Her şey, bir sabah bilgisayarımda karşıma çıkan bir mesajla başladı: "Gülşen Hanım’la bir gün yollarınız ayrılırsa, Alya’nın arkadaşı olarak sizinle Dubai’ye gelmek isterim. Mine..."
Ve bir telefon numarası.
*
Ortada makul bir sebep yoktu ama hissetmiştim.
O, benim beklediğim insandı.
Daha görmemiştim.
Konuşmamıştım.
Hakkında hiçbir şey bilmiyordum.
Ama malum olur ya...
Ondan olmuştu.
Gülşen Hanım’dan sonra Alya’ya bakmak için bizimle birlikte Dubai’ye gelecek kişi oydu.
*
Ama bir taraftan da tedirginim.
İçgüdülerime fazla güvenemiyorum, zaman zaman başıma iş açmışlığı da vardır.
Aksi gibi hızlı da hareket etmemiz gerekiyor, doğum mevsimi açılmış, bir dolu "doğurdu doğuracak anne adayı" var etrafta. Gülşen Hanım’ın peşindeler. İyi iş teklifleri varken, kaçırsın istemiyorum...
Ama rahatım da bozulsun istemiyorum.
24 saat kızıyla birlikte olan ve çalışan bir anne olarak, delirmeyeyim diye biri gerekiyor bana.
Zırt-pırt oraya buraya kaçan Duracel Cinalya’nın arkasından koşturacak, göz kulak olacak biri...
Ama nasıl desem, bakıcı değil, artık dadı da değil...
Başka türlü bir şey.
Alya’ya abla, bana arkadaş...
İki kelam laf edebileceğimiz, oradan buradan konuşabileceğimiz, hayatın zorunlu kıldığı bir sürü işi yaparken birlikte eğlenebileceğimiz biri...
Çok şey istediğimin de farkındayım.
Ama işte "au pair" gibi biri...
Da... Mine... Bilmiyorum nasıl biri?
*
İcra kurulu, tam kadro hazır...
Ben, icra kurulu başkanı.
Gülşen Hanım, duayen üye. Sorularını bir kağıda temize çekmiş bekliyor. Bayrağını bir başkasına teslim edecek, o yüzden çok titiz.
Leman, tabii üye. Ev ve yemek işlerinden ne kadar anladığını kontrol etmek amacıyla bulunuyor. Ve son olarak Nálán. Arkadaşlık kontenjanından bağımsız harici üye. Hayat hakkındaki derin fikirlerini ve tecrübelerini kullanmak üzere aramızda...
Kapı çalıyor.
Açıyorum.
*
Güneşte parlayan siyah saçlarını görüyorum, yüzünden önce.
Kat kat kesilmiş, çenesine kadar iniyor.
Ve ışıldayan gözler.
Sadece güneşin oyunu değil, zekanın da katkısı var besbelli.
Beyaz tenli.
İnce.
Levis ya da Gap reklamlarındaki kızlar gibi.
Rahat ve sade.
Üzerinde bir jean, bir tişört.
Ve kırmızı lastik pabuçlar.
O gün sınav için bir arada olan icra kurulu üyeleri birbirimize bakıyoruz.
Bu işte bir yanlışlık var.
Bu kız Mine olamaz.
"Kimi aradınız?" diye soruyoruz.
*
"Ayşe Hanım, ben Mine’yim" diyor.
O şokla "Ben sizi hiç böyle biri olarak hayal etmemiştim" diyorum.
Bu tepkiye alışık galiba, "Zaten bu yüzden çok iş kaybediyorum" diyor.
"Neden?"
"İnsanlar şüpheleniyorlar benden. Nitelikleri bu iş için fazla" diye değerlendiriyorlar.
İşini çok iyi yapıyordu ama her dakika kafanızın karışmasına sebep oluyordu...
Ve işte, merak dönemi başlıyooooor...
*
2 ay sonra. Dubai’deki ev.
"Ne merakı! Basbayağı kuşkulanıyorum bu kızdan!" diye fısıldıyorum sevgilimin kulağına, gecenin bir yarısı, yan yana uzanmış, tavana bakarken...
"Saçmalama..." diyor.
"Valla, öyle. Casus olabilir mi sence?"
"Hadi uyuuuuuuuuu..."
"Baksana, hayat hikayemizden kitap yapacak olmasın..."
"Sen her şeyi yazıyorsun zaten! Buradan ona ekmek çıkmaz!"
"Sen dalga geçiyorsun ama ben gerçeği söylüyorum: İki ay oldu çözemedim Mine’yi. Alya ile arası çok iyi. Ben de iyi anlaşıyorum. Akıllı da buluyorum. Hatta çok akıllı. Belki de sorun bu..."
"Fazla akıllı olması mı?"
"Bana ’Ahmet Hakan’ı okudunuz mu bugün?’ diyor. ’Ama Can Dündar’ı da okuyun’ diye ekliyor. Basındaki bütün polemiklerden haberdar. Geçenlerde ’Şermin Sarıbaş tam olarak ne zaman Terzi oldu?’ dedi, ’Boşandı mı, evlendi mi?...’ Yere düşecektim. Sıradan bir okuyucu bu ayrıntıyı fark edemez. Bu kız, Gösteri Dergisi okuyor ya! Böyle bir şey var mı?"
"Abartıyorsuuun..."
"Peki, ’Emine Çaykara Halil İnalcık kitabı yazmış, nehir söyleşi yapmış’ demesi sana tuhaf gelmiyor mu?"
"Emine Çaykara kim?"
"Bak sen bilmiyorsun, Mine biliyor! Bir gazeteci... Bütün gazetecileri tanıyor bu kız. Ve harbi tanıyor. Ancak bizim camiadan birinin tanıyacağı kadar yakinen tanıyor. Murathan Mungan, Perihan Mağden, Yıldırım Türker filan okumasını bir kenara bıraktım..."
"Meraklı ve hayatı takip ediyor.. Alya’ya böyle biri bakıyor... Ne güzel işte..."
"Buraya gelmeden önce Dubai hakkında ders çalışması da mı normal..?"
"Normal olmayabilir ama olması gereken bu..."
"Turkcell’i arayıp konuşma ve mesaj tarifelerini almış olması peki?.."
"Öyle mi yapmış?"
"Dün Türkiye ile bir dakika konuşmak şu kadar, mesaj atmak bu kadar dedi de, nereden biliyorsun dedim, tuhaf tuhaf suratıma baktı, sanki herkesin bilmesi gerekirmiş gibi, gelmeden önce sormuştum dedi..."
"E zaten sen Godzilla gibi ortalıktasın. Alya’yı kimseye bırakıyor değilsin ki. Yani telaşlanacak bir durum yok. Çok fazla pimpirikleniyorsun..."
"Son bir şey daha: Hiç yurtdışına çıkmadığını söylüyor. Ama havaalanında duruma inanılmaz hakimdi, fark ettin mi? Boarding card, gate gibi şeylere hiç yabancı olmadığı gibi, nasıl desem Dubai de ona yabancı gelmedi. Anasını satayım, sanki yıllardır yurt dışında yaşıyormuş, gidip geliyormuş gibi. İnsan hiçbir şeye şaşırmaz mı? Niye geldi bu kız buraya?"
"Söyledi ya. Açık Öğretim’de Halkla İlişkiler’de okuyor, okula devam etmesi gerekmiyor, bizimle buraya geliyor. Çünkü..."
"İngilizce’sini geliştirecek ve yüzme öğrenecek... Yüzme öğrendi bile. Haftada 3 gün de İngilizce kursuna gidiyor. Ama buraya geldiğini kimseye söylemiyor. Neden? Tuhaf değil mi bu? Niye gizliyor? Sonra, nasıl olur da bu kız bir dişi Atilla Dorsay olabiliyor? Bilmediği film, tanımadığı yönetmen yok. Dubai Film Festivali’ni soruyor bana..."
"Demek ki, kızın bir başka ilgi alanı da sinema... Fena mı?"
"İstanbul’a gider gitmez Çağan Irmak’ın filmine gitti. Picasso sergisini kaçıramam dedi... Geçen gün de Coelho, Dubai’ye geliyormuş, imza günü var, gidelim mi dedi. Bir kitapçı ismi söyledi. İşime karışmak gibi olmasınmış ama yazı konusu da yapabilirmişim... Benim röportajlarımı bile okumuş. Yıllar öncekileri bile hatırlıyor. Bir röportajınızda bilmem kime (Piyano taşıyıcısına, ölü yıkayıcısına, 8 kattan atlayan adama...) şöyle bir soru sormuştunuz hatırlıyor musunuz diyor..."
"E konuş o zaman onunla... Sor kurtul..."
"Ne soracağım?"
"Gerçeği..."
"Gerçek ne?"
"Yapabileceğin bir sürü başka iş varken, neden çocuk baktığını merak ediyorum, senden şüpheleniyorum, casus musun..."
*
Ertesi gün bütün bunları biiir biiir Mine’ye anlattım.
Gülümsedi.
"Ben dünyanın en sıradan insanıyım Ayşe Hanım" dedi, "Esrarengiz filan değilim. Dümdüz biriyim. Sorduğunuz pek çok şeyi de tesadüfen biliyorum. Denk gelmiştir. Öyle her şeyi bilen biri değilim. Siz kızınızla ilgilenen kişinin özel olmasını istediğiniz için bana esrarengiz kadın rolü atfediyorsunuz, keşke olsam ama değilim... Bakın, bir yakınım beni şöyle tarif ederdi: ’Mine çok okumuş ve duymuş bir arkadaşımızdır!’ Gerçekten de bana hangi konudan söz etse, ya okumuşumdur ya duymuşumdur ama hiçbir şekilde yaşamamışımdır. Ben korkağın tekiyim. Yaşayamam. En fazla hayalini kurabilirim..."
"Peki Mine, sen niye başka bir iş yapmıyorsun?"
"Niye mi? Çocukları seviyorum bir. İkincisi çocuklar, büyük insanlar gibi insanın arkasından iş çevirmez. Nettirler. Sevmiyorlarsa tavırlarını koyarlar, ne yaparsan yap, kendini onlara kabul ettiremezsin. Ya da severler, her şey iyi gider, arkadaş olursunuz. Ama iş hayatında öyle değil. Bir sürü insan tanırsın yüzüne gülerler ama arkandan ne dolaplar çevirdiklerini bilemezsin, sürekli bir endişe hali. Ben evin dışını değil, içini seviyorum. Daha güvenli. Dış dünya ve rekabet beni ürkütüyor. Zaten başka iş imkanım da olmadı..."
"Oysa senin vasıflarına sahip biri çok daha başka işler yapabilir..."
"Casusluk gibi mi?"
"Evet casusluk dahil..!"
*
Mine’yle Dubai’deki hayatımız devam ediyor.
Mine, Alya’ya seviyor.
Alya da Mine’ye bayılıyor.
Mine benim hayatımı çok kolaylaştırıyor.
Leb demeden leblebiyi anlayan biriyle birlikte olmak, günü paylaşmak çok keyifli.
Aramızda hiçbir sorun yok.
Tamamen arkadaş gibiyiz.
Ama yine de ayın karanlıkta kalan yüzü gibi bir bölümü var.