Paylaş
Barolar Birliği Başkanı olduğundan bu yana gündemden düşmüyor.
Metin Feyzioğlu:
Genç. Dinamik. Zeki. Esprili. Atak. Cesur. Hatta gözü kara.
2005’te profesör, 2007’de Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı…
Hem pratikte hem teoride söyleyecek sözü olan biri.
Zaten lafını esirgemiyor.
Bu kadar mühim bir şahsiyetin, bu kadar acıklı bir hikâyesinin olmasına insanın inanası gelmiyor. Biz nereden öğrendik o hikâyeyi?
Yılmaz Özdil’in yazısından.
Nedense bana çok koydu.
Üzüldüm. Hatta ağladım.
Bütün ayrıntılarıyla dinlemek istedim.
Ortaköy’de buluştuk.
Metin Feyzioğlu sadece hayat hikâyesiyle değil, son dönemlerdeki girişimleriyle de göz önünde. Özellikle de yeniden yargılanma formülünü ortaya attığından bu yana. Barolar Birliği Başkanı olarak, haksızlıkların karşısında sesini yükseltmeye çalışıyor.
Ama aynı zamanda Metin Feyzioğlu, Münevver Karabulut’un katili Cem Garipoğlu’nun babası Nida Garipoğlu’nun avukatıydı, onu da sordum, neden, nasıl oldu diye.
Dedi ki: “Ortada, cinayet sırasında şehir dışında olduğuna dair çok açık deliller vardı. Telefon kayıtlarıyla kanıtladım. Onun üzerine de tahliye edildi. Aslında karım da o davayı almamı istememişti. Oğlu olsa almazdım ama babada bir haksızlık söz konusuydu. Ben sadece onu ortaya çıkardım. Hukuk, gerçeklerin saptanması için bir araçtı, ben de vazifemi yaptım…”
Metin Feyzioğlu renkli bir insan. Hocalık yaptığı için güzel de anlatıyor. Saatlerce süren konuşmadan ben hayat hikâyesi kısmını tercih ettim.
Ve anlatırken, onu doğurduktan iki saat sonra ölen 19 yaşındaki annesi Saide’yi bu sohbeti dinliyor gibi hissettim.
Tatlı tatlı, gurur duyarak oğluna bakıyordu sanki.
O hiç tanımadığım genç kadın için çok üzüldüm.
Bu röportaj, onun asi ve asil ruhuna saygı duruşu olsun!
Yılmaz Özdil’in sizi anlattığı yazısı ne güzeldi! Çok çok etkilendim. Ve aile hikâyenizin bütün detaylarını öğrenmek için karşınıza dikildim…
-Buyurun…
Annenizle, babanız nasıl tanışıyor?
-Annem, Ankara Koleji’nde öğrenci. Turhan Feyzioğlu’nun kızı. Turhan Feyzioğlu, önemli bir politikacı ve akademisyen. Kanunların anayasaya uygunluğunun yargısal denetimini, henüz Anayasa Mahkemesi yokken yazmış ve Anayasa Mahkemesi’nin yaratılmasına vesile olmuş isimlerden biri. 33 yaşında profesör oluyor, 35 yaşında da Siyasal Bilgiler’in dekanı. Anadili gibi Fransızca biliyor. Mükemmel bir İngilizce, Almanca. Çok okuyor, çok bilgili…
ANNEM DİKKAFALIYMIŞ
Aile boyu hukukçular, değil mi?
-Evet. Onun babası, yani ‘büyük dede’ de avukat. Kayseri’den milletvekili. Seçim sistemine ilişkin gizli oy-açık sayım sistemini getiren kanunun yazarı. Böyle bir aile. Ama…
Ama ne?
-Sonuç itibariyle Kayserili!
Nasıl yani?
-Ailede, Anadolu kültürü hâkim! A’dan Z’ye… Kayseri’de nasıl yaşıyorlarsa, Ankara’da da öyle yaşıyorlar. Dedeler, büyükanneler, büyükbabalar, tüm kız kardeşler, erkek kardeşler hepsi aynı apartmanda. Herkes, herkesin hayatının içinde. Gizli hiçbir şey yok. Kimsenin özel hayatı olamıyor. Dedem Turhan Feyzioğlu’nun da tek bir çocuğu var: Saide. Benim hiçbir zaman tanıyamadığım annem…
O nasıl bir kişilik?
-Ailenin kadınlarının bana aktardığına göre, Turhan Feyzioğlu gibi dominant, güçlü, sert bir isme hayatta karşı çıkabilen ailedeki tek insan. Korkusuz, cesur ve dikkafalı. Ne yazık ki Anadolu kültüründe çocuklara karşı sınırlayıcı olurlar. Her şey yasaktır. Saide de gezemiyor.
Ama Ankara Koleji biraz daha rahattır herhalde, değil mi?
-Zaten sıkıntı da orada başlıyor. Evdeki kültürle, okuldaki çelişiyor. Evde, bireysellik yok. Amcayı, halayı ilgilendirmeyen bir konu olamaz. Her şeye birlikte karar veriliyor. Kimin kiminle evleneceğine, o evliliğin nasıl olacağına. Hele bir erkekle filan ‘görüşmek’ söz konusu değil. Her şey ailenin kontrolünde. Zaten görüşürsen de sözlenirsin, sonra da nişan ve nikâh. Bir de ailelerin birbirine denk olması gerekir. Akıl almayacak bir baskı. Ama diyorum ya Saide, asi ve boyun eğmeyen bir tip. Devrine göre çok özgürlükçü bir kız. Mahalleden bir çocuğa âşık oluyor! Bu bir felaket, Feyzioğlu ailesi için dünyanın sonu!
Eeee?
-Yetmezmiş gibi 15 yaşındaki Saide, o çocuğun evine çay içmeye gidiyor! Ama çocuğun annesi ve babası da evdeyken. Bunu duyan amca gidip evi basıyor, Saide’yi alıyor. Ve ardından Almanya’ya gönderiliyor…
AİLE BASKISINDAN BIKMIŞ
Ne yani? Sırf çocuğun evine gitti diye mi?
-Evet! Çay içti diye! Lise sonu Almanya’da okuyor. Sonra tekrar Ankara. Dönünce de gönlü, onların istemediği birine kaymasın diye alelacele babamla evlendiriyorlar!
Küçücük bir kızla başa çıkamıyorlar…
-Aynen öyle! Evlendirdikleri çocuk da Kayserili, uzaktan akraba…
Bütün bunlar, onların istemediği bir şeyi yapmasın, biriyle sevişmesin diye mi?
-O zamanlar, sevişmek-mevişmek hak getire. “Ya bir başkasının elini tutarsa”dan söz ediyoruz. 1960’lardayız. Bence, Saide de ailesinin baskısından o kadar bıkmış ki, ‘kurtulurum’ diye 17 yaşında Mehmet’le evleniyor. 19’unda da beni doğurduktan iki saat sonra, hayata gözlerini yumuyor…
Çok fena, çok üzücü…
-Öyle. Sadece küçük bir kızın yazdığı mektuplar kaldı geriye… Beni saymazsanız…
Siz ne hissediyorsunuz o mektupları okuyunca?
-Tuhaf bir şefkat, sevgi ve acıma. 19 yaşında ölen annemi içime sokmak istiyorum. 19’uma bastığımda 9 Temmuz’da, annemden bir gün fazla yaşamış olduğumu düşündüm. Artık annemden büyüktüm. Bu çok acayipti. Kızım 19 yaşına geldiğinde -ki onun da adı Saide Begüm ve anneme çok benziyor- “Kızım da şimdi annemden büyük!” diye geçti aklımdan…
7 TEMMUZ KÂBUSU
Peki annenizin ölüm nedeni…
-Çünkü doktoru, doğum sırasında, sancıyı hafifletmek için kullanılmaması gereken bir ilaç kullanıyor. Daha sonra, bu ilacın anne ölümlerine yol açtığı tespit ediliyor. Yasaklanmasında, rahmetli dedem Turhan Feyzioğlu’nun büyük emeği var. Bir daha asla Türkiye’de kullanılmasına müsaade edilmiyor. Annemin ölümü, 7 Temmuz 1969. O gün, haliyle benim de doğum günüm. Ama hayatım boyunca doğum günümü kutlamadım. Kutlamam da. Seni dünyaya getiren varlığın öldüğü gün, mutlu olamıyorsun. İlginçtir, beni büyüten ve sonradan “Anne” dediğim anneannemin ölüm tarihi 7 Temmuz…
Of çok feci! 7 Temmuzlar’da siz n’apıyorsunuz?
-O günün geçmesini bekliyorum. Anneannem kanserdi, o dönem ben de hükümet delegesi olarak Amerika’daydım. Ağırlaştı. Eşim, 6 Temmuz’da, “Artık gelsen iyi olur” dedi. Apar topar dönmeye çalışıyorum. Uçağı kaçırdım, başka bir uçağa bindim, bir sürü şey oldu ancak 7 Temmuz’da gelebildim. O günün de 7 Temmuz olduğunun bilincindeyim. Anneanneme, “Ben geldim anne” dedim, “Hoş geldin” dedi. Acı çekiyordu, sadece benimle vedalaşabilmek için direniyordu. “Artık gidebilirsin canım annem” dedim, onu öptüm, birlikte dua ettik, son nefesini verdi ve gitti.
Ne olursa olsun, kızlarımın yanındayım
Kızları öldükten sonra aile vicdan azabı duymuş mudur?
-Bilmiyorum ama büyük ihtimalle duymuştur. Anneannem, yani annem, duygularını çok gösterebilen biri değildi. Ama hüzünlü bir kadındı. Nasıl olmasın. Çocuğunu kaybetmiş. Ve bence, bana baktığında kızını görüyordu. Çok benziyorum anne me. Dedemse yani babam, bütün o yoğunluğuna rağmen, benimle çok ilgilenirdi. Sevgisini de öfkesini de belli ederdi.
Hep ‘baba’nız oldu, hiç ‘dede’niz olmadı değil mi?
-Hayatımda hiç “Dede” demedim, siz anlayın diye diyorum. Asla! Onlar benim annem ve babam…
Peki sizin kızlarınızla nasıl bir ilişkiniz var? Hangi konularda dikkat ettiniz?
-Bütün yaşananlardan ders aldım. Hiç tanıyamadığım annemin başına gelenler, hayata bakışımı ve çocuklarımla ilişkimi şekillendirdi. Kızlarımın her ikisinin de huyu, bir konuda diretince aksini yapmak ya da yapmamak şeklinde. Ben de Alfa erkeğiyim. Yani sözüm dinlensin isteyenlerdenim. Genelde de insanlar beni dinler, kızlarım hariç! Asla dinlemiyorlar! Ama çok iyi bir ilişkimiz var. İkisine de ölüp bitiyorum. Onlar ne istiyorsa, önlerine seçeneklerini koyup, verdikleri bütün kararlara saygı duymayı öğrendim. Verdikleri karar ne olursa olsun. Ve her zaman, koşulsuz bağışlayıcı olacağımı kendilerine söyledim. İkisi de biliyor ki ne olursa olsun, babaları yanlarında!
Evlenmek istemeseler, biriyle yaşamak isteseler…
-Ben hayatta verebileceğimi kızlarıma verdim. Anneleri de verdi. Artık onlara güvenmekten başka çare yok. Benim dediğimi yaparlarsa bu, beni tekrarlamaktan ibaret olur. Hayatta ikinci bir Metin’e ihtiyaç yok. Ama bir Begüm’e bir Ece Nil’e var. Fark yaratabilmek için çocuklarımız bizden farklı olacaklar.
Kaç yaşındalar şimdi?
-Küçük kızım 16, Ankara Koleji’nde okuyor. Büyük kızım ise 21, Koç Üniversitesi’nde hukuk okuyor, daha yeni Erasmus’la Hollanda’ya gitti. Gitmeden önceki gün benim için çok zordu. Sabah erken kalktım, gittim bir alışveriş merkezine buharlı temizlik makinesi aldım. Banyoyu buhar makinesiyle temizledim. Çiçekleri buharla tedavi ettim. Gümüşleri ovdum. Kesmedi! Evde boyanabilecek bütün ayakkabıları boyadım. Kızımın gideceğini unutmaya çalıştım…
Eşiniz ne yapıyor o sırada?
-Delirdi diye beni izliyorlar. Ertesi gün yolcu ettik, su döktük arkasından. Yapacak bir şey yok, büyüyorlar, yuvadan uçuyorlar…
İyi bir baba mısınız?
-Evet. Sevgi dolu bir babayım.
Babamdan önce nefret ettim sonra çok sevdim…
Peki anlayamadığım bir şey var: Babanız sizi, neden dedeniz Turhan Feyzioğlu’na veriyor? Genç olduğu ve sorumluluk almak istemediği için mi?
- Babam genç filan ama sezgileri kuvvetli bir adam. Kayınpederini de çok seviyor. Onların ne kadar çok acı çektiğini görüyor. Ve çılgın gibi âşık olduğu karısından ona kalan tek ‘hediye’yi onlara vermeyi kabul ediyor. Biraz olsun acılarını dindirir diye. Hayat boyu, “Baba” dediğim dedem de sıkı bir hukukçu olduğu için, son derece akıllıca bir şey yapıyor: Kimsenin, öz babamın bile geri alamayacağı şekilde beni evlat ediniyor. Ben de her şeyden habersiz dedem ve anneannemle yaşıyorum. Onları ‘annem’ ve ‘babam’ olarak biliyorum. Hâlâ da öyleler benim için…
Sonra?
-Sonra ilkokul 3’e kadar normal bir hayat sürüyorum. Derken bir gün, “Seni önemli biriyle tanıştıracağız” diyorlar. Eve iki adam geliyor, salonda oturuyorlar. Annem, içeride hüngür hüngür ağlıyor, sebebini bilmiyorum. Babam, “Gel oğlum” diyor beni salona, o önemli adamla tanıştırmaya götürüyor. İçeride deri ceketli, hafif kirli sakallı bir adam var, bir tane de takım elbiseli adam. Ben “önemli” deyince, ne bileyim çocuk aklımla, takım elbiseli olana gidiyorum. “Yok o değil” diyorlar. Öbürüne gidiyorum. Sonra bana gerçeği açıklıyorlar. “Senin gerçek baban o!” O anda duyduklarımın ne anlama geldiğini algılayabildiğimi zannetmiyorum. Bana, “Git sarıl, o senin baban” dediler, ben de sarıldım. Neye ağladığımı bilmeden çok ağladım. Sonra o deri ceketli adam, bir iki kere daha geldi. Sonra… Dokuz sene yok!
Nasıl yani?
-Öyle işte. Dokuz sene bir daha gelmedi! Ben de ona Lego siparişi vermiştim. Dedim ki, “Vazgeçtim Lego’lardan, kendisi gelsin yeter!” Dokuz sene her telefona, babamdır diye koştum ama yok, bir kere bile aramadı. Ondan sonra da babamdan nefret ettim. Ama inanılmaz nefret, bildiğin gibi değil! Hep “Bunu yapmamalıydı!” dedim, “Niye girdi ki hayatıma, keşke hiç girmeseydi, keşke hiç tanımasaydım…” Çok acı çektim. İstanbul’da yaşadığını düşünüyordum, postaneye gittim, İstanbul rehberinden Mehmet Buçukoğlu diye ne kadar isim varsa hepsinin numaralarını buldum. Tek tek aradım. Kimse tanımadı. Sadece biri, “Artık burada yaşamıyor ” dedi…
Neredeymiş?
-Gemlik’te. Evlenmiş, oraya yerleşmiş. Bir de sıkı bir hikâyesi var. Efes Pilsen’e bayi olmak istiyormuş, başka bir markanın bayii ona haber göndermiş: “Hiç gelmesin, vururuz!” Ama benim babam deliydi. Ama şahane bir deli…
Bir dakika en son nefret etmiyor muydunuz ondan… Sonra ne oldu?
-Sonradan çok sevdim babamı! Ortak hiçbir şey paylaşmadım genlerimden başka. Ama çok sevdim. Birlikte büyümedim, yanında olmadım, bana hiç terbiye vermedi, benim için hiçbir şey yapmadı ama işte ben onda kendimi gördüm…
Peki Turhan Feyzioğlu’na da ‘baba’ diyorsunuz, bir karışıklık olmuyor mu?
-Hayır. Benim annem babam onlar. Sonradan gelen biyolojik babama, “Baba” demiyorum ki.
Neden arıyorsunuz o zaman onu?
-Merak. O gizli kutu. Onda da öğrenmem gereken bir şeyler var. Meğer sonra evlenmiş, Gemlik’e yerleşmiş, iki tane müthiş yakışıklı, serseri kardeşim olmuş.
Peki gelmesin, vururuz diye haber göndermişlerdi…
-Deli babam dinler mi? Beline iki tabanca takıp gitmiş, “Hadi vurun” diye. Bakmışlar ki adam deli, bulaşmamışlar! Ertesi gün de açmış bayiliğini…
Peki dokuz sene sizi aramamasının bir sebebi var mı?
-Yok. Bana sebebini söylemedi, bence kendisi de bilmiyordu. Bazen, bazı şeylerin içinden çıkamazsınız. Bence kafasında çözemedi. Belki de benim bir hayatım vardı, bozmak istemedi, bilmiyorum. İnsanları yargılamamak lazım. Bakın, dokuz sene nefret ettim, sitem ettim, kızdım. Dünyanın en ağır yükünü taşıdım yüreğimde. Herkesten nefret edebilirsiniz ama babanızdan… Çok ağır bir şey. Sonra, babam, yani dedem kalp krizi geçirdi. Ölümle yaşam arasında gidip geliyordu. Annem, yani anneannem dedi ki bana, “Mehmet geldi. Görüş onunla!”
Dedeniz kalp krizi geçirince, babanız mı geldi?
-Evet çünkü çok severdi. Annem, “Benim için görüşeceksin!” dedi. Birlikte yemeğe çıktık. Bir yarım saat konuşmadık, sonra kavga ettik, sonra birbirimize sarıldık. O da ağladı, ben de ağladım. Sonra dokuz yıl sonra, kaldığımız yerden, hiçbir şey olmamış gibi devam ettik. Dedem iyileştikten sonra beni Gemlik’e götürdü. Kardeşlerimle tanıştım. Harika bir anneleri var: Gül Abla. Bir gün bile ev sahipliği yapmadı bana. Eve gittim, “Hoş geldin oğlum, odan şurada, yatağın burada. Tabak çanak şurada” dedi. Tamamen evimdeymişim gibi hissettim. Senelerce gittim, geldim. Dedi ki bana, “Metin, sakın babanı suçlama! Anlamaya çalış. Yıllarca annenin fotoğrafı salonun baş köşesinde durdu. Baban anneni çok sevdi…” Ama kadere bak ki babam da vefat etti…
Onu nasıl kaybettiniz?
-Çok sigara içerdi. 4-5 paket Dunhill. 7 Temmuz 2000’de anneannemi kaybettim. Aynı gün babam, mide kanamasından hastaneye yattı. İki gün sonra kanama ağırlaştı, ameliyat oldu. Başarılı bir ameliyattı çıktı, ayıldı. Ama açık yaranın üzerine bile bile bir tane sigara içmiş. Bir sigarayla intihar etti. 54 yaşında hayata gözlerini yumdu.
Tüm bu yaşadıklarınız sizi nasıl şekillendirdi?
-Yaşarken düşünemiyorsun ki başına geliyor, yaşıyorsun… Ama şöyle bir sonucu oldu: Ben hayatımda kimseye sitem etmem. Babama etmemişim, ötesi var mı? O yüzden kimsenin de bana sitem etmesini istemem, tahammül edemem.
Babanız kadar gözünüz kara mı sizin de?
-Silahla işim olmaz ama evet, gözüm karadır.
Benim sahibim değilsin!
Kaç yıldır evlisiniz?
-23 oldu. Eşimle avukatlık büromuz var, ortağız. Biz Birgül’le birlikte büyüdük. Ama geldiğimiz noktada, birbirimizin apayrı bireyler olduğunu da unutmadan. Oysa, çocukluklarını birlikte geçiren çiftler, birbirleri üzerinde hak iddia ederler, birbirlerini sahiplenirler. Türkiye’de evliliklerin çoğunda böyle bir sorun var. Karısının, kocasının sahibi hissediyor kendini. Bu da bireyin kişiliğini yok eden bir şey. Bir yabancı çift, denize karşı otururken biri dalıp gitti mi? Eşi “Ne düşünüyorsun?” diye sormaz. Onun, o özel anına saygı gösterir. Ama bir Türk çifti, “Ne düşünüyorsun?”, “Kimi düşünüyorsun?”, “Kesin senin aklında biri var!” deyip, o güzel manzaradan kavgayla kalkar. Biz Birgül’le birbirimizin hayatına saygı gösteriyoruz. Ve Birgül, fazlasıyla kendi ayakları üzerinde durabilen bir insan. Gurur duyuyorum karımla.
Paylaş