Bir röportaj hikayesi

İnsan ‘‘Hay Allah!’’ diyor ama yalan.

Aslında rahatlıyor:

Yaşasın gelmiyor!

Geliyor olsaydı, işimiz vardı.

Şimdi pazar pazar, uzun oturduğun kanependen kalk, duş al, makyaj yap, güzel kok, saçın düzgün olsun, başın düzgün dursun, apar topar evden çık, geri dön, teybini unuttun, kaset aldın mı, hay aksi nerede bu kasetler, pil, pil var mı, tamam, taksiye bin, bul ama önce bir tane: ‘‘Taksiiiii, taksiiiii’’, elinde telefon, telaş içinde randevu peşinde koş, kızı bul, ikna et, güven telkin et...

Of anam of.

Bir de zor iş, çünkü Sibel Kekilli.

Porno-morno lafları var, kız konuşmak istemiyor.

‘‘Tamam, iyi oldu sinema yaparız’’ derkeeeeen...

Bir telefon.

Al sana, durduk yerde gerginlik...

Geliyor.

Az önce ‘‘Gelmiyor diye’’ yapmaktan vazgeçtiğim eylemlerin hepsi bir sorumluluk şimdi. Ev kızıyken, gazeteci olacaksın. Sevgilinin sıcak kollarından röportaja gideceksin. Ama böyle şikayet ediyorum diye, sadece sevimsiz bir olay olduğunu zannetmeyin. Aynı anda acilen gelişen bütün hadisilerde olduğu gibi, adrenalin seviyesinde hızlı bir artış gözleniyor.

Nasıl bir heyecan anlatamam.

İnsanı aniden soğuk suya atlamış gibi kendine getiriyor.

Yapacaksın o röportajı, çaren yok!

Ne pahasına olursa olsun.

In ın ın ınnnnn.

Macera başlıyor.

***

İyi de, kız röportaj vermiyor.

Ne yaparsın?

Birilerini arayıp, Fatih Akın'ın nerede olduğunu öğrenirsin?

Neden?

E çok sivri zekalı olmaya gerek yok, o ‘‘Duvara Karşı’’ filminin yönetmeni. Sen onu ikna edersen, o da belki oyuncusunu edebilir.

Pis hesapçı!

The Marmara'da yakaladım Fatih Akın'ı, gördüğüm anda sevdim adamı. Bizde rahatlık ve laubalilik birbirine karıştırılır ya, bu laubali filan değil ama son derece rahat. Her zaman böyle insanlarla karşılaşmıyorum. Röportaja, ‘‘Kaşlarını almayı düşünmüyor musun?’’ diye başlıyorum. Çünkü çim saha kalınlığındaki İsmail Dümbüllü kaşlarından gözlerimi alamıyorum.

‘‘Bazen arasını alıyorum ama kalınlığıyla asla oynamam. Visconti'ninkiler de böyle. Stalin'inkiler de. Yönetmenlik biraz diktötürlük aslında!’’ diyor. Zeki ve doğal. Altın Ayı Ödülü'nü kaptım, küçük dağları da ben yarattım ayakları atmıyor. Kendisini değil, yaptığı işi ciddiye alıyor. ‘‘Senin röportajın haftasonu yayınlanacak. Sibel'le de yapabilirsem, onunki hemen’’ diyorum, ekliyorum: ‘‘Ama tabii ona nasıl ulaşacağım hakkında hiçbir fikrim yok...’’

‘‘Alman Konsolosu ve eşi, bizim ekip için bir kokteyl veriyor. Basına kapalı. Ama sen gel. Tabii halamın kızı olarak...’’ diyor.

Gülüyoruz.

***

Emirgan'daki konsolosluk rezidansında verilen davet, resmi bir davet değil. Son derece samimi. Konsolosun eşi, tepsi içindeki kanepeleri gezdiriyor, çok hoşuma gidiyor bu. Herhangi bir şatafat ya da sonradan görmelik yok. Biz diplomatız numaraları da çekilmiyor. Açık büfeden yemeğini alan bir yerlerde oturup yiyor.

Tabağımla Hürriyet'in Kuzey Almanya büro şefi Kemal Doğan'ın yanına çöküyorum. ‘‘Aydın Doğan'ın yeğeni olduğunu bilmiyordum’’ diyorum. Gülüyor: ‘‘Gizliyorum!’’ Bu soyadı benzerliği o geceki en büyük espri konumuz. Aslında Kemal'le ortak hedefimiz Sibel Kekilli'yle röportaj yapmak.

Ben kanepamden, o Almanya'dan bu iş için gelmişiz.

Ne var ki, kız henüz ortada yok.

Saatler gece yarısına yaklaşırken geliyor.

Bıcır bıcır bir şey. İnsanda, acımayla karışık bir şefkat uyandırıyor. Nasıl sevimli. Meltem Cumbul'sarılıyor: ‘‘Verdiğim rahatsızlıktan ötürü üzgünüm’’ diyor. Ve o benim yüreğimi parçalayan cümleyi söylüyor: ‘‘Benden iğrenmedin değil mi?’’

Meltem de ona kuvvetle sarılıyor: ‘‘Sen deli misin!’’

Sıkı bir ekip onlar. Herkes birbirine destek veriyor. Sıcak ve gerçek bir dostluk var aralarında. Böyle zamanlarda kendimi biraz casus gibi hissediyorum. Onlar orada yoğun bir duyguyu paylaşırken, ben bir sansar gibi röportaj yapmak için fırsat kolluyorum. Benim burada bulunma sebebim bu. İyi de Sibel'e bunu nasıl söyleyeceğim? Ne zaman harekete geçeceğim? Zamansız bir anda çiğlik yapsan olmaz. İşin bu kısmı, hem meşakkatli hem zevkli. Meşakkatli çünkü karşındakini ikna etmek zorundasın, çünkü sen onun için sarı çizmeli Mehmet Ağasın. Zevkli çünkü becerebilirsen bir zor işi daha kıvırmış olursun.

İş bu kadarla kalmıyor, Sibel'in yanında bir de Alman sevgilisi var onu da ikna etmek gerekiyor. En bayıldığım şey. Her röportaj hem benim hem karşımdaki için bir sınav. Bakalım güven verebilecek miyim, sınavı geçebilecek miyim?

***

Bir saat sonra residansın arkasında konsolos hanımın çalışma odasındayız. Sibel, sorularımı cevaplıyor.

Sizin gözünüzde Sibel'in sınavı geçip geçmediğini bilmiyorum ama benim gözümde geçiyor.

Herkesle vedalaşıyorum.

Çıktım oradan artık gazeteci değilim.

Ben ev kızıyım.

Gecenin ikisinde tekrar kendimi sevgilimin kollarına atıyorum.

Soruyor bana:

‘‘Nasıl geçti?’’

‘‘Şşşşşşt. Boş ver şimdi röportajı’’ diyorum.
Yazarın Tüm Yazıları