Bir röportajcının, insanları yargılama hakkı var mı?

Dün Şahan Gökbakar’la yaptığım röportajı okuyan sevgilim dedi ki:

"Çok üzerine gitmişsin!"

"Hangi konuda?" dedim.

"Hangi konuda olacak annesi konusunda" dedi, "’Babam öldü, annem bir daha hiç erkekle birlikte olmadı bundan da çok mutluyum, gururluyum’ diyor. Sen, iki de bir, ’Ama annen 32 yaşındaymış dul kaldığında, onun da hakkı değil mi neden daha sonra evlenmesin ki?" diyorsun.

Adam diyor ki, ’Hayır ben istemezdim.’ Sen diyorsun ki ’Ama nasıl olur, neden istemezsin?’"

Birden savunmaya geçiyorum:

"Ben sadece, o kadın, annen olmanın dışında bir insan, yalnızlık da Allah’a mahsus demek istedim. Bencil olmaktan vazgeç, ona baskı uygulama, onu rahat bırak..."

"İyi de herkes senin gibi düşünmek zorunda değil. Kaldı ki, bu toplumun büyük çoğunluğu Şahan gibi düşünüyor" dedi.

"Ama saçma" dedim.

"Sana göre saçma" dedi ve devam etti:

"Sen bana bir adamdan söz etmiştin karısı ve iki kızı ile çok mutlu bir hayatı var. Ta ki o trafik kazası olana kadar. Kazada karısı ve iki kızı ölüyor, kendisi kurtuluyor. Mahvoluyor tabii. Ama 6 ay içinde yeniden evleniyor, üstelik karısına çok benzeyen bir kadınla. Şu anda yine iki kızı var ve çok mutlular..."

Derin bir iç çektim, "Evet" dedim, "Bir de öyle bir hikaye var. Büyük bir kayıptan sonra hiç evlenmemek de tuhaf, bu kadar çabuk evlenmek de. Ama sanırım, onunki bir tür savunma mekanizmasıydı. O acıyla baş edebilmesi, başka türlü hayatta kalabilmesi mümkün değildi, hayatının önceki kısmını sildi attı, kendisine yeni bir hayat yazdı..."

"Demek ki herkes kendi gerçeğini yaşıyor. O zaman da insanları yargılamaktan vazgeçmek gerekiyor."

"Aman, iyi tamam!" dedim, konuyu kapattık.

Ama sonra üzerine düşündüm.

Sevgilim haklıydı.

Hoş geldin Leyla

Küçük güzel bir şey katıldı aramıza: İlksen ve Ahmet Utlu’nun bebeği: Leyla.

Hoş geldi, sefalar getirdi.

Çocuk yapmaları için boyunlarına çöktüğüm, "Yapın yapın, dünyanın en güzel şeyi!" dediğim için Leyla benim için çok özel.

Sanki çağırdım, geldi.

Duyduğuma göre Ahmet de, Leyla gelince delirmiş, iki avucuna minik Leyla’yı yatırıyormuş ve uzun uzun seyrediyormuş.

Sonra, "Kızımı ben uyutacağım" diye herkesi odadan çıkarıyormuş.

Bu tür hikayeler pek hoşuma gidiyor.

Eve gelen yeni bebeği, "normal" karşılamayı da hiç anlamıyorum.

Tabii ki sevindirik olacak insan.

Tabii ki görmemiş gibi davranacak.

Gördük mü sanki dana önce?

Hepimiz, anne baba olunca sevinçten çıldırıyoruz.

"Gerisi boşmuş!" diyoruz.

Mutlulukları daim olsun, Leyla da inşallah anası- babası gibi "özgür ruh" olsun.

Zeka, kıskançlığı gizlemeyi gerektirmez mi?

Bence gerektirir.

Hepimiz bazı şeyleri kıskanırız.

Ama bunu bir şekilde bastırırız, gizleriz. İçimizdeki kıskançlığın, su yüzüne çıkmasına izin vermeyiz.

Vermemeliyiz.

Diye düşündüm.

Ayça Örer’in Taraf’taki Adalet Ağaoğlu’yla yaptığı röportajı okuyunca.

Elif Şafak’a demediğini bırakmamış.

İnternetten girin okuyun, "Bana geldi, olan biteni tamamen farklı yazdı, beni kullandı, yazısına, kurgusuna alet etti, zaten her yerde ona rastlamaktan sıkılmıştım, çay içtiğimizi yazmış, ben yıllardır kahve içerim, ne çayı, yok efendim ben kurabiyeleri şu şekilde dizermişim, alakası yok, aramızda yaşanmayan diyalogları kaleme almış..."

Bire bir bu kelimelerle değil ama bu manaya gelecek şeyler.

Zehir zembelek açıklamalar.

Söyledikleri gerçek bile olsa...

Koskoca Adalet Ağaoğlu’na bunları bu şekilde söylemek yakışıyor mu?

Hayret ettim.

Aynı şekilde dün de Buket Uzuner de verip veriştirmiş Elif Şafak’a.

Nedir bu kadın edebiyatçıların birbirleriyle alıp veremedikleri?

Ben bu filmi daha önce Orhan Pamuk’la da izlemiştim.

Yazar kıskançlığı bu olsa gerek.

Bu arada Ayça Örer’i tebrik ediyorum.

Gazetecilik açısından, süper bir iş.

Eline sağlık Ayça!
Yazarın Tüm Yazıları