Paylaş
Abartılmış, kondurulmuş bir şey yok.
Fazlası var, azı yok.
Özlem’le Cüneyt’in hikâyesi gibi.
İşte aşk bu.
Ötesi berisi yok.
Dünya güzeli bir kadın Özlem Cankurtaran.
Bir cerrah, göğüs cerrahı ama şu an Acıbadem Maslak’ta sağlık danışmanı olarak çalışıyor.
Bana eski Hollywood yıldızlarını hatırlatıyor.
Çok duru ve berrak bir güzelliği var.
İnsan onun koltuk değneklerini görmüyor bile.
İşte bu kadın, Emin Cankurtaran’ın oğlu Cüneyt’e aşık oluyor.
Ama ne aşk!
Film gibi.
Önce Özlem Cankurtaran hastalanıyor ve Cüneyt, soyadına yakışır bir şekilde, amansız kemik hastalığına yakalan Özlem’i kurtarıyor, elinden tutup hayata çekiyor.
Ve bu cümlenin açılımı...
Bir yıl, bir sürü ameliyat ve sonsuz bir endişe...
Tam, tamam her şey bitti, bundan sonrası mutluluk derken...
Bu sefer de Cüneyt Cankurtaran’ın hayatı tehlikeye giriyor, sevdiği kadının kollarında kalbi duruyor...
Hikâyeyi okuyacaksınız zaten...
Beni en çok etkileyen, makineye bağlı yaşamak zorundaki bir erkekle, bir kadının yaşadığı aşk...
Birbirlerine bağlılıkları...
Birbirlerinden vazgeçemeyişleri...
Asla ve asla ellerini bırakmamaları...
Ve hâlâ aynı yatakta yatıyor olmaları...
Biz dünyanın en güzel çocukluğunu yaşadık
Nerede başlıyor hikâyeniz...
- Ünye’de. Deniz kenarında müthiş bir ev. Sonradan butik otel oldu. Annem, babam, Sıla ve ben. Sıla, benden bir yaş büyük ablam. Müthiş bir çocukluk. İddia ediyorum, ikimiz dünyanın en güzel çocukluğunu geçirdik.
Vayyy ne şahane!
- Öyle. Annem ve babam, aşkla sevdi bizi. En önemli bizdik. Bizim evin misafir tabağı, bardağı olmazdı. Kristaller, gümüşler bizim için vardı. Annem hep “En önemli misafirimiz sizsiniz!” derdi. Gümüşlerle biz yerdik. Çok ama çok sevildik.
Anne-baba neciydi?
- Babam filozof gibi bir adamdı, Karadeniz’in Cevat Şakir’i. Avukattı. Ve annem, onun tutkuyla bağlı olduğu genç, güzel karısı. Babam biz doğduktan sonra avukatlığa devam ediyor, ama öğleden sonra dört buçuk dedi mi, kapısında kuyruk bile olsa yazıhaneyi kapatıp eve koşuyor. Çünkü kızları her şeyden önce geliyor. Böyle de deli!
Ne yapardınız birlikte?
- Aklına ne gelirse. Balığa giderdik. Elma toplardık. Kitap okurduk. Ünye’deki o evde, klasiklerin hepsini yalayıp yuttuk. Babam mitoloji anlatırdı, Homeros anlatırdı, İlyada anlatırdı ya da Erasmus’un ‘Deliliğe Övgü’sünü. Masal gibi bir çocukluk. Hani bir yaş gelir, canavardan, ruhlardan, hayaletlerden korkmaya başlarsın ya, işte o zamanlarda, “Hadi kızlar battaniyelerinizi alın, bu gece dışarıda uyuyacağız” derdi. Korkudan onun bedenine sokulur, parmağımızla hayali canavarları gösterirdik. Ama sabaha karşı gün ağardığında, canavar ve hayalet zannettiğimiz karaltıların, aslında evin arkasındaki yamaç ya da sıradan bir ağaç olduğunu fark ederdik. Onun sayesinden her şeyin, kafamızda yarattığımız imgeler olduğunu öğrendik. Cesur ve kendine güvenli kızlar olmamızı sağladı.
Bir sürü kız çocuğu, babası tarafından onaylanmamış olmanın ezikliğiyle yaşar...
- Bizde öyle değil. Bugün kendimize güvenin temelinde onunla kurduğumuz ilişki yatıyor. Cezalandırmaya da inanmazdı. Özel hayata da saygı duyardı, erkek arkadaşlarımdan gelen mektuplar yazıhaneye gelirdi, asla açmaz, eve getirir bize verirdi. Sıla’nın günlüğüne bakmışsam kıyameti koparırdı, “Ablanın özel hayatına saygı duyacaksın!” diye.
Anneniz peki? Babanızla bu kadar yakınlığınızı kıskanmaz mıydı?
- Tam tersine, bu durumun mimari annem. Onun babasıyla ilişkisi çok talihsizmiş, o yüzden bir gün kızları olursa babalarıyla araları çok iyi olsun diye elinden geleni yapmak için kendine söz vermiş.
“Babam hangimizi daha çok seviyor?” diye iki kardeş aranızda rekabet yok muydu?
- Bu çok kolay soru. Bana sorsan beni, ona sorsan onu. Bazı akşamlar televizyon seyrederken, diyelim ki Sıla onun kolunun altında, tuvalete gitsin diye dua ederdim, gidince de hemen onun yerine süzülürdüm. İki kardeş babamıza bayılırdık.
Kaç sene böyle geçti?
- Üniversite yıllarına kadar. Sıla hukuğu kazandı, ben tıbbı. İstanbul’a geldik. Ama babamıza sevgimiz hiç bitmedi.
Ne güzelmiş! Belli ki çok özlemişsiniz onu...
- Evet. 73’üne geldiğinde, Ünye’deki o güzel ev, butik otele çevrilirken, hemen önünde bir araba çarptı ona, öldü. Bu kadar basit, bu kadar acımasız. Ve o güzel adam gitti hayatımızdan. Bu haberi aldığımızda Asmalımescit’teydik, o yüzden on yıldır bir daha oraya adımımızı atamadık. Bizi iki kardeşi, hayatta hiçbir şey yıkmadı. Ama bu, yaşadığımız en büyük trajediydi...
Eşiniz Cüneyt Cankurtaran’la nasıl tanıştınız?
- Cüneyt, teyzemle Sıla’nın can ciğer arkadaşıydı. Bayılıyorlar, yere göğe koyamıyorlar. İkide bir Cüneyt’i anlatıyorlar. Bana da iki kere evlenmiş boşanmış bir adam antipatik geliyordu. Merak bile etmiyordum. Bir gün, erkek arkadaşımla kavga ettim, o da benim gibi tıp öğrencisiydi, moralim acayip bozuktu, Sıla’yı aradım. Meğer o anda, muhteşem üçlü Sun Set’te yemekteymiş. Normalde işim olmaz ama o gün gittim.
Kaç yaşındasınız?
- 24. Sunset’e girince bir koridor vardır, Cüneyt kafasını çevirdi beni gördü, büyülenmiş gibi bana yürüdü, elimden tuttu masaya getirdi. Ondan sonrası kabus! Adam bütün gece, profesyonel zamparalar gibi sürekli yazıyor, tenimin güzelliği, gözlerimin bilmem nesi... Susmuyor, durmuyor... Yok efendim beni güneye yıldız yağmuruna götürecekmiş, yelkenli sever miymişim, yurtdışında nereye gitmek istermişim... Baygınlık geçiriyordum! Bir de çıkışta, spor arabasıyla eve bırakmak istemesin mi? “Ay daha neler!” dedim, “Hele bu arabayla asla!” Ne dese tersliyordum. Ertesi gün eve güller, çiçekler geldi. Sıla’yı ve teyzemi aradım, “Bu adam beni bir daha ararsa ikinizi de öldürürüm!” dedim.
Sonra?
- Cüneyt bir savaşçı, kafasına koydu mu yandın, tövbe vazgeçiremezsin. Devam ediyor, telefonlar, hediyeler, görüşme talepleri... Hep tersliyorum. Erkek arkadaşımla ilişkimiz devam bu arada. Almanya’ya onunla tatile gideceğim, vize alamıyorum, karalar bağladım. Cüneyt Efendi devreye girmesin mi? “Seni şirketimde çalışıyor gösteririm, hemen alırsın” dedi. Dediklerinde haklı da çıkıyor. Aldı vizeyi. “Karşılığında ne yapacağım?” dedim. “Benimle yemeğe çık o kadar” dedi. Toplu halde gittik. Nasıl komplekssiz, nasıl tatlı, nasıl dalgacı, komik. Arıyor mesela, “Cüneyt Bey misafirim var gelemem” diyorum, “Onu da al gel” diyor, “Misafirim erkek arkadaşım” diyor, “E çok iyi, tanışmış olurum delikanlıyla” diyor. Küstah ama...
Baştan çıkarıcı...
- Aynen. Sonunda aklımı çeldi. Benden 19 yaş büyük bu adamla acayip bir aşk yaşamaya başladım. Çok etkileyici, çok karizmatik... Peki sonra ne oldu dersin? Bir sene sonra beni terk etti! “N’oldu?” dedim, “E durum değişti” dedi, “Nasıl yani?” dedi, “Senin peşinde koşmaya alıştım” dedi. Durumu anladım: Yelkenleri suya indirmiş, tamamen ona teslim olmuştum ve artık hiçbir cazip tarafım kalmamıştı. Sonra itiş kakışlı, birbirimizi yoran bir dönemimiz oldu. Ama aramızda hep elle tutulur bir aşk var, o hiç değişmiyor. Günün birinde, oturduk konuştuk, hayatımızda beyaz bir sayfa açmaya karar verdik. Tam her şey güllük gülistanlıkken hastalık patladı...
Ne hastalığı?
- Belimde bir ağrı vardı. Tetkikler yapıldı, bir şey çıkmadı. Cüneyt de sürekli yanımda. “Bu kadının ağrı eşiği çok yüksek, ağrım var diyorsa gerçekten ağır bir şey yaşıyordur” diyor. Meğer nadir görülen bir kemik hastalığıymış. 5 yaşında geçirdiğim bir trafik kazasının etkisiyle post travmatik hücre bozukluğu. Süalp Tansan da arkadaşımız, ona danıştık. “Vakit kaybetmeyin, hemen atlayıp ABD’ye gidin” dedi. Tabii henüz, defalarca ameliyat olacağımı, bir yıl orada yaşamak zorunda kalacağımı bilmiyorum. Houston’da hastalığımın ne kadar ciddi olduğunu öğrendik. “Yaşama şansın yüzde 20” dediler.
Yüzde 80 ölecektiniz yani...
- Evet ve henüz 29 yaşındaydım. Ama yanımda sevdiğim adam var, onun bana aşkı o kadar güçlü ki, bize bir şey olmaz gibi geliyor. Oradaki doktorlara, “Bu hastalığa yakalanma şansım yüzde kaçtı?” dedim, “Milyonda bir” dediler, o zaman şöyle düşündüm: “Milyonda bire girdiysem, rahatlıkla yüzde 20’ye de girerim.” Aşk insanı iyimser yapıyor. Evet tehlikeli, riskli bir hastalığa yakalandım ama yanımda Cüneyt var. O her şeyi halleder. İnsan birkaç saatte ev tutup, içini döşeyebilir mi? O yaptı. Bu arada saçlarım dökülüyor, olsun, beni Miami’ye götürüyor, yolda yürürken Tiffany’e sokuyor, yüzük alıyor, dizlerinin üzerine çöküp evlenme teklif ediyor. Hem gülüyorum hem ağlıyorum. Bütün o felaketin içinde en büyük güzellikleri yaşıyorum.
Ailenizden kimse yok mu yanınızda?
- Olmaz mı? Sıla da devamlı yanımda. Annem babam da gelip gitti. Kuzenlerim de. Ama Cüneyt ve Sıla, kalıcı ikili. Sıla, temizlikle kafayı yedi.
Neden?
- Herhalde sinirsel. Bir de mikrop kapmamam gerekiyor ya, kan değerlerimi hep iyi tutmaya çalışıyor. “Potasyumunu düşürmeyeceğim!” deyip duruyor. Evin her odasına ayrı bir kova almış, bitmez tükenmez bir temizlik faaliyetinde. Hastalığım boyunca hiç uyumadı, ben uyurken de içeride banyonun fayanslarını ovuyordu. Yine de bu felaket tablosunda gezmeden duramıyoruz. Cüneyt bizi alıyor, devamlı bir yerlere götürüyor. “Hadi San Francisco’ya” diyor, yola koyuluyoruz. Hastane “N’apıyorsunuz!” diye kıyameti koparıyor. “Uçaktan iner inmez acile gideceksiniz nasıl olsa...” “Olsun” diyoruz ama seyahat etmekten vazgeçmiyoruz.
Ölüm korkusu...
- Yoktu. “Beni bırakmayacaksın değil mi?” dedi Cüneyt. “Bırakmayacağım” dedim. “Kazık çakacağım, gitmeyeceğim.” O da bana, “Ben de zaten gitmene izin vermem” dedi. Bir sürü ameliyat oldum, kalçama kadavra kemiği koydular, “Koşamazsın ama yürürsün” dediler. O kadar kolay olmadı, yürüyebilmek için koltuk değnekleri kullanmak zorunda kaldım. Ona da şükür. Ve sonra mucizevi bir şekilde iyileştim.
Ölüme bu kadar yaklaşmak, insanı birbirine daha mı çok bağlıyor?
- Elbette. Cüneyt’e bakarsan, dünyanın en güzel kadınıyım, saçlarım dökülse, koltuk değnekleriyle yürüyor olsam bile... Bana kendimi hep inanılmaz güzel hissettirdi. Ölüm tehlikesini kalbimin taa derinliklerinde hissettim, çok yaklaştım ama o var diye hayata tutundum.
BENİ SAKIN BIRAKMA!
Bu büyük aşk hikâyesi burada mı bitiyor...
- Hayır, burası tam ortası. İkinci yarıda, işler tam tersine dönüyor...
Nasıl yani?
- Bir yıl önceydi. Evde Cüneyt’in boğazına bir şey takıldı kaldı. Öksürüyor gitmiyor, sırtına vuruyorum gitmiyor. Derken kızardı, dişleri kilitlendi. Kasıldı kaldı. Solunum kasları zayıfladı diye korktum. Panikle ambulans çağırdım. Bir anda nefes alamayacak duruma geldi, dişlerini gevşettim, ağzını açtım, ne gerekiyorsa yaptım. Nafile, kalbi durdu. Hemen kalp masajı yapmaya başladım. Bir taraftan da, “Bana söz verdin. Beni bırakamazsın. Sakın bırakma!” diye bağırıyordum. O anda nabız atmaya başladı. Ambulans geldi ama nabız yine gitti. “Döndüremiyoruz!” dediler, “Döndüreceksiniz!” dedim. “Hiçbirinizi sağ bırakmam, sakın durmayın!”
Sizde vazgeçmek yok...
- Hayır yok. Hastaneye geldik. Herkes tedirgin, çünkü durum haddinden fazla ciddi, “Yok” dedim, “Kimse bana bilimsel gerçekleri anlatmaya kalkmasın. Onları biliyorum zaten. Şu anda hayatımı onlar üzerine kurmuyorum. Bu adam yaşayacak. Gerisi beni ilgilendirmiyor!”
Ve yaşadı...
- Evet. Uzun süre komada kaldı. Dediler ki, “Hiçbir şey bekleme”. “Beklemiyorum” dedim, “Yeter ki nefes alsın!” “En kötü ne olur?” dedim, “Bakıma muhtaç mı kalır? Sadece nefes alıp verir, makineye mi bağlı yaşar? İster makineye bağlı olsun, ister olmasın, yeter ki yanımda olsun. Başka bir şey istemiyorum...”
İyi ama onun için de iyi mi acaba?
- Bu durumdaki hastalar için ne iyi, ne kötü bilmiyoruz. Tıbbın henüz açıklayamadığı şeyler var. O yüzden gitmesine izin veremem...
Ama ya o acı çekiyorsa, ruhu da ıstırap içindeyse...
- Bakın ben de hastaydım, yaşama şansım yüzde 20’ydi, yüzde 80 gidiciydim yani, tıp öyle diyordu. Beni bıraktılar mı? Ben en sevdiğim varlığı nasıl bırakırım? Hayatta bırakmam! Zaten şu geldiğimiz noktada, haklı olduğum da ortaya çıktı. Üç ay hastanede kaldı. Şimdi evde. Aylar sonra gözünü açkı, şimdi çok daha iyi...
Siz işteyken kim bakıyor ona?
- İki hemşire var, 24 saat başındalar. Giderek daha da iyi oluyor...
Şu anda onu ayakta tutan sizsiniz. Roller tamamen değişti yani...
- Evet ama o, daha önce o bana baktı diye, ben de ona bakmak zorundayım gibi değerlendirmiyorum. O benim için hayatın anlamı, başka türlüsü mümkün değil. Onun aldığı her nefes bana bahşedilmiş bir mutluluk.
Ya bu süreç onun yoruyorsa, ya çok acı çekiyorsa?
- Bunu daha önce Cüneyt’le konuştuk, “Hiç hareket edemeyecek halde olsak bile, aynı yatakta birlikte nefes almak bize yeter...” Pes etmemeyi bunlar başımıza gelmeden kararlaştırmıştık zaten. Her gün iş dönüşü koşarak ona gidiyorum. Gün boyu olanları anlatıyorum, onunla sohbet ediyorum. Benim için değişen bir şey olmadı. O hâlâ sevgilim, kocam ve aynı yatağı paylaşıyoruz.
Nasıl yani? Aynı odada mı kalıyorsunuz?
- Elbette. Orası yatak odamız, makinelere, borulara bağlı olmasının bir önemi yok. Yine onun koynuna giriyorum, onunla uyuyorum. Gülüyor. Yüzü değişiyor. Hissediyor. Biliyor. Hemşireler çok şaşırdı, “Böyle şey olmaz, hasta yakınları aynı odada kalamaz, hele aynı yatakta...” dediler. “Ne münasebet” dedim “Niye sevgilimden ayrılayım? Başka hasta yakınları böyle yapmıyorsa bana ne...” Kendimi niye sevdiğim adamdan mahrum edeyim?
Çocukları?
- Gelip gidiyorlar. Geçen gün torunu görünce ağladı...
Ama hâlâ konuşamıyor...
- Eminim onu da yapacak. Üstelik şimdi daha da yakışıklı! Cüneyt kollarımda öldü, tekrar yaşamaya başladı. Sıfır noktasından değil, eksiden buralara geldik...
Ya beynine oksijen gitmemişse...
- Negatif şeyleri düşünmüyorum. Göz teması kuruyor, söyleyen şeyleri anlıyor...
Acaba ölümle yüzleşemiyorsunuz da, olan biteni yok mu sayıyorsunuz?
- Yok öyle değil, aynı zamanda hekimim. Nöroloğuyla da çok sık konuşuyorum. O da bana hak veriyor. Benim kurgum değil yani bunlar.
Yani iyi olacağına inanıyorsunuz...
- İnançtan öte bir şey. İnancın içinde şüphe var. Ben onun iyi olacağını biliyorum.
Paylaş