Bilmediğin: Çalıştığın yerin, havaalanına yakın olmasının sakıncaları var.
Çok ama çok tehlikeli. Tecrübeyle sabit yani.
Havaalanına yakın olma fikri bile insanı kışkırtıyor. Atlarsın uçağa gidersin. Yapabilirsin yani.
*
Gibi anlaşılamayan bir takım şeyler geveledikten sonra itiraf ediyorum:
Hava şahaneydi...
Ve özgürlük duygum tavana vurmuştu.
TEM'den ayrılıp, gazetenin yoluna sapıp, uslu uslu yukarı çıkıp, ertesi gün için bir yazı yazmaktansa, merdaneli çamaşır makinası gibi bir süredir kafamda dolaştırdığım bir hayalimi, hayvani bir içgüdüyle hayata geçirdim.
Yaptım yani.
İlk uçakla Adana'ya gittim.
Bir tür ana rahmine ziyaretti. Hayır canım, ne anneme ne de babama haber verdim. Bütün şalterleri indirip, sadece kendime gittim, küçüklüğümün ve ilk gençliğimin geçtiği evi, sokağı ziyaret ettim.
Nostaljim gelmişti.
Tutamadım!
*
Ha ha ha.
Sümer Apartmanı amma da kısa boylu bir binaymış. Ben gökdelen zannederdim. Dördüncü katta otururduk biz orada. Ve ben, ‘‘Mamiiiiiii’’ diye, yukarı bağırır, eskimo almam münasebetiyle (ya da simit, ya da pamuklu şeker ya da bici bici) aşağıya 25 kuruş atması için yalvarırdım. Ama şahane komşularımız vardı, anneme gerek kalmadan onlar bana acır, o 25 kuruşu atarlardı.
Boyum mu çok uzadı o zamanlardan beri nedir, uzansam sanki dokunabilirdim o dördüncü kata. Fısıldasam duyurabilirdim sesimi, o kadar da yırtınmama gerek yokmuş yani!
*
Ve tabii paten kaydığım B. Blok.
Yine serin, bak o hiç değişmemiş.
Hani dipfrizin kapağını açınca yüzüne hoş bir ferahlık gelir ya, Adana'nın sarı sıcağında o blok, işte böyle bir kurtacıydı. Ölene kadar kaymak taşları üzerinde paten kayabilirdin. Dim yani. Ama bir yerde, bir karo kırılmıştı, orada yavaşlardım, çünkü bilirdim ki, aksi takdirde tepe taklak düşeceğim. İşte o da oradaydı ve hala kırık! İyi de o küçücük alanda ben nasıl saatlerce dolanırdım? Orayı hangi akla hizmet bir olimpiyat pisti sanırdım?
İşte sırrımı bilen asansör!
Çalışmıyor artık. Kapısının bir yerlerine aşık olduğum bir abinin ismini kazımıştım. Sırrım buydu. Ben zaten hep abilere aşık olurdum. Boyamışlar, bulamadım. Ne tuhaf, o abinin adını da hatırlayamadım. Ne dersin, o dönemler her hafta başka birine aşık olduğum için mi zorlandım?
*
Ve derken sokak kapımız.
İşte karşımda. Zile basmak mı? Delirdin mi? Ne diyeceğim? ‘‘Çocukluğum bu evde geçmişti, izninizle bir dolaşabilir miyim?’’ Yapmadım tabii. Ama kulağımı kapıya dayayıp, içerinin sesini dinledim. Hırsızlar gibi. Gerçi bugünün değil, geçmişin seslerini duymak istiyordum ben.
Haklısın, kesin kafayı yedim!
İstanbul'da olmam gerekirken, bin yıl önce yaşadığım evin sokak kapısında işim neydi?
Ama dur. Bir de çöp odası olması lazımdı, kapının yanında, onu anlatayım. Her dairenin bir tane vardı. İçinde de duvara monte metal kapaklı bir çöp kutusu. Bana yaratık gibi gelirdi. Yaşadığına yemin edebileceğim bir canlıydı o benim için. Beni büyülerdi. Toprağa kadar uzanan bir boynu vardı. Bir şey attın mı ağzından içeri, langur lungur langur lungur taa zemin kata kadar yuvarlanırdı.
Oturduğumuz apartmanın böyle bir çöp sistemi var diye çok gururlandırdım.
Düşün, yıllar sonra yine onun önündeydim. Eskiden parmaklarımın ucuna bile kalktığımda yetişemezdim. Şimdi neredeyse belimde zavallıcık. Bir de yaşlanmış. O eski dostun ağzına elimdeki çakmağı bıraktım. Plastiğin metale çarpa çarpa aşağıya inen cılız sesini duydum. Hoşuma gitti. Gülümsedim. Birden sigara içmek istedim. Evet, çöplüğün karşısında. Haklısın, sonradan farkettim çakmağı aşağı fırlattığımı... Sonrası? Yok ki sonrası. Kaçarçasına oradan ayrıldım.
Taksi!
- Havaalanı.
*
Tabii ki uyduruyorum bütün bunları.
Gizli gizli babaocağına filan gitmedim.
Şişe kapaklarının (tapa, tapa!) içine toprak koyup, yılan oynadığım yerleri ziyaret etmedim. Fatih'in kafasını kırdığım ön bahçeyi gezmedim. Arabanın bana çarptığı, kafamı kaldırıma vurduğum (annemin de o günden beri kendime bir türlü gelemediğimi iddia ettiği) o yolun kaç adım olduğunu da hesap etmedim.
Bütün bunları sadece hayal ettim.
Ama yine de söylüyorum...
İnsanın çalıştığı yerin havaalanına yakın olması sakıncalı!