki senin bu dönem için kendi belirlediğin ritüeller var mı?
- Ben zaten beni mutlu eden şeyi yapıyorum, sinema. Bir de opera yaptım. Büyük sükse yarattı La Traviata. Dostlarım var, büyük sofralarda yemek yiyoruz. Bazen içimizden geliyor, o dağdaki eve gidiyoruz. Budur.
Kitabın finaline annenle yaşadığın acıyı yansıtmış olabilir misin?
- Olabilir. Vardır arkasında bir şey mutlaka... Korktuğumuz şeyleri uzaklaştırmak için yapabileceğimiz şeyin onları anlatmak olduğuna inanıyorum.
Gerçek hayatta da sevdiklerine yeteri kadar özen gösteriyor musun?
- Evet. Çünkü birbirimizi en son ne zaman göreceğimizi bilmiyoruz! O yüzden özenliyim. Bir de duygularımı ifade etme konusunda hiç cimri değilim.
“Sevişmek, insanın kendi bedenini tanıma biçimi ve cinselliğini yaşama hakkı olarak görülüyordu 70’lerde” diyorsun. Bu kavram şu anda ne halde?
- Artık böyle bir şey yok tabii. O zamanlar 68’den geliyorduk. 76’da benim gittiğim İtalya, başkaldırtan bir İtalya’ydı. O yüzden de çok hoştu ortam. Sinemada, resimde her yerde yenilik ve özgürlük vardı. Bir arkadaşım diyordu ki, “Seni bilmem kimle tanıştıracağım, seninle yatmayı çok istiyor!” Şimdi böyle bir cümle kurmak mümkün mü? Utanır insan bunu söylemeye. O zaman utanmıyordun...
Gerçekten de, “Yaptığımız her şey ölüm düşüncesini kafamızdan atmak için” mi?
- Elio Petri’nin 19 yaşımdayken bana söylediği bir cümle bu. Kanserdi ama ben bilmiyordum. Yolda yürüyor, dondurma yiyorduk. Evet, hepimizin kafasında ölüm düşüncesi bilinçsiz olsa da var. O yüzden o 1250 kişilik salonda, “Ölüm çok can sıkıcı bir şey!” dediğimde herkes yerlere yattı. Evet, can sıkıcı ama bir yandan da bizi besleyen ve diri tutan şey...
Asla profesyonel olmamak mı lazım? Hayatla bağlantımızı koparmamak için hep bir şekilde amatör mü kalmamız gerekiyor?
- Bence öyle. Ben zaten profesyonel olamıyorum. ‘Bir Ömür Yetmez’ filminin çekimleri sırasında oyunculardan birine bir şey anlatıyordum, telefonu çaldı, “Bir dakika!” dedi, “Lütfen izin ver” gibisinden, e tuhaf bir durum, çekim devam ederken olacak şey değil, “Hiç hoşuma gitmedi bu tavrın” dedim. Özür diledi. Ertesi gün sahnesini çekecektik. Çok da önemli bir sahneydi. “15 gün ileri atalım” dedim. “Niye?” dedi. “E çünkü ben profesyonel bir insan değilim. O sahneyi iyi duygularla çekmem lazım. Ben ayıramıyorum duygularımla işi. Şu an sana kırgınım, atamadım üzerimden, geçsin öyle çekelim, daha iyi olur...” dedim.
Büyük bir önyargı denizinde yüzüyoruz
Bu roman aynı zamanda toplumun ikiyüzlülüğüne ve çifte standardına bir manifesto mu?
- Evet. Bütün dünyada bir devrin kapandığı, her şeyin geriye gittiği bir dönemdeyiz! Gerçek bu. Büyük bir önyargı denizinde yüzüyoruz. Herkes birbirini yargılıyor, eleştiriyor. Ama sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada öyle. Kadına şiddet de. Hindistan’dan tut da İtalya’ya kadar. İtalya’da da her gün bir kadın öldürülüyor. Bence bunun arkasında erkeklerin acizliği var.
Senin anlattığın o çok renkli, çok çeşitli, dibine kadar özgür Roma yok mu artık?
- Kesinlikle yok! Çok daha geri bir Roma şu andaki. Artık öyle özgürlükçü bir dünyada yaşamıyoruz. Pek çok sebebi vardır, biri de bence iletişimsizlik. Cep telefonu ve internet tamamen değiştirdi hayatımızı. İnsan ilişkileri değişti. Yüz yüze konuşmuyorsun ki artık, google’lıyorsun. Ama google’lamakta duygu yok, konuşmakta var... WhatsUp yazışmasıyla yüz yüze konuşmak nasıl aynı olur? Bence kafa yapıları değişti. Sanki birileri oturup bir toplantı yaptı ve dedi ki, “Biz dünyayı değiştireceğiz!” Yaptılar da... Hızla muhafazakârlaşıyoruz. 77’de iki arkadaş Roma’da yürüyoruz. İki polis bir kızı durdurdu, kızın ellerini arabanın üzerine koydular ve üzerini aradılar. Çevredeki insanlar bunu gördü ve nasıl tepki gösterdi anlatamam, polisleri bir parçalamadıkları kaldı, “Polis olmanız onu taciz etme hakkı vermiyor size!” diye. Ve polisler çareyi kaçmakta buldular. Bugünkü İtalya’da böyle bir şey olmaz. Artık kimse müdahale etmez...
Bu gerilemenin sebebi ne? Neden insanlar içine kapanıyor?
- Tuhaf gelebilir bu söylediğim ama bir toplum ne kadar çokkültürlü olursa, o kadar çok içine kapanıyor. Korku oluyor. Pizza, kebap, Çin vesaire gibi bütün mutfakların, yemeklerin, kültürlerin, insanların birbirine karıştığı bir yerde kendini arıyorsun. “Ben kimim?” diyorsun. Bir İtalyan diyor ki, “Benim İtalyanlığım nerede kaldı?” ve muhafazakârlaşmaya başlıyor, bu da milliyetçi tepkilere yol açıyor. Evet, bu çokkültürlülük hoş gibi duruyor ama bazen Roma’da sokakta yürüdüğümde, tek kelime İtalyanca duymuyorum, “Neredeyim ben?” diyorum. Kafaların kapanmasının bir nedeni de bu aslında, denge arıyor insanlar...
Kahramanlarının bir kısmı lezbiyenler, eşcinsel erkekler, travestiler. Pek çok marjinalite var...
- Onlar benim ailem olarak kabul ettiğim, 17-18 yaşında tanıdığım insanlar. O zamanlarda bile millete tuhaf geliyorlardı. Ama benim hayata bakışımı değiştirdiler. ‘Cahil Periler’de anlattığım kişiliği, trans komşum Vera’yı bütün filmlerimin galasına davet ettim. Ama hiç gelmedi. Yıllar sonra “Neden gelmedin?” dedim. “Seni utandırmak istemedim! Sen meşhur bir yönetmensin. Şimdi diyecekler ki bu yaratık nereden çıktı geldi?” dedi. “Ben senden niye utanayım? Sen yaratık değilsin, dünyanın en güzel insanısın!” dedim. “Ferzancım, ben onların gözünden kendimin ne olduğunu biliyorum!” dedi. Vera benim bugünkü insan olmamın sebeplerinden biri. Bu romandaki herkes benim bir parçam aslında.
Aşk öyle bir şey ki, hayatını bile verirsin
Bu kitabın anlattığı şu mu: “Aşk öyle bir şeydir ki hayatını bile verirsin...”
- Kesinlikle! Dibine kadar. Ben de aynen kitaptaki kişilik gibi davranırım. Aşk benim için öyle bir şey. Bir başkasını, kendinden daha çok sevmek. Bir anneyle çocuğun ilişkisi gibi. Karşılıksız...
İki kişinin de böyle hissetmesi mümkün mü?
- Neden olmasın? Biz böyle hissediyoruz. Bundan 8-9 yıl önce annemde yemek yiyoruz. Annem o zaman iyi, bana dönüp dedi ki, “Bu ne kadar iyi bir çocuk!” “Niye böyle söylüyorsun?” “E” dedi, “Yemeğin en güzel yerini sana vermeye çalışıyor!” Ben de hep ona vermeye çalışırım. Uyanık annem fark etmiş!
Romandaki annenin bu kadar açıksözlü olmasının sebebi ne?
- Çünkü benim annem öyle! Annem hayatımdaki en önemli kadınlardan biri. Ne yazık ki 91 yaşında ve ölmek üzere. Günün 23.5 saati uyuyor. Eve geldiğimde avazım çıktığı zaman, “Annelerin en güzeli, annelerin bir tanesi! Bak sana ne getirdim...” diye bağırıyorum. Hafif bir gülümsüyor. 3-4 ay önce opera dinlettim ona, çok sever, mest oldu. Bir süre önce de karşımda yatıyordu, hiç gözlerini açmıyor, ben konuşuyorum, cevap vermiyor. Çay içiyorum, boğazıma kaçtı ve öksürmeye başladım. Hemen gözlerini açtı, kısık sesle, “Niye öksürüyorsun?” dedi. İnanılmaz şaşırdım, “Anne” dedim, “O zaman sen bunca zaman duyuyordun beni!” “Yok” dedi, tekrar gözlerini kapadı... Onu böyle görmek beni çok üzüyor, gözlerimin önünde kayıp gidiyor...
Paylaş