Gazeteci dediğin model mi ki, boy boy fotoğraflarınızı yayınlıyorsunuz

Arif Mardin'in başarısının kutlandığı İmaj Stüdyoları’ndaki o meşuuum gecede, okumuşsunuzdur gazetelerde, hani Sezen Aksu da vardı Tarkan da... Mazhar Alanson dedi ki:

- Ne bu ya. Gazeteci dediğin model mi ki, boy boy fotoğraflarınızı yayınlıyorsunuz? Ben sizin yazdıklarınızı merak ediyorum, suretlerinizi değil...

Tam bu cümlelerle söylememiş olabilir ama anlamı bu. Gazeteci, röportaj yaptığı adamla ya da gittiği yerlerde afili afili fotoğraf çektirmemeli. Anladığım kadarıyla itiraz, gazetecinin bu kadar ön planda olmasına. Ne hakkın var diyorlar yani, konuştuğun insan kadar kendini önemsemeye.

Bu da bir görüştür, saygı duyarız.

Allah’tan yanındaki 2 günlük karısı Biricik, ‘‘Sen ona aldırma, ne söylediğini bilmiyor’’ gibisinden işaret ediyor da...

Diplomatik bir krizin önüne geçebiliyoruz o güzelim gecede.

***

Laf dediğin ağızda durduğu gibi durmuyor tabii. İnsanın beynine girdikten sonra, o kıvrımlar arasında (varsa tabii, bende zaman zaman oluyor!) dolaşıp duruyor. Ve insanı sinir ediyor. Üzerime alındım tabii Mazhar’ın söylediğini. Farkındayım bir süredir insanlarda böyle bir rahatsızlık var. İki şeyden kaynaklanıyor kanımca. Birincisi, Hürriyet ilavenin başarısından. 700 bine vuruyor satışları haftasonunda. O yüzden herkes haklı olarak biz ne yapıyorsak onu yapmaya çalışıyor. Bu söylediğimin de, burnu büyüklükle, ukalalıkla bir alakası yok. Bakın, haftasonu eklerini, görün. Bir gerçeği tespit etmeye çalışıyorum sadece. O zaman ne oluyor? Her şeyden ve her türden yüzlerce örnek oluyor ve daha önce insanların hoşuna giden şeyler an geliyor insanları boğmaya başlıyor. ‘‘İmdaaaaat!’’ sesleri yükseliyor.

Bana daha önce ‘‘Sen yazı mazı yazma. Röportajların iyi, onlara yüklen!’’ diyenler bile ‘‘Ne gerek vardı şimdi kendi fotoğrafını basmaya? Şart mıydı?’’ diye şikayet etmeye başlıyorlar. Buna karşılık ‘‘Niye daha fazla fotoğrafını yayınlamıyorsun!’’ diye belki onlardan daha fazla itiraz eden var. Onlara göre her yazıya, her röportaja bir fotoğraf sokuşturmalıymışım.

Ayıkla pirincin taşını...

***

Bence ikinci bir neden daha var. O daha derin. Bazıları bu tür şeylere kafadan karşı. İdeolojik olarak. Onlar gazetecinin ‘‘Ben’’ demesine de karşı, fotoğrafını yayınlamasına da, kendini öne çıkarmasına da, üslup yapmasına da, yazıda oyun yapmasına da.

‘‘Gazetecisin sen’’ diyorlar.

‘‘Gazeteci kal.’’

‘‘Daha fazlasına özenme...’’

‘‘İsmin yeter, cismine gerek yok!’’

Sadece yazarlar, yazılar, fotoğraflar, röportajlarla ilgili değil, artık neredeyse her konuda insanlar farklı düşündüğü için, bu da yeni zamanların sıkı tartışma konularından birisi.

***

Oysa, ben Türkiye'de okurların isteksiz olduğunu düşünüyorum. Bilmem haksız mıyım? Çok okumaya niyetli, istekli ve heyecanlı değiler. Ben de diyorum ki, o zaman onları baştan çıkarmak gerekiyor. O ya da bu şekilde. Gel gel yapmak gerekiyor. Kendi siluetinle değil. Sayfanın siluetiyle.

Kolay okunabilir, rahat bakılabilir, tat alınabilir bir sayfa olması gerekiyor. İnsanlar, milyonlarca kelimenin üzerlerine yürüdüğü yazı ordularından korkuyorlar, bu da çağın bir gerçeği artık. O yüzden onları sevimli hale getirmek şart.

‘‘Korkma! Seni yemem, seni baymam!’’

‘‘İncitmeyeceğim seni, yormayacağım, sıkmayacağım, sana hoş vakit geçirteceğim! Bu sayfayı elinde tuttuğun sürece en azından eğleneceğini garanti ederim.’’

Farkındaysanız, okunmayan röportajcılar, yazarlar tek tek düşüp gidiyorlar. Marka olmaktan önemlisi marka olarak kalmak. Ve bunun için de insanlara bir şeyler vaat etmeniz gerekiyor. Bizim (benim de) yaptığımız bu. Hoşça vakti geçirmeniz, eğlenmeniz, kendinizi iyi hissedebilmeniz için...

Ötesi berisi yok.


O gece...


Tarkan ve Mazhar'ın düeti şahaneydi. Yandım, yandım'ı bir söylediler ki. Vayyyy. Bir de sonra Mazhar Alanson ‘‘Bu sabah yağmur var İstanbul'da’’yı attırmasın mı? Attırsın.

Tarkan şişman değil. Öyle diyeni vururum.

Nasıl sevindim Mazhar ve Biricik'in evlenmiş olmasına. Aslında bana ne ama. Çok mutlu görünüyorlar. İlk röportajı bana vereceklerini duyunca ayrıca sevindim tabii. Ertesi gün öğlen kapılarına dikildim. Evde yoklar. ‘‘İnsan fikrini değiştirebilir ama bir haber verir değil mi?’’ diye son derece alıngan bir mektup döşendim. Bir telefon. Biricik, Amerikan Hastanesi'nden arıyor, yüzüne 20 dikiş atılmış, gözlerinden cam parçacıkları çıkarılmış. Taksiyle eve dönerken (bir de emniyetli oluyor diye araba almıyoruz) kaza geçirmişler. Kafamdan geçirdiğim her şey için özür dilerim. Ama şunun için yemin edebilirim, değen nazar benimki değil!

Sultanahmet köftecisini bir davete getirmek dünyanın en iyi fikri.

Ve Sezen Aksu. Ben onu görünce hep heyecanlanıyorum. Ne konuştuğumuzu bile hatırlayamıyorum. Onun çekim alanına giriyorum, bir salağa dönüşüyorum. Sanırım aşkın bana iyi gelmiş olduğunu filan söyledi. Peki bu ileride bir gün bana röportaj vereceği anlamına gelebilir mi? Yoksa ben mi kuruyorum...

Nil Karaibrahimgil'in çok özel (kadın demeye dilim varmıyor, kadınla kız arası) biri olduğunu hep söylüyorum. Yeni bir şarkısı var. Sözleri mükemmel.

Ama bütün o insanlar arasında en en doğal olanı kimdi biliyor musunuz? Bu sayfanın ortasındaki fotoğraf var ya, işte o fotoğrafın en solundaki adam.

Bu tür davetlere katılan biri olmadığım için bir tuhaf oluyorum. Sevindirik galiba aradığım kelime. Ortalık röportaj kaynıyor çünkü. Bir yılımı kurtaracak kadar mühim şahsiyet vardı orada. Güher-Süher Pekinel kardeşlere de gittim haliyle. Konuya, onlara ne kadar hayran olduğumdan girdim, önümüzdeki günlerde bir röportaj yapabilir miyiz diye çıktım. Utanıyorum da aslında, gazetecilik bazen dilencilik gibi oluyor.

Ama böyle gecelerin en iyi tarafı, ayağını şişiren o topuklu ayakkabılardan kurtulmak, eline remote control'ü almak...
Yazarın Tüm Yazıları