Birlikte plaja gidiyorlar, el ele sahilde yürüyorlar, ikisi de mayolu, şahane görünüyorlar, deniz kabuğu topluyorlar.
Havuzda yüzüyorlar.
Oscar almış animasyon filmlerini izliyorlar.
Fırında ekmek, kurabiye yapıyorlar.
Birlikte Barbie’lerle oynuyorlar, oyunu Alya kuruyor, cast’ı o yapıyor, mecburuz onun verdiği rolleri kabullenmeye, ben sinir oluyorum, Betûl Hanım, “E şekerim rejisör torunu böyle olur” diyor, “Bırak çocuğu kırmayalım, onun dediğini yapalım...”
Her geldiğinde ona bir gümüş havyan daha getiriyor. Minicik. Şahane şeyler. Cam bir vitrinin içine koyuyorum. 60 tane filan oldu. Fil ailesi, zürafalar, atlar, köpek, kedi, maymun, tavuk, aklınıza ne gelirse... Bir kısmı Afrikalı sanatçılar tarafından yapılmış, mini minnacık şeyler, çok çok estetik...
Babaanne- torun her seferinde onları çıkarıyorlar.
Hayali ormanlarında onlarla oynuyorlar.
Bazen yüzdürüyorlar onları.
Alya mutluluktan ölüyor.
Sonra Babaçi diyor ki: “Kaç tane çıkarmıştık bugün?”
Alya atlıyor, “22...”
“Say bakalım 22 mi var? Ona göre geri koyalım.”
Alya hemen sayabildiğini gösteriyor. Onlara değer vermesi gerektiğini anlıyor. Yok öyle, oynayıp oynayıp bir kenara atmak yani. Çaktırmadan gümüş hayvan koleksiyonu da oluyor.
Sonra bütün hayvanlar geri vitrine konuyor.
Betûl Mardin’e bakınca, emek nedir onu görüyorum, matematikte sınıfın iyilerinden biri seçildi Alya, bir de bu hafta sınıfta arkadaşının birine yardım etti diye, haftanın iyi kalplisi ilan edildi. Babaanne gümüş bir bardağa hafif alaylı bir şekilde “Matamatikte iyi olan, iyi kalpli Alya”ya diye yazdırmış. O da vitrine girdi. Ama birkaç gün Alya o bardağı elinden düşürmedi, suyunu hep onunla içti...
Ne kadar çok birlikte olurlarsa, o kadar hoşuma gidiyor.
Geçen gün de Alya’nın okulda müsameresi vardı. Betûl Hanım çıkışta dedi ki: “Sakın beni yöneticilerden biriyle filan tanıştırayım deme. Hemen eleştirmeye başlayacağım. Bu nedir ya? Gösteri bu kadar küçük salonda mı yapılır? Bu kadar insan buraya mı tıkıştırılır?”
Bayılıyorum onun böyle lafını hiç esirgememesine.
Biri alışverişte önüne mi geçiyor, “Evladım” diye başlıyor, “Bu yapılmaz, edilmez, aile terbiyesi diye bir şey var...”
O, uğurladığı kişi ufukta kaybolana kadar el sallayan biri...
Geçenlerde genç bir adamdan söz etti.
Hem arabadan inerken kapısını açmamış, hem de o el sallarken, arkasını dönüp gitmiş...
Ondan bunların ne kadar fena şeyler olduğunu öğreniyorum.
Ben ondan çok şey öğreniyorum...
Hayat bilgisi öğreniyorum.
Neden kaşlarımız var?Küt diye soruverdi Alya...
“Kaşlarımız neden var? Ne işe yarıyor?”
Öylece kalakaldım.
Zaman kazanmak istedim.
“Bunları mı soruyorsun?”
“Hayır, hayır onlar kirpik!” dedi, “Şu tepedekilerinden söz ediyorum, kaş, kaş!”
Soru çalışmadığım yerden geldi.
Allah’ım ne olurdu kirpik deseydi...
O zaman cevabım hazırdı...
“Kirpiklerimiz var çünkü onlar gözlerimizi koruyor!” diyecektim.
Ama bu kaşlar, bu kaşlar neden var?
Bak hâlâ bakıyor suratıma...
Yanıt bekliyor...
Ben cevabını biliyor muyum ki?
Sahi niye kaşlarımız var? Ne işe yarıyor?
Tamam her şeyi bilmem gerekmiyor ama 5 yaşındaki bir çocuk karşısında mahcup oluyorum, “Vücudumuzun belli yerlerinde tüylerimiz var Alyacım” diyorum, “Mesela saçlarımız...”
Tamamen saçmalıyorum.
“Onlar da beyni mi koruyor?” demesin mi?
Desin.
Bunun da cevabını bilmiyorum.
Sahi saçlarımız neden var?
Ne zaman öğrettiler bu soruları cevabını da, ben unuttum?
“Olabilir” diyorum, içine düştüğüm çıkmazdan kurtulmak için...
Bu sefer de, “Ama babamın saçı yok, onun beyni korunmuyor mu?” demesin mi?
Aman Allah’ım tabii ki beyinle saçın alakası yok!
“Yok Alyacım saçla beynin arasında bir ilişki yok” diyorum.
“İnsanların kollarının altında neden tüy var?” diyor.
“Ter bezleri filan falan” demeye başlıyorum ama konu bir yere bağlanmıyor.
Allah’tan tam o sırada dikkati dağılıyor, başka bir şeyin peşine düşüyor.
Sonra ben babaanne Betûl Mardin’e soruyorum.
O da burada bu aralar, “Torunum böyle bir soru mu sordu, hemen cevabını bulmalıyım” diyor. Şimdi ben odaya girdim, bu yazıyı yazdım, cevabı Babaçi bulacak...
Perihancım mahkemeye ne gerek var, evsiz hayvanlara seve seve para veririmAslında topa girmeye hiç niyetim yoktu... Yazdım zaten... Ama öyle bir şey oldu ki, dayanamadım.
Cüneyt Özdemir’in programında, Perihan Mağden demiş ki: “Mahkemeye verdim, ondan tazminat alacağım. O tazminatı da evsiz hayvanlara bağışlayacağım...”
Çok hoşuma gitti. Ben bu aralar bu kadar sosyal sorumluluk işlerine girmişken, onun dahil olması beni ancak sevindirir. Ama ne gerek var mahkemeye, tazminata, vesaireye...
Bana söylese gider evsiz hayvanlara yapabileceğim kadar yardım yaparım zaten. Haberi olsun...
“Ben de anneme, babama gay olduğumu itiraf edemedim”Türkiye’de bir iki tanesi hariç ne aktörler, ne şarkıcılar, ne yazarlar, ne modacılar gay kimliklerini açıklayamadılar.
Türkiye bu günlerde “açılım” mı konuşuyor, o zaman bu açılımı da konuşsun...
Hiçbir topluluk Türkiye’de bu kadar sindirilmemiş, susturulmamıştır.
Hiçbir topluluk Devlet’in bakanı tarafından “hastalıklı” olarak ilan edilmemiştir.
Bakan hanım, kendi kendine sağlıklı, geleneksel Türk ailesi yarattığını zannediyor.
Ama yanılıyor.
O evin kapalı kapıları arasında onun hiç bilmediği şeyler oluyor.
Eş yattıktan sonra, koca internette, tek gecelik sekslerle ruhunu doyurmaya, bastırılmış duygularını tatmin etmeye çalışıyor.
Ama olmuyor ve her geçen gün daha da psikolojik olarak çöküyor.
Toplumsal baskıyla kurulmuş geleneksel Türk aile yapısı, içinden çıkılmaz bunalımlara sebep oluyor.
Henüz hayatı tanıyamamış, ergenlik çağındaki gay’ler bu toplumda gelecek göremedikleri için intihara sürükleniyorlar.
Düşünsenize, Türkiye’nin starı yakalandığında, “Evet kokain kullanıyorum” diyebiliyor, ama bir erkekle plajda çekilmiş fotoları yayınlanınca, kendinde aynı cesareti bulamıyor, bir şey diyemiyor.
Kokain Türk toplumu için daha temiz bir olgu olarak çıkıveriyor.
Ben, Amerika’da eğitimini tamamlayıp ülkesine faydalı işler yapmak için geri dönmüş bir gay’im. Kendimi, Ricky Martin’in açıkladığı gibi şanslı gay’lerden biri olarak görüyorum. Şanslıyım, çünkü kendimi hiçbir zaman “hastalıklı” görmedim, tedavi yolu aramadım. Yolum her zaman aşk oldu. Zaman geldi, burada Türkiye’de buldum, bazen geldi, yurtdışında...
Beni güçlü yapan âşık olduğum zamanlardı, o zaman arkadaşlarımın karşısına geçip, “Evet dostum, ben gay’im” deme cesaretini buldum.
Ama Türkiye’de gay olgusu değişmedikçe, en büyük AŞK bile, her şeyden çok sevdiğim annem ve babamın karşısına geçip onlara gay olduğumu söyleme cesareti veremeyecek.
Size söz veriyorum, ne zaman ki bu ülkenin bütün saklı gay’leri hep birlikte televizyon çıkıp, “Biz gay’iz” derse, ben de o gün anneme ve babama gay olduğumu itiraf edeceğim.
Kulağa imkansız mı geliyor?
Size güveniyorum, sizin gibi cesur insanlarla bu yolda da ilerleme sağlanacak... (Baran.)